Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)
Tasavvuf yoluna girmek için önce onun dünya görüşünü; âleme, varlığa, maddeye bakış açısını bilmek ve benimsemek gerekiyor. Yoksa bu yola körü körüne girmek kişiye pek bir şey kazandırmaz.

Tasavvuf yolunun temeli vahdet-i vücut düşüncesine dayanır. Bu düşünce adeta tasavvuf yolunun ideolojisidir, felsefesidir. Fakat her ne hikmetse daha bu kelimeyi ağzımıza alır almaz büyük bir hücumla, karalamayla, suizanla karşı karşıya kalıyoruz. Meramımızı bile anlatmaya vakit kalmamaktadır. Bu da bu kelimenin çokça sağa sola çekilmesi, yanlış anlamalara konu olması dolayısıyla meydana gelmektedir. İnsanlar bu kavramın doğrusunu anlamaya çalışma yerine kafalarında bununla ilgili önyargıları ile bizim gibilerle mücadeleye girmeyi, çatışmayı ve tartışmayı bir marifet olarak görmektedirler.

Oysa bütün veliler vahdet-i vücut kavramı ile bu makama gelmişlerdir. Vahdet-i vücuda karşı çıkmak, velilik yolundan uzaklaşmak anlamına gelir.

Bütün varlık âlemini yüce Allah’ın bir parçası olarak görmek, vahdet-i vücut değildir. Panteizmdir. İslam’a göre sapkın bir felsefedir. Bu düşüncede olanlar varlık âlemini yüce Allah’la bir gördükleri veya O’nun bir parçası olarak düşündükleri için büyük bir şirk bataklığına gömülmüşlerdir. Hemen anlayışlarını düzeltmeleri ve bundan tövbe etmeleri gerekir.

Peki ama kimi velilerin ve tasavvuf, tarikat yolunda olan büyüklerin varlık âlemi ile Allah arasında gördükleri birliğe ve bu düşünceye yol açan sözlerine ne demelidir? Bunları nasıl anlamak gerekir? Bunlar, ilahi sarhoşluk eseri olarak ağızdan çıkan sözlerdir. Sadece yaşanan bazı özel halleri anlatmaktadır. Gerçeklikleri yoktur. Düşünce ve felsefi bir yönleri de mevcut değildir. Bunlar duygu ve coşku değerinde olan şeylerdir. Daha ileri makamlarda bu sözlerden vazgeçilmekte ve bu halden tövbe edilmektedir. Buna tarikat küfrü de denilmektedir. Bu sadece geçilmesi gereken bir köprüdür, takılıp kalınacak bir saha değildir. Vahdet-i vücut bu hali kapsamakla birlikte bundan aşkın bir anlama gelmekte, belli bir düşünceyi temsil etmektedir.

Vahdet-i vücut kavramının aslı ve özü nedir?

Vahdet-i vücut, var olan tek varlık Allah’tır; yüce Allah (c.c.) dışındaki tüm varlıklar, gerçek olarak var değillerdir demektir. Vücut ‘var olmak’, vahdet ‘tek’ anlamına gelir.

Allah dışındaki varlıkların var oluşu ise vehmi ve hayali bir surettedir, düzeydedir. Ama bu vehmi ve hayali varlığın da bir gerçekliği ve devamlığı vardır. Bu gerçekliği aynadaki surete veya gölgeye benzetebiliriz. Yoksa sanıldığı gibi bir ‘yokluk’ değildir. Yüce Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinin gölgeleri bu yokluk ayna veya gölgelerine düşerek varlık âleminin görünürlüğünü ve hayali, vehmi gerçekliğini meydana getirmiştir.

Materyalist insanlar maddeye, hayata gerçek olarak bakarlar. Bunlar maddeyi, yaratılmış âlemi ezeli ve ebedi olarak kabul ederler. Allah’ı duyu organları ile algılayamadıkları için yok olarak düşünürler. Hayat felsefeleri adeta bu dünya nimetlerine tapmaktır. Yaşamdan zevk ve haz almak dışında bir şey düşünmezler. Süfli hazları birinci plana alırlar.

Maddeye ezeli ve ebedi vasıflarını veren Farabi ve İbn-i Sina gibi âlimleri İmam-ı Gazali Hazretleri (k.s) küfürle itham etmiştir.

İnsanların büyük kısmı ise maddeye ve hayata gerçeklik açısından bakarlar ama Allah’ın varlığını da inkâr etmezler. Hayatın tek zevkini içgüdüleri tatmininde görmezler. Onlar, az da olsa manevi bir dünyaya sahiptirler. İnancı yaşama oranında ibadetlerden de haz alırlar. Salih amellerle ahiret yurdu için hazırlık yaparlar.

Ancak gerçek sufilerdir ki maddeye ve hayata hayali ve vehmi bir mana vererek gerçek varlığın yüce Allah’a ait olduğunu söylerler. İşte bu düşünce sufilik yoluna mahsustur. Öz olarak vahdet-i vücut da budur.

İnsan, Allah dışında diğer bütün varlıklara hemen, kolaylıkla hayali ve vehmi bir mana veremez. Bunun için kalbini ve nefsini ikna etmesi gerekir. Zira kalp ve nefis bu dünyaya gönül vermişlerdir. Bu düşünce onlara çok ters gelir. Ölüm gibi soğuk ve ürpertici görünür. Şayet kalp ve nefislerini ikna etmeden Allah dışındaki varlıklara hayali ve vehmi bir anlam verirlerse, dünya nimetlerinden aldıkları hazdan vaz geçmek onlara çok ağır gelecektir, bu durum onlar için mantık ilkelerine ve hayatın kanunlarına ters bir şey olacaktır. Akıl sağlıklarının kısa zamanda bozulmasına neden de olabilecektir.

Dünyaya hayali ve vehmi bir mana vermek için önce haramlara tövbe etmek ve farzları gönül rızası ile yapmak makamında olmak gerekir. Müslüman ve mümin vasıflarına ulaşmadan vahdet-i vücut düşüncesine ulaşmak ve onu taşımak mümkün görünmemektedir.

Yani vahdet-i vücut düşüncesinin insanın gönlüne ve nefsine girmesi öyle kolay kolay gerçekleşemez. Bunun bazı önkoşulları vardır. Bundan dolayıdır ki tasavvuf ve tarikat yolu herkese nasip olmaz.

İnsanların büyük çoğunluğunun gönlünü haramlar süslemese de, dünya nimetleri onların hayallerini ve vehimlerini tüm gerçekliği ile kaplar. Onların bunlardan kopmaları kolay değildir. Ölmek kadar zor bir şeydir bu. Kim bu dünyadan vazgeçmek veya göçmek ister ki?..

Vahdet-i vücut düşüncesini gerçek anlamı ile gönülde ve zihinde taşımak çok zor olduğundan, bunun için Müslümanlık ve müminlik gibi vasıflar gerektiğinden insanlar vahdet-i vücut düşüncesini başka başka manalarla gönüllerinde ve zihinlerinde taşımaktadırlar; bu kavrama mevcut manevi ve inanç dünyalarına göre farklı farklı anlamlar vermektedirler.

Nefs-i emmare düzeyinde birisi vahdet-i vücut düşüncesini panteist bir felsefeyle yorumlayarak her haramı mubahlaştırır. Yoldan çıkar.

Bazı filozof tipler ise, madde ve varlık âlemi aslında yoktur, demektedirler. Bunun varlığı bir algı meselesidir. Her şey insanın zihninde olup bitiyor, diyerek madde, âlem, hayat için hayali ve vehmi olgusunu gerçek manası ile kullanırlar. Bu çok tehlikeli bir düşüncedir, felsefedir. Bunun vahdet-i vücutla uzaktan ve yakından bir ilgisi yoktur. Bilmeyerek söylenilmişse büyük bir itikadi yanlışlığa da yol açar. Oysa tasavvuf düşüncesinde varlık âlemi için öngörülen hayali ve vehmi anlayış, Allah’ın gerçek varlığı gözönünde bulundurularak anlamlandırılan bir gerçeklik düzeyini ifade etmektedir. Varlık âlemi vardır. Devam etmektedir. Ama bu var olma ve devam etme düzeyi hayal ve vehim mertebesindedir. Yoksa varlık âlemini hayal ve vehim gibi yok kılmak, inkâr etmek, bu hayatın, dünyanın ciddiye alınmamasını doğurup insanın bu dünyada, hayatta ebedi ahiret yurdu için imtihan edilmesini gözardı etmek anlamına gelir. Bu düşüncenin sonu, dini dünyevileştirmek ve çeşitli süfli hazları yaşamak için şeriatın pek çok ahkâmını tevil etmektir, çiğnemektir. Maalesef Yahudiler bu yolla itikatlarını bozmuşlardır. Kitaplarını da tahrif etmişlerdir. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) bu düşünce ve felsefenin yanlışlığına ve tehlikesine Mektubat’ının pek çok yerinde değinmektedir. Demek ki o zamanlar Hindistan’da bazı felsefeciler, dini akımlar bu yolda düşünce sarf etmekteydiler. Kısacası vahdet-i vücudu bu anlamda kullananlar, İslam’a da tasavvufa da büyük zararlar verirler.

Vahdet-i vücudu panteist bir felsefe ile karşılayanlar aşırı derecede materyalist bir kutbu teşkil ederken âlemi vehim ve hayal olarak düşünen bu ikinciler ise idealist bir kutbu oluşturmaktadırlar. Her iki grup da ifrat ve tefrit ile hak yoldan ayrılmaktadır. İslami ve tasavvufi düşünce ve buna uygun olarak tanımlanan vahdet-i vücut kavramı ise orta yolda kalmaktadır.

