- Katılım
- 6 Eylül 2012
- Mesajlar
- 488
- Tepkime puanı
- 1

Bir Üniversite Hocasının Otuz Yılın Sonundaki Gözlemleri
Üniversite sınavı ve istediğimiz bir üniversiteyi kazanmak hayatımızın en önemli dönüm noktalarından biri. Üniversiteyi kazanınca kendimizi hayatımızla ilgili her şeyi “halletmiş” gibi hissederiz. Yoksa asıl iş üniversiteye girdikten sonra mı başlıyor? Üniversitedeki başarımız hayatımızda neleri değiştirebilir? Üniversitede ve hayatta başarılı olmanın formülü ne? Başarının ve hayatın anlamı nedir?
İşte tüm bu soruların yanıtlarını bulmak için, binlerce öğrenci yetiştirmiş,yıllarını eğitime ve öğretime adamış, Bilkent Üniversitesi Matematik Bölümü’nden Prof. Dr. Ali Sinan Sertöz ile “üniversite ve hayat” üzerine sohbet ettik ve “keşke böyle bir sohbeti üniversiteye başladığımız yıl yapma şansımız olsaydı” dedik.
Neden mi? Gelin hep beraber görelim…
Röportaj by Dr. Özlem Ak İkinci - Bilim ve Teknik Mart 2013
Öğrenciler üniversiteye başladıklarında nasıl bir ruh hali içinde oluyorlar?
Prof. Dr. Sertöz: Öğrenciler üniversitenin ilk haftalarında, yıllardır kendilerine hedef olarak konmuş olan üniversiteye girme işini başarıyla tamamladıklarını ve artık dinlenmeyi hak ettiklerini düşünür. Oysa onlara bir sürü şey öğretmeye çalışan hocalarla karşılaşırlar. Bu ilk şoku atlattıktan sonra derslere dönmeye başlarlar, ama bu kez de çoktan seçmeli soruların uygun cevaplarını doğru tahmin etme yeteneklerinin hiçbir işe yaramadığını görürler. Bir hayal kırıklığı da burada yaşarlar. Artık bilgileri sadece almaları değil aynı zamanda anlamaları da beklenmektedir. Özellikle bu bilgiler arasında bağlantılar kurup yeni sonuçlar çıkarmaları gerekmektedir.
İşte bu aşamada artık isyan ederler ve o meşhur soruyu sorarlar: “Bu bilgiler gerçek hayatta ne işimize yarayacak Hocam?” Aslında bu bir sorudan çok bir böbürlenmedir. İçinde “hayatı biz anlıyoruz, ama sen anlamıyorsun” suçlaması vardır. Bir küçümseme taşır sorudaki tını, “bize sadece gerçek hayatta gerekli olan şeyleri öğret, gerisi sana kalsın” der adeta.
Peki, şu meşhur gerçek hayat denen şey nasıl bir şey?
Sıradan öğrencinin düşündüğü gerçek hayat şudur: Bir işe girecek. Ona yapması için sonu iyi tanımlanmış bazı işler verilecek. O da o işleri okulda öğrendiği teknikleri kullanarak yapacak. Ay sonunda maaşını hak ederek alacak.
Peki ona o işleri kim verecek? Ona o işleri verenleri kim yetiştirdi? Her şeyden önce sorulması gereken de o iş yerini kimin açtığı. Yaratıcı, atılımcı insanları kim nerede yetiştiriyor?
Öte yandan sıradan bir iş bile yapsanız, o işi sizin mahallede en iyi yapan kişi mi olmak istiyorsunuz, yoksa Türkiye’de en iyi yapan kişi mi? Dünyada o işi en iyi yapan kişi olmayı da hedefleyebilirsiniz. Bir sonraki aşama ise başkalarından bağımsız olarak, o işi mükemmel yapan kişi olmak isteyebilirsiniz.
Öte yandan her zaman en başa dönüp “idare edecek kadar yapmak yeter” diyebilirsiniz.
Her bir hedef için ihtiyaç duyduğunuz bilgi elbette farklı düzeyde olacaktır.
Evet, mükemmellik diye bir kavram vardır ve üniversite eğitimi de bunu hedefler. Bu bilgiler ne işinize yarayacak gerçek hayatta? Elbette mükemmel olmaya bir adım daha yaklaşmanıza yarayacak. Özellikle 1,5 milyon lise mezununun üniversiteye başvurduğu bir ülkede, üniversitede okuma hakkı kazanan birisinin, bu fırsatı sadece vasat bir kişisel gelişim için kullanması haksızlıktır. Üniversiteye girmek için o kadar uğraşıp girememiş arkadaşlarına karşı haksızlıktır. Ona yatırım yapmış olan ailesine ve ülkesine karşı haksızlıktır.
Mükemmelin altında bir düzeyi hedefleme lüksümüz yok. Türkiye bugün dünya ülkeleri arasında birinci ligde yarışıyor ve vasat oyuncularla bu yarışta birinciliğe oynayamaz. Zaten birinciliğe oynamayacaksak, ne gerek var bunca çabaya?
Başarılı olmak için mükemmel olmak şart mı? Mükemmel olmak için eşit şartlara sahip değilsek?
Prof. Dr. Sertöz: Bu sorunun cevabı hayattan ne beklediğimize bağlı. Halimizden memnunsak, ülkemizin uluslararası dengelerdeki yerini yeterli buluyorsak, “daha iyisine gerek yok” diyorsak, elbette mükemmeli arama gibi bir kaygımız olmayacaktır.
Bir ülkenin yaşam kalitesi, o ülkenin yetiştirdiği mükemmel elemanların başarılarına bağlıdır. Uluslararası ilişkileri yöneten diplomatlarından teknolojik ürünleri üreten mühendislerine, henüz sorulmamış soruların cevaplarını arayan bilim insanlarından sanatın en ileri noktalarında eser veren sanatçılarına kadar yetişmiş insan gücünün kalitesi, mükemmelliği, o ülke insanlarının kişisel refahını ve mutluluk düzeyini doğrudan etkiler.
İlle de mükemmel olmak şart diyenler için bu söylediklerim. Öte yandan mükemmel olmadan da yaşanır. Ama benim sözlerim mükemmel olmanın tadını alanlar için.
Bu mükemmelliği her üniversitedeki eğitim verir mi?
Bazı üniversiteler iyi bazıları kötü değil mi, diye bir soru hemen sorulur bu aşamada bana. Oysa “iyi” ya da “kötü” üniversite yoktur. Kendini geliştirmeye kararlı öğrenci vardır, olanla yetinen ve kendini geliştirmek istemeyen öğrenci vardır.
Zaten “kötü” denilen üniversitelerde de iyi hocalar var. Dışarıdan bakınca laboratuvarı, imkânları az sanıyorsunuz ama gidiyorsunuz bir taşra üniversitesine, Ankara’daki üniversitelerden daha iyi imkânları da var, iyi niyetli hocaları da var. Öğrenci de iyi niyetli ise ve gittiği üniversiteyi değerlendirirse, o da yetişecek. Belki “iyi” dediğimiz bir üniversiteden mezun olan öğrenci, “kötü” dediğimiz bir üniversiteden mezun olanın biraz önünde başlar hayata. Ama kısa sürede ikisi de eşit donanıma sahip olur. Buna rağmen genellikle taşra üniversitelerindeki öğrencilerin bazılarında “biz taşra üniversitesindeyiz, iyi eğitim almıyoruz” önyargısı var. Bu önyargı ile mücadele etmeleri gerekiyor, çünkü bu doğru de ğil. Ben bu konuda kötümser değilim ve iyimserliğim de gerçeklere dayanıyor. Örneğin ABD’nin meşhur üniversitelerinin hocalarına bakın. Bazıları Amerika’nın taşrasının taşrası denen eyaletlerin devlet üniversitelerinden mezun olmuş. Demek ki isteyince, çalışınca, şartlar ne olursa olsun, şartları değerlendirince başarılı oluyor insan.
Eğitim şart mı?
Prof. Dr. Sertöz: Voltolina’nın 14. yüzyılda yaptığı bir üniversite sınıfı tablosu var. Bu tablo ile bugün yapılacak bir üniversite sınıfı tablosu arasındaki tek fark hocaların ve öğrencilerin kıyafetlerinde olacaktır.
O gün de, bugün olduğu gibi, dersi sınıfın yaklaşık beşte biri takip ediyor. Diğerleri ya dalga geçiyor ya uyuyor ya da yanındakiyle konuşuyor. Buna rağmen hocanın gözünde inatçı bir umut ışığı var. Herkesi her an affetmeye ve derse istenilen yerden yeniden başlamaya hazır. Aynı bugünkü hocalar gibi.
Zaten öğretmenlik Mevlana ile inatlaşma sanatıdır. Mevlana der ki “öğretmen ne anlatırsa anlatsın, öğretebildiği sadece öğrencinin öğrenmeye niyet ettiği kadardır”. Oysa öğretmen, her şeye rağmen öğrencinin isteksizliğini kırabileceğine, onun beynindeki karanlık köşelere ışık götürebileceğine hiç tereddüt etmeden inanır.