Bir şeyin felsefesinin ve ideolojisinin yakın planda yanlışlığı ve zararları pek algılanmaz. Bu bakımdan her biri ağaçlar gibidir. İnsanlar meyvelerini yemeye başladıklarında zehirlenirler, akılları da başlarından gider. Bu sefer de pek sağlıklı düşünemezler. Çünkü yanlışlığın nerede olduğunun ayrımına varamazlar. Yedikleri meyveler vücutlarında kaybolmuşlardır. Hücrelerine mal olmuştur. Onun için vahdet-i vücudu İslam’ın ve tasavvufun çizgisi dışında farklı anlayışlarla yorumlayan düşünce ve felsefelerden uzak durmak ve buna çok dikkat etmek gerekir.

Müslümanların büyük çoğunluğu vahdet-i vücut düşüncesine pek yabancıdırlar. Bunun önemini de bilmezler. Allah’ın veli kullarına büyük saygı gösterirler ama onları yetiştiren temel kavram nedense ilgi alanlarına pek girmez.

Varlık âlemini Allah gibi gerçek olarak görmek, İslami açıdan itikada bir zarar verir mi? Müslümanların çoğu, varlık âlemi ile Allah’ı aynı gerçeklik düzleminde görürler. Allah’ın varlık âlemini yoktan var ettiğini bilirler. Onun kıyamette yok olacağını da kabul ederler. Bu var ve yok etmenin yanında yüce Allah ile varlık âleminin gerçeklikleri arasında bir farklılık olduğunu düşünemezler. Buna kafa da yormazlar. Tabii bu düşünce aslında, yani hakikatte (tasavvufta) gizli bir şirke kapı açabilir ama insanı da dinden ve imandan çıkarmaz. Fakat Müslüman’ı itikat açısından çok ince ve tehlikeli bir sınırda tutar. Müslüman birisi imanını tahkiki bir seviyeye doğru götürmelidir, yükseltmelidir. Allah’ın gerçekte tek varlık olduğunu, varlık âleminin ise faniliğini ve ona gönül vermemesi gerektiğini bir şekilde öğrenmesi ve yaşaması gerekmektedir.

Yüce Allah (c.c.) keremi ve lütfu ile bizlere tasavvuf yolunu, hususiyle vahdet-i vücut düşüncesini açıkça farz kılmamıştır. Emir ve yasaklarını yerine getirme ile bizleri imtihana tabi tutmuştur. Şeriatla yükümlü kılmıştır. Şeriatın içerisinde ise vahdet-i vücut düşüncesi, tafsili (ayrıntılı) değil de müminin imanını ayakta ve sırat-ı müstakimde tutacak derecede mücmel (öz veya özet) olarak vardır.

Lakin şeriat, yüce Allah’a aşk iddiasında bulunan sufilerin yolunu da tıkamamıştır. Bizzat bunu teşvik etmiştir. İşte bu yoldaki kişi dünyayı, yani mubahları hayal ve vehim mertebesinde görerek kendisini büyük bir imtihana sokar. Bu sayede hakiki yüce zata karşı aşk duyar. Fani olan şeylere karşı ilgisini onlardan çeker.

Vahdet-i vücut düşüncesinin temeli hangi gerçekliğe dayanmaktadır? Yüce Allah (c.c.), kendi zatı dışındaki her şeyi yoktan var kılmıştır. Yokluk, varlık olarak gördüğümüz şeylerin anasıdır. Yokluğu bir ayna veya gölge olarak düşünebiliriz. Yüce Allah (c.c.) bu yokluğa bazı sıfatları ve güzel isimleri ile tecelli etmiştir. Allah’ın yüce zatı bundan münezzehtir. Yüce Allah (c.c.) âlemlerden müstağnidir. Allah’ın zatı ile varlık âlemi arasındaki ilişki ilim düzeyindedir. Çünkü onun yüce zatının varlık âlemi ile bundan başka bir ilgisi, ilişkisi yoktur. Varlık âlemi ile ilgili olan Allah’ın güzel isimleri ve sıfatları ise tenezzül makamındadır.

Vahdet-i vücut düşüncesinin tasavvuf yolundaki işlevi nedir?

Tasavvuf yolunda manevi ilerleme, üstün halleri yaşama, yüksek makamlara ulaşma vahdet-i vücut düşüncesi ile mümkündür. Bu düşünceye sahip olmadan tasavvuf yoluna adım atmak dahi düşünülemez.

Bir hırsız nasıl hayal dünyasında başkalarının parasını, malını mülkünü haksız yere ne şekilde elde ederim diye gece gündüz düşünüp fırsat bulduğunda bazı yanlış işler yaparsa bir sufi de gece gündüz maddeye ve hayata hayali ve vehmi bir mana verip yüce Allah dışındaki hiç bir varlığın gerçekte var olmadığını düşünerek gönlünden ve nefsinden dünyanın zevklerini ve mubah olan nimetlere karşı olan ilgisini ortadan kaldırır. Bu sayede kalbiyle ve nefsiyle yok ve hiç kılma yolunda olur, kendisine ait olarak düşündüğü kemalatı, faziletleri, güzellikleri, iyilikleri yüce Allah’a isnat eder. İşte bu düşünce kişiyi yavaş yavaş Allah’ta fani olmağa sevk eder.

Vahdet-i vücut düşüncesi ilahi aşkın kaynağıdır.

Tasavvuf yolunun amacı fena ve bekaya ulaşmaktır. Fenafillâh Allah dışındaki her şeyi unutmak demektir.

Sufi anası yokluk olan varlık âlemine ve nefsine değer vermez. Güzel, faziletli olan şeyleri yüce Allah’a izafe ederek kendisini anası olan yokluk ve hiçlikle bir görür. Bu düşünce ile fena haline ulaşır.

Bu Allah dışındaki her şeyi unutma başlangıçta kalp fenasıyla olur. Nefis fenası ise bunun gerçeği olup bu yoldaki çok az kişiye müyesser olur. Gerçek fena hali bu makamda gerçekleşir. Hemen akabinde de Allah’ın bazı güzel isimleri ve sıfatlarının gölgelerinin tecellileri ile nasiplenme olur ki buna da beka billah denir.

Bekabillah Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmadır. Yeniden varlık kazanmadır. Kişinin dünyaya kendi iradesi ile ikinci kez doğmasıdır.

Fenafillâh ile velilik başlar. Bekabillah ile üst derecelere ulaşılıp halka yönelme gerçekleşir. Bu makamdaki veliye halkı hidayete ve irşada çağırma vazifesi verilir.

İşte vahdet-i vücut düşüncesi olmadan kişinin fena ve beka nimetlerine ulaşması mümkün değildir. Bu yolun amacı Allah’ta fani ve baki olmaksa bunu sağlayan şey vahdet-i vücut düşüncesidir.

Bu bakımdan vahdet-i vücut tasavvufun felsefesi, ideolojisi olması yanında metodolojisi de olmaktadır.

Özellikle kelime-i tevhit zikri âlemin, nefsin fani, yok olduğu, tek var olanın yüce Allah (c.c.) olduğu düşüncesi ile çekilmedikçe tasavvuf yolunda bir adım bile ileri gitmek imkânsızdır.

Sufi zikir, rabıta, namaz…. gibi ibadetler sırasında kendisini yok ve hiç kıldıkça üstün hallere ve yüksek makamlara büyük bir hızla ilerler ve kısa bir zamanda ulaşır.

Sufi vahdet-i vücut düşüncesi sayesinde nefsini yokluk ve hiçlikle terbiye ederek ruhunu nefsinin elinden kurtarır. Ruhun ve onun manevi organları olan letaiflerinin emir âlemine yükselmesini ve oralarda nurlanmasını, üstün hallere ulaşmasını sağlar. Şayet vahdet-i vücut düşüncesi olmasa idi nefis asla tezkiye kabul etmeyip bu dünyaya tüm gücüyle bağlı olup saplanıp kalacaktı. Ruhun ve letaiflerin nefsin elinden kurtulup cezbeye kapılması ve yükselmeleri ise olanaksız olacaktı.

Tasavvuftaki murakabelerin, özellikle vahidiyyet ve ölüm murakabelerinin amacı sufiye vahdet-i vücudu hal olarak yaşatmaktır.

Bu önemine binaen olacak ki cinni ve insani şeytanlar vahdet-I vücut kavramını istismar edip itikadi açıdan yanlış manalara çekmişlerdir.

Vahdet-i vücut düşüncesini sistemleştirip eserlerinde konu olarak alan ilk kişi Muhyiddin İbn-I Arabî’dir (k.s.). Ama vahdeti vücut kavramını ondan değil de İmam-I Rabbani’den (k.s.) öğrenmek daha sağlıklıdır. Zira İmam-ı Rabbani Hazretleri (ks.), daha büyük bir veli olduğu için bu terimi İslam’ın ruhuna ve anlamına göre daha doğru ve ayrıntılı bir şekilde eserlerinde işlemiştir.

O vahdet-i vücut kavramını vahdet-i şuhutla izah ederek bu konuda kafaya takılan yanlış manaların önüne geçmiş, ilgili kavramı İslam’ın ruhuna ve anlayışına uygun olarak ele almış ve anlamlandırmıştır.

İmam-I Rabbani Hazretlerinin (ks.) özellikle üç ciltlik Mektubat isimli eseri, tasavvuf yolundaki kişilerin el kitabı olmak durumundadır. Yoksa İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) bu eserine tutunmadan çağımızın sufilerinin tasavvuf yolunda ileri halleri yaşarken ve yüksek makamlara ulaşırken cin ve insan şeytanlarından gelen vesvese ve yanlış yönlendirmelerden kendilerini korumaları, sırat-ı müstakimde yürümeleri adeta imkânsız gibidir. Allah’a şükürler olsun ki, böyle büyük bir müceddidin eserleri elimizde kılavuz olarak bulunmaktadır ki önümüzü aydınlatmaktadır. Bu zamanda buna çok ihtiyacımız vardır. Kendi hesabıma olarak şunu belirteyim ki, onun kıymetli eserlerinin aydınlığı olmasaydı çoktan şeytanların oyuncağı olurdum, içinden çıkılamayacak manevi girdaplara düşerdim. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) bu yolda her adımımda beni manevi olarak yanlış yollara düşmekten korumuştur. Sufilerin bu yolda onun Mektubat’ını el altında bulundurmalarını ve her zaman mütalaa etmelerini Allah rızası için tavsiye ediyorum. Allah (c.c.), ondan razı olsun. Bizleri himmetlerinden mahrum bırakmasın. Âmin.
Muhsin İyi
 

ihvan

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
14 Şubat 2015
Mesajlar
1,512
Tepkime puanı
10
Baktığımızda gördüğümüz şey:

Allah mı?

Allah'ın eseri mi?

İncelik vereceğimiz cevapta gizlidir.
 

Zümrüdü Anka

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
4 Aralık 2014
Mesajlar
402
Tepkime puanı
26
Vahdet-i Vücud, düşünen ve inanan insanların kafalarını eskiden beri meşgul etmiştir. Neden meşgul etmiştir. Çünkü insan zihni, subje-obje ikilisinden zahir-zamir çatışmasından kurtulup birliğe ve huzura kavuşmak istemiştir. Vahdet-i Vücud ve panteizmin esas meşgul olduğu mesele, Allah'ın âleme, varlıklara ve maddeye nasıl tesir ettiği meselesidir. Dolayısı ile madde ve ruh münasebeti gibi madde-suret, Allah'ın maddeye nasıl suret verdiği meselesinin de cevabını aramaktadır.

Zaten Batı düşüncesinde panteizmin çıkışı da böyle bir ikilikten hareket ediyordu. Mesela 1600 yılında Roma meydanında üçlü tanrı anlayışına karşı çıktığı için diri diri yakılan Jordano*Bruno,*"Tanrı*sonsuz olur,*âlem*de sonsuz olur.*İki ayrı*sonsuz*olamayacağına göre*bu ikisi birdir." gibi bir son*çıkartıp Tanrı*ile*âlemi özdeş kılıyordu.*Spinoza, bu fikri daha da*sistemleştirdi.*FakatTanrı'nın*kendi*koyduğu*zarurete*tâbi olduğunu söyleyerek hür*iradeyi ortadankaldırdı.

Vahdet-i Vücud terimi (varlığın birliği) manasına kullanılan hem dinî, hem felsefî bir tabirdir. Burada da Allah ve âlemin münasebeti esas alınmıştır. Allah; tek, müstakil, ebedî bir varlıktır. Âlem ise onun sıfatlarının tecellisinden meydana gelen, geçici ve gölge varlıktır. Birisi sonsuz varlık olan Allah, diğeri sonlu olan kâinat. Sonlu dediğimiz şeyler zamanı mekân (yer kaplama), hareket, illet (neden) ve çeşitli varlıklar, yani tabiattır. Sonsuz varlıkta ezelilik, mutlak sebep, mutlak öz (zat) ve mutlak varlık yani Allah'tır. Panteizme göre tanrısız tabiat ve tabiatsız tanrı olamaz. Bu iki varlık,birbirinden bağımsız olmayıp iki şekilde belirlenmiş olan tek bir varlıktan ibarettir.

İşte panteizmin bu görüşü, ifrata götürülünce maddeyi de tek tanrı olarak görmeye gidiyor. Böylece eşya sevgisi, çokluk ve nedenlere bağlılık, kâinatın vahdetini madde âleminde ve tabiatta görmeye yol açıyor.

Elbette tabiatı, eşyayı, âlemdeki varlıkları geçici kabul edilse de devre dışı bırakmanın isabeti yoktur. Fakat tabiat ve ondaki varlıkları kurtarmak için tanrıyı tabiata indirgemenin de hiçbir isabeti yoktur. Bundan dolayı genel olarak panteizmin, Tanrının şahsiyetini, istiklalini, iradesini ve insanın hür iradesini ortadan kaldırdığı hususunda kanaat vardır. Hatta Fransız filozofu EmilieBoutroux*(öl.1921)*Spinoza*için "Hür iradenin katili" tabirini kullanır.

Türk filozofu İsmail Fennî (öl.1946) ise, "Vahdet-i Vücud ve Muhyiddin-i Arabî'" adlı eserin de panteizm ile Vahdet-i Vücud'u karşılaştırarak on iki ayrı noktada Vahdet-i Vücud'un farklı ve üstün olduğunu söyler. Bunların en mühimlerinden birisi, Vahdet-i Vücud anlayışının Allah'ın müstakil şahsiyetine sahip, tabiattan ayrı olarak görmesidir. Diğeri ise Vahdet-i Vücud anlayışının dinî-tasavvufî bir mezhep (gidilecek yol) olması ve ahiret inancına sahip olmasıdır. Panteizm de bu esaslar yoktur.

Vahdet-i Vücud, varlığın birliğini esas aldığına göre çözümü Allah'ın zatında görmektir. Biz bunlara girmeyeceğiz. Dolayısı ile Vahdet-i Vücud hakkında Üstad*Said*Nursi ne düşünmektedir? Bunu tespite çalışacağız.

Öncelikle*Said*Nursî, Vahdet-i Vücud'u, her şeyde Allah'a daimi huzur arayan bir tasavvuf tarikî, tarikatın en mühim meşrebi "bir meşrep ve bir hal, bir nakıs mertebe olarak görüyor. Fakat bu meşrep "zevkli, neşeli"*dir.*Vahdet-i Vücudçular seyr-ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar. İşte burada Vahdet-i Vücud en ileri, Vahdet-i Şuhûd en ileri mertebedir kavgası başlıyor. Said Nursî burada "Vahdet-i Şuhûdçu"ların tarafını tutuyor. Ve diyor ki "Ulaştıkları mertebeyi en münteha mertebe zannederler. (Mektubât, 83)

Çünkü: Meselâ İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî için "Kendi mertebelerini en son mertebe zannetmişlerdir" diyordu. Burada Said Nursî çok önemli bir noktaya parmak basıyor; o da "Bu meşrep sahibinin" yani Vahdet-i Vücud yolunda ilerleyen mutasavvıfların "Maddiyattan ve vesaitten (araçlardan) tecerrüt etmiş (sıyrılmış) olmasını şart koşuyor. Burada çok mühim bir tabir daha kullanıyor .O kişi esbap perdesini yırtarak (sebepler perdesinin ötesine geçmiş) bir ruh olmalıdır. "Eğer öyle ise o zaman iştiğrakkârane bir şuhûda mazhar (kendinden geçercesine bir şahitliğe ermiş) olan kimse, Vahdet-i Vücud'dan değil, belki Vahdet-i Şuhûd'dan neş'et eden (doğan) ilmi değil hâli bir Vahdet-i Vücud, onun için bir kemal, bir makam temin edebilir." Bu makama ulaşan bir salik, Said Nursî'ye göre "Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. (Mektubât,83)

Said Nursî burada, Allah-âlem münasebeti açısından âlemi yahut evreni "Simasında binbir ismin şûalarından tecelli eden ism-i Rahmanın göründüğü" bir yer olarak tasavvur ediyor. Bunun gibi yer yüzünü de "Simasında Rubûbiyet-i Mutlaka-i İlâhiye'nin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahmanın gösterildiği" yer olarak niteliyor. Peki öyleyse insan nedir ve nerededir?

Said Nursî'ye göre insan bir aynadır; "Suret-i Rahman'ı aksettiren bir aynadır." İnsan, zat-ı Vacib'ül Vücud'a delâletleri kat'i, vazıh ve zahir olan bir mazhar (zuhur yeri)'dir. Bu ayna güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir aynadır."

Onun için "o âyine (ayna) güneştir." denilmiştir. Bu da "insan da suret-i rahman var" denilmesine yol açmıştır. (sözler 14)

Said*Nursî burada bir ayırım daha yapıyor: Vahdet-i Vücud ehlinin "mutedil-ılımlı" ve müfrit, (aşırı) kısmı. İşte bu mutedil Vahdet-i Vücud ehli "La mevcuda illa hû" (ondan başka mevcut yoktur.) der ve bununla üstad Allah-insan münasebetine ayna misal-i kemal ile aynı nokta da işaret edeceğini söylüyor.

İnsan, Allah'ın isimlerinin tecelli yeri, yani mazharıdır. Ama Allah'ın isimleri itibari midir, hakiki midir? Dolayısıyla dış dünyada mevcut olan varlıklar, gerçek midir, hayalî midir, gölge varlıklar mıdır? Bu mesele de ta "Eflatun" öncesinden beri Yunan'da ve bilhassa İslâm dünyasında tartışılagelmiştir. Vahdet-i Vücud ehli eşyayı, varlıkları "hayal derecesine indirir." Hakikatte eşya, birer hayal midir?