Voltolina’nın tablosuna bir kez daha bakın. Sizin üniversitedeki sınıfınız da böyle olacak. Şimdi vermeniz gereken bir karar var. Sınıfta dersi dinleyenler arasında mı yoksa dalgacılar arasında mı olacaksınız? Bu tamamen sizin kendi tercihinizdir. Uzun vadede o önde oturup dersi takip edenler dünyayı yönetecek. Onların ülkeleri dünya liderliğine oynayacak.

Geçen yıl basında bir haber geçti. Bir vatandaşımız Pi sayısının yanlış olduğunu bulmuş. Bu haberin ne anlama geldiğini anlamam pek mümkün olmamıştı. Hani deseydi ki “2 sayısı yanlıştır”, ne anlayacağım? Acaba Pi sayısının açılımının başka türlü olduğunu mu iddia ediyor? Yani “Pi sayısı 3,1415... değil de 3,1596... olmalı” mı diyor? Yoksa Pi diye bir sabit yoktur, daireden daireye değişir mi demek istiyor?
Bu haberi basan gazetelerden birini uyarmak için telefon açan bir matematikçi arkadaşıma gazeteden “Sizin de bir fikriniz varsa gönderin, basalım” dediklerini duydum. Oysa üniversite birinci sınıf matematik derslerini dalga geçmeden takip eden her öğrenci Pi sayısının ne olduğunu, nasıl hesaplanacağını anlar. Artık bu bilgi onun için ansiklopedik bir bilgi değil, anladığı ve anlatabileceği bir olgudur. Bunun bir siyasi fikir veya sportif bir tercih olmadığını bilir. Bu konuda, değişik tecrübeler yaşayan insanların değişik fikirleri olmayacağını bilir.
Bu haber de bana doğa belgesellerinden öğrendiğim bir bilgiyi hatırlatıyor. Yarasalar tavukların ayaklarını ısırıp kan emer. Tavuğun haberi olmaz ve hiç tepki göstermez. Bunun nedeni yarasanın ilk ısırdığında yaraya uyuşturucu bir sıvı salmasıdır. İşte cehalet de böyledir.
O yüzden eğitim şart!