İşte burada da Said Nursî, tavrını Vahdet-i Vücudcuların bu görüşü aleyhlerine kullanıyor. Diyor ki:

"Cenab-ı hakkın Vacib'ül vücud ve mevcut ve vahid ve ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayal-î ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cabbar, ve Halîk isimleri gibi isimleri ise, tecellileri olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar (isimler), mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar, aslîdirler, tebai olamazlar. (Mektubât 84)

Bu sözlerden anlaşıldığına göre Allah'ın isimleri onların mazharı olan ayna, hakikî olamasa bile hakikîdir, isimler mevcut ismi gibi hakikattir, gölge değildir, aslîdir, aslî ve hakiki varlığa tabi olan ikinci dereceden olan şeyler (tebai) değildir.

Varlıkların gölge ve hayalî olarak görülmesi nereden neşet etmektedir? Üstad bu soruya şöyle cevap veriyor: Bu meşrep "Vacib'ül Vücud'un vücuduna (varlığına) hasr-ı nazar edip (nazarını Allah'ta yoğunlaştırıp), sair mevcudatı (diğer varlıkları) O (Vücud-u Vacibe) nispeten o kadar zaif (zayıf) ve gölge görür ki, vücud (varlık) ismine layık olmadığına hükmedip hayal perdesine sarıp , onları madum (yok) saymak, tasavvur etmek, yalnız Cilve-i Esma-i İlâhiye'ye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider. (Mektubât 448)

Demek ki Üstad, Vahdet-i Vücud ehlinin Allah sevgisini, Onun varlığı üzerine yoğunlaşması neticesinde Allah'ın yarattıklarını hayal ve gölge saymasına karşı çıkmaktadır. Bu onun realist bir bakış açısına sahip olduğunu da gösterir.

Vahdet-i Vücud'a, "Terk-i mâsivâ sırrıyla mümkünâttan alâkasını kesen", "daire-i esbaptan" geçen "ehass-ı havas," (aydınların en hası), "İstiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrep," olarak bakan Said Nursî, onu aslında maddecilerin ve tabiat perestlerin mesleğine en uzak meşrep olarakta görür. (Mektubât 449)

Çünkü*maddecilerin,*kâinat hesabına Allah'ı inkâr*etmelerine*karşı,*Vahdet-iVücud*ehli*Allah'ın varlığına*iman kuvvetiyle o kadar ehemmiyet veriyor ki bu da*mevcudatı inkâra*kadar varabiliyor.

Said*Nursî'nin kullandığı önemli*tabirlerden birisi "Daire-i*esbâbı yırtmak"(sebepler*dünyasını aşmak).*Sebeplere*bağlanıp*kalmaktan kurtulan ve*dünyada olup bitenleri umursamamak, hadiselerin en gerisindeki en*büyük*sebebeulaşabilen*kimseler*âlemde*vahdete*ulaşabilen*kimselerdir. Bunlar Vahdet-iVücud'tan*bahsedebilirler. Ya*"esbâbı" yırtamayanlar*bahsederlerse ne olur? Said*Nursî'nin cevabı*gayet*açıktır.*"Daire-i*esbâbı yırtıp çıkamayan*ve tesirinden kurtulamayan bir "ruh" vahdet-i*vücud'tan*dem vursa, haddinitecavüz etmiş*olur.*(Mesnevi Nuriye 256)

Said Nursî, Vahdet-i Vücud ile panteizmi veya maddeciliği Vahdet-i Vücud'tan ayırmaya özen gösteriyor; her ne kadar bazen ikisi için de ayrı tâbiri kullansa da: "daire-i esbâbı yırtanlar"la, yırtamayanlar; maddeye ve tabiata tapanlarla, tapmayanlar; Allah muhabbeti ile masivadan kurtulmak için masivayı "idam edenler"le, tabiatı tapınma mevzuu yapanlar.

Bu ince noktayı birbirinden ayıramayanlar, büyük karışıklığa (iltibasa) sebebiyet vermekteler. Üstad bundan dolayı iltibasa da dikkat çekmektedir, ona göre "Vahdet-i Vücud medâr-ı iltibas olmuş," "ehl-i hakîkatın medâr-ı ihtilafı olmuş bir acîb meslektir." (Mektubât 493).

Bu karışıklıktan dolayı Said Nursî, bazı ikâzlarda bulunma ihtiyacını duyuyor. Bu ikâzları şöyle toparlayabiliriz:

1. Bu meşrebi, esbâb içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden onları uzaklaştırmaktır.

2. Bu "Vahdet-i Vücud meselesini şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir:

a- "Hakaîk-i ulvîye, ehl-i gaflet ve esbâb içine dalan avamlara girerse, tabiat telâkkî edilir."

b-Avama girer ise hususen maddeci fikirleriyle dopdolu kafalara girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına ulûhiyeti inkâr yoluna gider. (Lem'alar 272).

c-Mâsivâyı inkâr ile ikiliği ortadan kaldırıyor.(ref ediyor); her bir şeyin müstakil varlığını görmemek için tâlimât fikrinin istilâsıyla, "Gururun ve enâniyetin (benliğin) nefs-i emmâreyi şişirmesiyle öyle şımartır ki; o nefis, ele avuca sığmaz hale gelir."

d-Allah'ın varlığının zarûretine (mukaddes ve münezzeh oluşuna) müvafık düşmeyen tasavvurlara sebebiyet verir, ve bâtıl telkinlere yol açar (medâr olur). (Lem'alar-273)

3. Vahdet-i vücud mesleğini sistemleştiren Muhyiddin-i Arabî etrafında sekiz asırdan beri münakaşalar yapılır: kimileri ona "şeyh-i ekber" (en büyük şeyh) derken kimileri de "şeyh-i ekfer" (en kafir şeyh) der.

İşte bu meselede Said Nursi, farklı bir tavır ortaya koyuyor: Onun nazarında Muhyiddin-i Arabî hâdî ve makbûldür. Fakat her kitabında muhdî (hidayet gösteren) ve mürşid olamıyor. Niçin her zaman mürşid olamıyor. Çünkü o, çoğu zaman ölçüsüz gidiyor; dolayısı ile "ehl-i sünnet" kurallarına muhalefet ediyor.

Üstada göre, onun bazı sözleri, zahirde delalet (sapıklık) ifade ediyor; fakat kendisi delaletten müberrâdır. (sapıklıktan uzaktır).

Said*Nursi son ihtarını Muhyiddin-i Arabî üzerine yapıyor.

4- "Evet, bu zamanda Muhyiddin-i Arabî'nin kitaplarını, hususen Vahdet-i Vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır." (Lem'alar 274)

Peki vahdet-i vücud, Hulâfa-i Raşidin'in ve sahabelerin mesleklerinden (gittikleri yoldan) daha mı yüksektir? Onlarda "Vahdet-i Vücud meşrebi (yaşanan tasavvufî hâl) sarih olarak görülmemiş. Daha sonra gelenler, daha ileri mi gitmişler, "bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?" Üstadın cevabı şöyledir:

"O meşreb ehl-i sahvın meşrebi değil, hem en yüksek değil! Ehl-i sahv olan sahabe ve sıddîkîn ve veresenin meşrepleri, vahdet-i vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbûldür.(Mektubât 493)

Burada özellikle bir noktaya dikkâtleri çekmek istiyoruz. Said Nursi, Muhyiddin-i Arabî'nin bazı sözlerinin dalâlet (sapıklık) ifade ettiğini söylüyor: ama, kendisinin de dalaletten beri (müberrâ) olduğunu ifade ediyor, ama kendisi dinden çıkmıyor. Bu nasıl olur? Halbuki biz olsak hemen tekfir eder, o kişiyi cehenneme göndeririz. Üstad Muhyiddin-i Arabî'yi küfürle itham etmiyor; böyle bir tercih yapmıyor. Bunun sebebini de çok hoş görülü bir tarzda ifade ediyor: "Bazen kelâm küfür görünür; fakat sahibi kafir olmaz."(Lem'alar 274)

Bence*Said*Nursi'nin en önemli mesajı, bu müsamahadır. Müslümanlar birbirlerini tekfir ederek şimdiye kadar çok zarar gördüler; ama hiçbir fayda elde etmediler.

Görülüyor ki Said Nursî Vahdet-i Vücud anlayışının felsefî ve fikrî temelinde; sebeplere saplanıp tabiatı ilâhlaştırmaya, Allah'ı inkâra varan maddeleri felsefeye açıkça ve şiddetle muhalefet ediyor, vahdet-i vücudu bu materyalist noktaya çekmek isteyenlere karşı çıkıyor.

Buna karşılık vahdet-i vücudu, fart-ı muhabbet-i ilâhiye (aşırı Allah sevgisiyle) Yahut mâsivâdan (Allah'tan gayrı her şeyden veya sebeplerden) kurtulma ve Allah yolunda birliğe (vahdete) ve huzura ulaşma yolu olarak kabul edenlere muhalefet etmiyor. Onların mâsivâyı hayâl saymalarını tasvip etmiyor; Allah'ın yarattığı varlıklar âlemini ve ondaki binbir çeşit varlığın hayâl sayılmasına gönlü razı olmuyor; çünkü onlar Allah'ın azametinin ve kudretinin ayetleri (delilleri) dir.

Bunun yanında Vahdet-i Vücudu bir seyr-i suluk meşrebi olarak yaşayabilenlere alkış tutuyor. Ama yine de bu mesleği okumuşlara yahut ateistlere anlatmanın doğuracağı zararlara işaret edip ihtarda bulunmayı bir vazife biliyor. Dolayısıyla Muhyiddin-i Arabî'yi tekfirden ve gelişi güzel şunu bunu küfürle itham etmekten, bazı sözler küfür ifade etse bile uzak durulması hususunda ikaz ediyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendisi vahdet-i vücut yolunu benimsemese bile, -çünkü sahabenin yolunu daha üstün görüyor- en güzel hoşgörü örneğini ve mesajını veriyor.

Makale Yazarı:

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay

Yorumları bekliyorum.
 

ihvan

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
14 Şubat 2015
Mesajlar
1,512
Tepkime puanı
10
Vahdet-i vücut, "Vücut'un vahdeti..."

Tasavvufun kendine has olan kriterlerini, bendeniz, İslami bulmuyorum...

Allah vardır ve tek'tir. Alem de (ne varsa, canlı cansız) O'nun eseridir. Tamamını yoktan var etmiştir (Bed'i).

Mertebe de budur... Derinlik de budur... İnce anlayış da budur...
 

Zümrüdü Anka

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
4 Aralık 2014
Mesajlar
402
Tepkime puanı
26
Vahdet-i vücut, "Vücut'un vahdeti..."

Tasavvufun kendine has olan kriterlerini, bendeniz, İslami bulmuyorum...

Allah vardır ve tek'tir. Alem de (ne varsa, canlı cansız) O'nun eseridir. Tamamını yoktan var etmiştir (Bed'i).

Mertebe de budur... Derinlik de budur... İnce anlayış da budur...

Ihvan hocam şu kısım bence çok önemli :



İşte bu meselede Said Nursi, farklı bir tavır ortaya koyuyor: Onun nazarında Muhyiddin-i Arabî hâdî ve makbûldür. Fakat her kitabında muhdî (hidayet gösteren) ve mürşid olamıyor. Niçin her zaman mürşid olamıyor. Çünkü o, çoğu zaman ölçüsüz gidiyor; dolayısı ile "ehl-i sünnet" kurallarına muhalefet ediyor.

Üstada göre, onun bazı sözleri, zahirde delalet (sapıklık) ifade ediyor; fakat kendisi delaletten müberrâdır. (sapıklıktan uzaktır).

Kendisi delaletten uzak ve sözleri zahirde delalet...

Peki ya batında ? İnsanların bilmedikleri bir konuda büyük bir evliyayı kafir ilan etmeleri.

Hocam Vahdet-i Vucud hakkında pek az bir bilgim var ama bir düşüncem var oda bence bu konuda Şeyhül Ekberin haklı olduğu Bediüzzaman'ın büyük evliya dediği, Gavs-ı Azam Seyyid Abdülkadir Geylani'nin hırkasını hediye ettiği zat için söylenenler doğru değildir diye düşünüyorum.

İslami olup olmadığına gelince ise bu yüzden islamda bir çok yol var ama hepsinin ortak noktalari kuran sunnet ve hadis olmak sartiyla benim niyetim hepsi hakkinda bilgi sahibi olmak inşallah.

Selam ve dua ile.
 

ihvan

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
14 Şubat 2015
Mesajlar
1,512
Tepkime puanı
10
Tamam da Bediuzzaman da eleştirdiği hususların merkezinden çıkamamıştır. Kriterler onu da esir etmiştir.
Tartışmak yok fikrimi söyledim.
Bitti, selamlar...

NOT

Bediuzzaman Said Nursi'nin Risaleleri müntesipleri tarafından kabirlerde "dua maksatlı" okunuyorsa, böyle bir hatanın faili sadece müntesiplerinde değildir, o eserleri vücuda getiren de o kriterlerden oraya bir şeyler serpiştirmiştir.
Bunları konuşmanın bir anlamı yoktur, tasavvufu seven arkadaşlar belki benim kadar onun içersinde olmamışlardır, ben bulundum ve yaşadım, az çok neyin ne olduğunu biliyorum.
Selamlar...
 

Gelin1olalım

Yeni Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
20 Eylül 2015
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Bir tavsiye: nasıl ki çarpım tablosu bilinmeden, matematikte integral hesapları yapılamayacağı gibi. Kalp tamamen temizlenmeden de bu husus çözülemez.
Demek ile gerçekten denmiş olunmaz. Günümüzde de tasavvufi konuşan pek çok insan var bir keresinde o kadar güzel bir sözle karşılaştım ki profildeki resmini görünce ezbere konuştuğunu anladım. Çünkü profilde ki şahıs mini etekli, ağzını açmış dili dışarda, göğüs dekolteli biriydi. Genel durumda bundan ibarettir aslında. İlimsiz malesef hakiki iman olmuyor. Hakiki iman olmadan ihlas ve kalp de bulunmuyor. Tüm bunlar olmadan kalbi bazı keşifler olmadan da gerçekler görünmüyor. Allah ilmimizi, zikrimizi, fikrimizi artırsın.
 

uslu_çocuk

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
20 Ocak 2016
Mesajlar
60
Tepkime puanı
2
Baktığımızda gördüğümüz şey:

Allah mı?

Allah'ın eseri mi?

İncelik vereceğimiz cevapta gizlidir.

Haşa Allah'ı dünyada nasıl görelim, mümkün olsaydı ulul azim peygamber Musa (as) görürdü. Biz mahluğu görüyoruz. O'nun yarattığını.
 

osisko

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
6 Aralık 2015
Mesajlar
46
Tepkime puanı
1
Vahdet-i vücut, "Vücut'un vahdeti..."

Tasavvufun kendine has olan kriterlerini, bendeniz, İslami bulmuyorum...

Allah vardır ve tek'tir. Alem de (ne varsa, canlı cansız) O'nun eseridir. Tamamını yoktan var etmiştir (Bed'i).

Mertebe de budur... Derinlik de budur... İnce anlayış da budur...


Tasavvufun İslam dışı bir ahvalini gösterin.

Sizin, Tasavvufun İslami bulamadığınız yanı, sizin İslamın anlayamadığınız yanıdır. Tasavvuf dinin özüdür. Kelam ilmi değil, hal ilmidir. Satır ilmi değil, sadır ilmidir.. Yaşayandır ..

Hz. Allah "bilinmekliğimi diledim" buyuruyor. Tasavvuf ehli, Allah 'ı bilen, Allah 'ı idrak edendir.

Tasavvuf ehli, inanmak zorunda olduğu bir Yaratıcıya değil, bildiği Allah 'a inanır.

Tornadan çıkmış insan modeli, ancak avam işidir. Kendisini alemlerin de üzerinde gören, başka anlayış ve kavrayıştan habersiz, cennet-i alanın kapısında hazır ve nazır olarak kendisini gören de yine avamdır.

Varlık ve benlik insanı hiç bir yere götürmez. Tam aksine yolda bırakır...

Bendeniz de sizin Allah 'ı bilerek değil, inanmak zorunda olduğunuz bir yaratıcıya inandığınızı düşünüyorum..
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Tasavvuf şirktir ve tevhide terstir, geçmişte ne kadar sempati duysamda bazı sitelerdeki yazıları okuduktan sonra gördüğüm yerde kaçıyorum.
 

osisko

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
6 Aralık 2015
Mesajlar
46
Tepkime puanı
1
Tasavvuf şirktir ve tevhide terstir, geçmişte ne kadar sempati duysamda bazı sitelerdeki yazıları okuduktan sonra gördüğüm yerde kaçıyorum.
Kişinin bilmediği, anlamadığı, idrak edemediği bir konuda yorum yapması kadar tehlikeli bir davranış olamaz.

"Tasavvuf şirktir" kelimesini kullanma cesaretini gösteren kişi, Allah 'ın rahmetini idrak edememiş demektir. Tasavvuf tevhide ters olmaz, olamaz. Aksine Dinin özüdür, yaşama biçimidir.

Tasavvuf, Manadır, dinin aslı ve özüdür. İhlas, takva, veradır..

Din ilahidir. Din Hz. Allah 'ın cümle kullarına bahşeylediği tertibi ilahidir. Allah 'ın kanunlarını inceleyerek ilave etmenin ve noksanlık aramanın kişinin aczinden ve bilgisizliğinden başka izahı yoktur.

Maalesef kevni hakikatlerden öte gitmeyen felsefeci ilim sahipleri, alimler, gerçekleri Kur'an'da bariz görseler de kabul etmeleri akılcı dinlerine ters düşer.

Bugünkü gerçek ehli tarikin çektiği işkence ve eza na ehlin tutumundan, dini tedrisat gören kişilerin de felsefeyi benimsemelerinden kaynaklanıyor. Nakil olan dini İslamı akıla dönüştürmelerinin perişanlığını yaşıyoruz.

Hakikatler felsefe ile çözülmez. İhlas, takva, vera ancak Allah 'a ve Resulüne acabasız imanla elde edilir. Bu rahmet yolunun ismi tasavvuftur. Kesinlikle felsefe değildir!...

"Aklın yolu zan ve tahmindir. kalbin yolu ise temaşa ve hayranlık".

Bütün alemi kendi etrafın kadar zannediyorsun ki, bu büyük kelamı kullanmışsın. Yazık ki, yazık..!

Tasavvufa şirktir diyen kişi kendisi şirkin ve batağın içerisindedir.
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Kişinin bilmediği, anlamadığı, idrak edemediği bir konuda yorum yapması kadar tehlikeli bir davranış olamaz.

"Tasavvuf şirktir" kelimesini kullanma cesaretini gösteren kişi, Allah 'ın rahmetini idrak edememiş demektir. Tasavvuf tevhide ters olmaz, olamaz. Aksine Dinin özüdür, yaşama biçimidir.

Tasavvuf, Manadır, dinin aslı ve özüdür. İhlas, takva, veradır..

Din ilahidir. Din Hz. Allah 'ın cümle kullarına bahşeylediği tertibi ilahidir. Allah 'ın kanunlarını inceleyerek ilave etmenin ve noksanlık aramanın kişinin aczinden ve bilgisizliğinden başka izahı yoktur.

Maalesef kevni hakikatlerden öte gitmeyen felsefeci ilim sahipleri, alimler, gerçekleri Kur'an'da bariz görseler de kabul etmeleri akılcı dinlerine ters düşer.

Bugünkü gerçek ehli tarikin çektiği işkence ve eza na ehlin tutumundan, dini tedrisat gören kişilerin de felsefeyi benimsemelerinden kaynaklanıyor. Nakil olan dini İslamı akıla dönüştürmelerinin perişanlığını yaşıyoruz.

Hakikatler felsefe ile çözülmez. İhlas, takva, vera ancak Allah 'a ve Resulüne acabasız imanla elde edilir. Bu rahmet yolunun ismi tasavvuftur. Kesinlikle felsefe değildir!...

"Aklın yolu zan ve tahmindir. kalbin yolu ise temaşa ve hayranlık".

Bütün alemi kendi etrafın kadar zannediyorsun ki, bu büyük kelamı kullanmışsın. Yazık ki, yazık..!

Tasavvufa şirktir diyen kişi kendisi şirkin ve batağın içerisindedir.
Şemsin bir sözü var, severim: "Hak Yol' unda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil.Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil."

Öncelikle kısa bir yorum getirdiğim ve beni tanımadığınız için yanlış bir zanna düşüp konudan bir haber olduğumu sanmışsınız.Bunu savunma refleksinize ve hevesinize veriyorum.Ancak ben tasavvufa şirk dedim, siz ise tasavvufu kabul etmediğim için benim şirkte olduğumu iddia edip korkunç bir ithamda bulundunuz bence izin verin Allah kendisi karar kılsın, hangimiz yoldan çıktıysa da onu rızası varsa eğer yola soksun...

Ben bir Kur'an müslümanıyım ve Allahın çizdiği sınırlar ve sözü beni ilgilendirir, hangi şartta olursa olsun bunun dışına çıkamam, Allah kitabında benden korkun, gazabımdan irkilin, rahmetimi bekleyin, sabredin, beni bilin ve hep ben,ben,ben diye uyarıyor sanki tevhidi doğrular gibi zaten tevhid de islamın direği, başı ve sonu.

Tasavvuf ise ne kadar İslamı kendi özelinde tekelleştirmek istesede, kendisi farklı bir dindir, Panteizm ile İslamı harmanlayıp kendi apayrı hakikatini oluşturmuştur ve bu söz her mevcud Allahtır diyerek yani vahdet-i vücud ile ortaya çıkar, herşey Allah isede ortada kötü birşey yoktur, herşey iyidir, masumdur gibi bir söz çıkar zaten Mevlana mesnevisinde şeytanı, firavunu över, onlar benim pirim falan der, hallac-ı mansur da şeytan ve firavunu şüphe götürmeksizin açıkça över, hatta mevlana mesnevisi için bu göklerden inmedir gibi sapkınca bir söze girişir, üzerine Allahın Kur'an ı özel olarak övdüğü ayetleri kendi mesnevisi için kullanıp sanki Allahın sözü etkisi yaratır, biraz sonra aşağıda ispatlarını atacağım, eğer samimi ve ciddi iseniz okursunuz..Ayrıca Kur'anda ayet var, kendi eliyle yazıp bu Allahın sözüdür diyenlere çok kızıyor Allah, mevlana işte bunu yapıyor...

Mesela bu kadın tasavvufçu değil mi, ama ibrahimin kabede kırdığı heykelleri şevkle övüyor.Bundan büyük şirk var mı? tevhidi yok etmek bundan kolay olamazdı.Zaten mekkedeki müşrikler biz o taşlara tapmıyoruz onun temsil ettiği Tanrıya inanıyoruz diyordu.

Sen putları (kendine) ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum." (Enam Suresi, 74)

Son olarak şu iki yazıyı sabırla okursan neden şirk dediğimi anlarsınız:
 

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,015
Tepkime puanı
423
Şemsin bir sözü var, severim: "Hak Yol' unda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil.Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil."

Öncelikle kısa bir yorum getirdiğim ve beni tanımadığınız için yanlış bir zanna düşüp konudan bir haber olduğumu sanmışsınız.Bunu savunma refleksinize ve hevesinize veriyorum.Ancak ben tasavvufa şirk dedim, siz ise tasavvufu kabul etmediğim için benim şirkte olduğumu iddia edip korkunç bir ithamda bulundunuz bence izin verin Allah kendisi karar kılsın, hangimiz yoldan çıktıysa da onu rızası varsa eğer yola soksun...

Ben bir Kur'an müslümanıyım ve Allahın çizdiği sınırlar ve sözü beni ilgilendirir, hangi şartta olursa olsun bunun dışına çıkamam, Allah kitabında benden korkun, gazabımdan irkilin, rahmetimi bekleyin, sabredin, beni bilin ve hep ben,ben,ben diye uyarıyor sanki tevhidi doğrular gibi zaten tevhid de islamın direği, başı ve sonu.

Tasavvuf ise ne kadar İslamı kendi özelinde tekelleştirmek istesede, kendisi farklı bir dindir, Panteizm ile İslamı harmanlayıp kendi apayrı hakikatini oluşturmuştur ve bu söz her mevcud Allahtır diyerek yani vahdet-i vücud ile ortaya çıkar, herşey Allah isede ortada kötü birşey yoktur, herşey iyidir, masumdur gibi bir söz çıkar zaten Mevlana mesnevisinde şeytanı, firavunu över, onlar benim pirim falan der, hallac-ı mansur da şeytan ve firavunu şüphe götürmeksizin açıkça över, hatta mevlana mesnevisi için bu göklerden inmedir gibi sapkınca bir söze girişir, üzerine Allahın Kur'an ı özel olarak övdüğü ayetleri kendi mesnevisi için kullanıp sanki Allahın sözü etkisi yaratır, biraz sonra aşağıda ispatlarını atacağım, eğer samimi ve ciddi iseniz okursunuz..Ayrıca Kur'anda ayet var, kendi eliyle yazıp bu Allahın sözüdür diyenlere çok kızıyor Allah, mevlana işte bunu yapıyor...

Mesela bu kadın tasavvufçu değil mi, ama ibrahimin kabede kırdığı heykelleri şevkle övüyor.Bundan büyük şirk var mı? tevhidi yok etmek bundan kolay olamazdı.Zaten mekkedeki müşrikler biz o taşlara tapmıyoruz onun temsil ettiği Tanrıya inanıyoruz diyordu.

Sen putları (kendine) ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum." (Enam Suresi, 74)

Son olarak şu iki yazıyı sabırla okursan neden şirk dediğimi anlarsınız:

Önceki mesajdan linkleri sildim, tekrar link vermişsin... bir fikir beyan edeceksen kendi fikirlerini kendi ifadenle yazabilirsin. Ayrıca linkteki yazıyı yazanın mesnedi nedir! Kimdir, neyin nesidir! Hem yazının içeriğinde, hem yayınlanmış yorumlarda çok çirkin küfürler mevcut!

Mesela:
Çocuk baktı ki Neo'dan bir ....... olmayacak, hemen Neo'ya bir tüyo verir.

"Bak bu yazının altında Kuran ayetlerine zıt gitmek pahasına bu adamları savunan müslümanlar (!) göreceksin. Anla işte bu adamların nasıl böyle ............'ı kalkıyor, nasıl Allah'lık ilan edecek kadar ileri gidebiliyorlar."

ya yok. din saçmalıkları hiç okunmuyo ya. dinlerin yalan olduğunu kanıtlayan insanlar olarak dini şeylere 1 saniye bile harcayamıyoruz öylesine bıktıkki...
Yukarıdaki saçmalıkları içeren, Ne idiğü belli olmayan kişilerin anlamsız ifadelerini bir islami forumda referans mı gösteriyorsun! Müslüman isek, kendimize bu şekilde referanslar edinmemeliyiz. Tasavvuf bir zorunluluk değildir. Madem bu konuyu araştırıyorsun böyle; müslüman mı- ateist mi- deist mi- budist mi!!! ne olduğu belli olmayan kişilerin bulunduğu platformlardan uzak dur! Doğru kaynaklardan araştırma yapmak lazım!
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Önceki mesajdan linkleri sildim, tekrar link vermişsin... bir fikir beyan edeceksen kendi fikirlerini kendi ifadenle yazabilirsin. Ayrıca linkteki yazıyı yazanın mesnedi nedir! Kimdir, neyin nesidir! Hem yazının içeriğinde, hem yayınlanmış yorumlarda çok çirkin küfürler mevcut!

Mesela:
Yukarıdaki saçmalıkları içeren, Ne idiğü belli olmayan kişilerin anlamsız ifadelerini bir islami forumda referans mı gösteriyorsun! Müslüman isek, kendimize bu şekilde referanslar edinmemeliyiz. Tasavvuf bir zorunluluk değildir. Madem bu konuyu araştırıyorsun böyle; müslüman mı- ateist mi- deist mi- budist mi!!! ne olduğu belli olmayan kişilerin bulunduğu platformlardan uzak dur! Doğru kaynaklardan araştırma yapmak lazım!

Sanırım buranın moderatörü sensin, birincisi attığım youtube bağlantısını niye sildin, hadi diğerlerini anlıyorum, uslup farklı gelebilir ama verdiği örnekler gerçektir ve ben hepsini teker teker buraya atamam, zaten kendi görüşlerim bu olduğu için atıyorum bir anlamda da uyarıyorum.
 

osisko

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
6 Aralık 2015
Mesajlar
46
Tepkime puanı
1
Ben tasavvufa şirk dedim, siz ise tasavvufu kabul etmediğim için benim şirkte olduğumu iddia edip korkunç bir ithamda bulundunuz bence izin verin Allah kendisi karar kılsın, hangimiz yoldan çıktıysa da onu rızası varsa eğer yola soksun...

Tasavvufa nasıl şirk diyebilirsiniz.?

Sizin Tasavvufa şirk diyebilmeniz normal, benim sizin bu düşüncenizden dolayı sizin şirkte olduğunuzu ifade etmem, korkunç bir itham öyle mi.?

Şirk nedir, ne değildir biliriz. Varsa şahidi olduğunuz şirk içeren bir durum, paylaşırsınız, lisanımız el verdiğince izah etmeye çalışırız. Doğrudan Tasavvuf şirktir gibi lodoslama bir itham, ne itham edilene, ne de itham edene yakışır.

Ben bir Kur'an müslümanıyım ve Allahın çizdiği sınırlar ve sözü beni ilgilendirir, hangi şartta olursa olsun bunun dışına çıkamam, Allah kitabında benden korkun, gazabımdan irkilin, rahmetimi bekleyin, sabredin, beni bilin ve hep ben,ben,ben diye uyarıyor sanki tevhidi doğrular gibi zaten tevhid de islamın direği, başı ve sonu.

Ben Kuran müslümanıyım diye bir ifade şekli yoktur. Allah 'ın çizdiği sınırlar ve sözünü idrak etmiş bir kişi, Allah 'ın namütenahi ilmini, tertip, tanzim ve taktirini de idrak etmiş demektir ki, bu bilişi ile hiç bir usül ve erkana dil uzatmaz, uzatamaz.

Her şeyleri bilen, idrak eden, izah, ikaz, irşad vazifeniz mi var ki, siz yok dediğinizde olmayacak, var dediğinizde olacak..!

Size göre, Abdulkadir Geylani, Ahmed el Bedevi, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şems-i Tebrizi, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Beyazidi Bestami Veli, ve daha nice Evliyaullah yanlış yoldalar imiş ..

Allah korkusu olan bir kişi, kendi bildiğini zannettiği kulaktan dolma bilgilerle etrafa saldırmaz, itham etmez. Bu bağlamda Müslümanlığı ifade edebilecek bir bilgi birikiminiz olmadığı da aşikar.

Mesela desem ki; Hz. Allah Kuran 'da, Mürşid, Evliya, Veli, Resûl, Peygamber, Uyarıcı gibi ifadeler kullanmış. Bunların her biri neyi ifade eder.? Konuya açıklık getirmeye buradan başlayın.

Tasavvuf ise ne kadar İslamı kendi özelinde tekelleştirmek istesede, kendisi farklı bir dindir, Panteizm ile İslamı harmanlayıp kendi apayrı hakikatini oluşturmuştur ve bu söz her mevcud Allahtır diyerek yani vahdet-i vücud ile ortaya çıkar, herşey Allah isede ortada kötü birşey yoktur, herşey iyidir, masumdur gibi bir söz çıkar

Tasavvufa din dedin, sorumlu oldun. Bilmiyorsun kardeşim, bilmiyorsun. Din nedir biliyor musun.? Ayet versin sana cevabı..

Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.
Ali İmran 85

Tasavvuf Din-i İslam 'ı yaşam biçimidir. Tasavvuf ehli ise, Peygamber efendimizin asr-ı saadette uyguladığı haller üzeredir. Dervişan, dergah adabı, edebi ile yetişir, yaşar ve tatbik eder. Günlük virdini, ibadetlerini, nafile ve gece namazlarını her gün, Allah 'ın emri İslam 'ın temel ibadet ve taatlarını aksatmadan yerine getirir. Dünya için değil, ahiret için çalışır.

Birini bir diğerinden öne almayıp, at başı yürütmeye çabalar. Yani ne dünyası için ahiretini, ne ahireti için dünyasını ötelemez, ertelemez. Dünya kazanç yeridir, ahiretin tarlasıdır. Burada eker, ahirette biçmeyi Hz. Allah 'tan umar, diler, arzu eder, ister. Tasavvufun bu çizgiler içerisinde şirk olan bir yanı var ise buyur bahset. Birilerinde gördüğün halleri de genelleme yaparak başkalarına yamama..!

Hele ki Evliyaullah 'a dil uzatma. Buna ne haddin ver, ne hakkın. Sen, senden mesulsün, başkalarından değil. Kendisine bak, kendisine bakmayı beceremeyen ziyandadır.

Kainat Vahdet-i Vücud 'dur. Tasavvuf her mevcudata Allah 'tır demez. Her mevcudatta Allah 'ın sıfatlarını görür. Allah 'ın yaratma sanatını, her zerrenin var oluşundaki hikmetleri, her şeyin aslını, hiç bir zerrenin aslının kötü olmadığını, her bir zerrenin bir diğeri ile olan bağını görür.

Vahdet, teklemek, birlemek, bütün manalarındadır. Kainat tek bir vücut değil mi.? Neyin hesabını yapıyorsun.?

Zaten Mevlana mesnevisinde şeytanı, firavunu över, onlar benim pirim falan der, hallac-ı mansur da şeytan ve firavunu şüphe götürmeksizin açıkça över, hatta mevlana mesnevisi için bu göklerden inmedir gibi sapkınca bir söze girişir, üzerine Allahın Kur'an ı özel olarak övdüğü ayetleri kendi mesnevisi için kullanıp sanki Allahın sözü etkisi yaratır, biraz sonra aşağıda ispatlarını atacağım, eğer samimi ve ciddi iseniz okursunuz..Ayrıca Kur'anda ayet var, kendi eliyle yazıp bu Allahın sözüdür diyenlere çok kızıyor Allah, mevlana işte bunu yapıyor...


Mevlâna Celâledin-i Rûmi, sizin bilmediğiniz bir lisandan, sizin anlamadığınız bir konuyu, sizin anlayamayacağınız bir ifade üslubu ile anlatmıştır.

Hak gözü ile bakmayı becerebilir isen, her şey Hak 'tır. Şer gözü ile bakarsan, hayırdan bile şer çıkartırsın. Hata, kusur, bakan gözdedir.

Kıssa;

Sünbül Sinan hazretlerinin üç halifesi var idi. Üçünü de huzuruna çağırıp, her birine ayrı, ayrı sordu. Önce diğer iki talebesine;

-Zamanın kutbu siz olsa idiniz ne yapardınız.?

Birincisi; Okullar, medreseler, mescidler, camiler yaptırırım. Han ve hamamlar açarım v.s

İkincisi; Meyhaneleri, kahve haneleri, umumhaneleri kapatırım v.s

Üçüncüsü olan Merkez efendiye sıra geldiğinde;

- Her şey yerli yerinde efendim deyip, boyun kesiyor..!

Buradan senin pek bir mana çıkarmanı beklemiyorum lakin, "her şeyin sahibi Allah diyeceksin, yapan, yaptıran Allah diyeceksin, güç, kuvvet, kudret Allah 'ın diyeceksin, hayrihi ve şerrihi minAllahû tela diyeceksin..!

Sonra kalkıp, Allah 'ın imtihanının rengi, şekli, kokusu, türü, tarzı belliymiş gibi kainattaki olaylara, hadiselere kendince ve kendinde müdahale etme şansını, hakkını göreceksin..! Yok öyle bir iman, inanç, itikat.

"Her ne etmiş ise adalettir Cenab-ı kibriya, her kazaya, her belaya kıl rıza Allah kerim"..

Yapan O, yaptıran O, yapmayan O, yaptırmayan O, tertip O'nun, tanzim O 'nun, taktir O 'nun..!

Anlaya bildin ise, sana boyun kesmek düşer. Müdahale etmek, değiştirmek, eleştirmek değil..! Ortaya çıkan her bir durum, Allah 'ın müsaadesi iledir. Dışında değil..
 

osisko

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
6 Aralık 2015
Mesajlar
46
Tepkime puanı
1
Ressamın birisi bir tablo çizer. Ve kendisinden emin olarak şöyle bir iddia ortaya atar;

-Kim ki bu tabloda bir kusur bulur, ona yüz altın vereceğim.. der.

-Her ilden, her yöreden insanlar akın, akın gelirler ve resimde bir kusur aramaya başlarlar.

Resmin sergilendiği yerin temizlikçisi de resmi inceler ve buldum der.. Kusuru buldum.

Ressam gelir ve sorar..

- Kusur nerede.?

Hizmetçi;

- Resimdeki şahsın ayağındaki çizmelerin bir boğumu eksik..! der.

Esnafları, ayakkabıcı, çizmecileri yoklayıp sorarlar.. Hakikaten çizmenin boğumu eksik mi.? Kaç boğum olması gerekir diye. Ve sonuçta adam haklıdır ve resimdeki çizmede bir boğum eksiktir.

Bunu nereden bildin diye sorduklarında ise daha evvel çizmecide çalıştığını ifade eder ve neticede ödülü alır.

Fakat adam bununla yetinmez ve gelip gidip resmi inceler, bir yerlerinde daha başka kusur aramaya devam eder ve şurası şöyle olacaktı, burası böyle olacaktı diye terbiyesizleşmeye başladığında, sert bir ikaz ile uyarılıp, uzaklaştırılır;

- Sakın çizmeyi aşma..!

Sakın çizmeyi aşma..!
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Burada özel mesaj gönderilmiyor, bu yazdıklarımı yayınlama yalnız şu mesajı siz atana kadar görmedim bile, hatta yorumlara bakmam, orası sonuçta bir blog, sizin dikkatinizi çekmiş, ben ilgilenmem yani

o blog u yazan kişiyide 5 yıldan fazladır tanıyorum, uslubu öyle, akıcı olsun diye argo kullanabiliyor, ama islam konusunda çok net olduğunu okursanız anlarsınız,
 

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,015
Tepkime puanı
423
burada özel mesaj gönderilmiyor, bu yazdıklarımı yayınlama yalnız şu mesajı siz atana kadar görmedim bile, hatta yorumlara bakmam, orası sonuçta bir blog, sizin dikkatinizi çekmiş, ben ilgilenmem yani

o blog u yazan kişiyide 5 yıldan fazladır tanıyorum, uslubu öyle, akıcı olsun diye argo kullanabiliyor, ama islam konusunda çok net olduğunu okursanız anlarsınız,
Ben şahsen kimsenin işine karışmıyorum... fakat bu şekilde uslubu olan, kim olduğu belli olmayan birine asla itibar etmem ve yazısını okumam! Linkini yayınlamam. Sadece göz attım ve birçok anlamsız, dayanaksız, bozuk ifadeli yazı gördüm. Kendi fikrim beni ilgilendirir ama ilk izlenim olarak; ne olduğu belli olmayan bir platform!
Sonuç olarak herkes dilediği yoldan gidebilir ve gidiyor da: İsteyen Allah c.c'nün yolundan gider, isteyen 5 yıldır tanıdığı birinin yolundan, isteyen tasavvufa gönül verir, isteyen vermez. Herkes kendi yolunun sorumlusudur!

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabb’imiz ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların peşine düşüp gider.” (Buhârî. Rikak: 52)

Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. Peşine düşüp gittiği lideri orada nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)

En doğrusunu Rabbim bilir.
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Ben şahsen kimsenin işine karışmıyorum... fakat bu şekilde uslubu olan, kim olduğu belli olmayan birine asla itibar etmem ve yazısını okumam! Linkini yayınlamam. Sadece göz attım ve birçok anlamsız, dayanaksız, bozuk ifadeli yazı gördüm. Kendi fikrim beni ilgilendirir ama ilk izlenim olarak; ne olduğu belli olmayan bir platform!
Sonuç olarak herkes dilediği yoldan gidebilir ve gidiyor da: İsteyen Allah c.c'nün yolundan gider, isteyen 5 yıldır tanıdığı birinin yolundan, isteyen tasavvufa gönül verir, isteyen vermez. Herkes kendi yolunun sorumlusudur!

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabb’imiz ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların peşine düşüp gider.” (Buhârî. Rikak: 52)

Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. Peşine düşüp gittiği lideri orada nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)

En doğrusunu Rabbim bilir.

Şimdi önce size cevap vereyim.Burası bir forum, internet ortamı sizin islama hangi açıdan baktığınızı, kim olduğunuzu bile bilmiyorum, sizde aynı şekilde beni... Burasının düzenini ben sağlıyorum, içeriklere dikkat ediyorum demenize saygı duyuyorum, olabilir, yalnız önyargılı olmanızı hoş karşılamadım.Şu hayatımda ne kimsenin ipine bel bağlarım ne de kendi ipimi insanlara satarım, Allahın herkese verdiği özgür irade vardır, herkes de nasibi kadar bilebilir, buna inanırım.Ama okumak, araştırmak, eşelemek güzeldir insanı farkında olmadığı gafletlerden uyandırır, ilk emirde Allah oku demiştir, ama o kelimenin anlamı sadece oku değildir, oku,araştır,soruştur gibi eş anlamlara geliyor.Ben burada hiçbir yanlış görmüyorum.

O blogu başlatan ve yazan arkadaşta ateistken müslüman olmuş ve belki onbinlerce kişiyide araştırma yazılarıyla uyarmış, müslüman yapmıştır ve çağımızın her yönden yozlaşmış dünyasına kendi uslubuyla çizik atmıştır, size ters gelebilir, ama içerik olarak yazdıkları doyurucudur, uyarıcıdır, din adamları yanlışlarını bildikleri halde tasavvufa hala sempati duyarken, tokadı basmıştır neyse zaten savunma gibi bir amacım yok, kim nedir ne değildir bilin diye yazıyorum.

Ayrıca Allaha gidiş ve tek yol Kur'an dan geçer, Allahın kelamıdır, ne herhangi bir derviş,hacı,hoca ne herhangi bir tarikat,grup,cemaat ne de herhangi bir ruhçu akımdır, tasavvuf gibi, Kur'an da herşey apaçıktır, zaten bu yüzden ayetlerin %95 i muhkem sınıfındadır, biliyorsanız eğer peygamber efendimizin ümmetinden tek şikayeti olacaktır, o da ayetle sabittir:

Furkan (27-29) O gün zalim, parmaklarını ısırır "Eyvah! der, keşke o Peygamberle birlikte yol tutsaydım. Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı (işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da) yüzüstü, yalnız bırakır."

Furkan (30) O gün Peygamber: "Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı terk edip ondan uzaklaştılar!" der.

Furkan (31) Biz böylece her peygambere, suçlulardan bir düşman musallat ettik. Kılavuz ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

Yani Kur'an tek başına yeter,eksizdir ve Allah belki 50 tane farklı ayette hala akıl etmediniz mi? diyor defalarca, neden acaba bunları yazdı ve bu kadar tekrar etti değil mi? Demek ki ümmet olarak nasibimizi almıyoruz Kur'an dan, bir yerde birileri hata yapıyor...
 

samed22

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
19 Temmuz 2015
Mesajlar
18
Tepkime puanı
0
Tasavvufa nasıl şirk diyebilirsiniz.?

Şirk arkadaşım, şirk, sen beni sofu sanıyorsun herhalde, merak etme neyin ne olduğunu çok iyi biliyorum, tasavvufun ayrıntılarınıda biliyorum, çünkü tecrübe ettim, zamanında sempati duydum hatta hatta kimseye söylemeden melami olduğuma inandım, çünkü farkında olmadan, haberim yokken o adamlarla aynı duyguları paylaştım, aynı eylemleri yapmıştım, sonra öğrendim melamilik en yüksek dereceymiş bu tasavvufçularda, hala eğilimim olsa da ruhen ben döndüm bu yoldan, çünkü gördüm ki mevlana şeytanı,firavunu övüyor, eliyle yazdığı kitaba Allah ın kelamı,göklerden inme diyor[Artık vay hallerine; Kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah Katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (Bakara Suresi, 79)], valla kusura bakma benim inandığım Allah ve onun emirleri bunlarla çelişiyor, o yüzden hepsini bir kalemde silerim, bu yüzden sen tasavvufa bense islamı takip ediyorum, ikisi taban tabana zıt öğretiler ister evliya olsun ister mevlana, kendi düşüncelerimin bile kredisi yok gözümde yalnız Allah ın sınırlarına bakarım, kendimi hizaya alırım, zaten Allah ben istediğime makam veririm diyor yani sen istediğin kadar tasavvuf kassanda,fenafillah olsanda nasibinden bir adım ileri gidemezsin, Allah şaşırtmasın,bu yüzden bana evliya falan deme,

Bak ben sana biraz arka plan anlatayım, İslamdaki batınilik kolu tasavvufu doğurmuştur, ama bu batinilikte hristiyanların radikal bir mezhebi veya görüşü olan gnostizm den kopyalanarak islama girmiştir, (mesela tasavvufu bilmeden önce gnostik öğretileri mantıklı bulmuş biriydim)

tasavvuf ile gnostizm aynı şeylerdir ve gnostizm panteist uzak doğu öğretilerinden Hristiyanlığa girmiştir.

neyse kime ne anlatıyorum, senden rica edicem youtube a gir ve "cemalnur sargut şirk" yazıp çıkan ilk video yu aşağıdaki yorumum ve ayet parelelinde yorumla burada, bu kadın şuan en büyük ve en aktif tasavvufçu, kitapları var,seminerler veriyor, cemaati var yani hadi bakalım...

Hz ibrahimin kabede kırdığı heykelleri şevkle övüyor.Bundan büyük şirk var mı? işte tasavvufun özeti budur, Tevhidi yok etmek bundan kolay olamazdı.Zaten mekkedeki müşrikler biz o taşlara tapmıyoruz onun temsil ettiği Tanrıya inanıyoruz demiyor muydu?

Sen putları (kendine) ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum." (Enam Suresi, 74)

Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)
 
Üst Alt