Uhud Harbinin Seyrini Değiştiren Hadise.

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81

Düşman ikiye bölünüp sür'atle harb yerinden uzaklaşırken, mücâhidler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn Tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud Meydanındaki manzarayı seyrediyorlardı.

Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücâhidlere katılma isteği uyandı. Onlar, harb bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara,kumanları Abdullah b. Ciibeyr, verilen emri hatırlattı: "Resûlullah'ın size söylediklerini, verdiği emri ve talimatı unuttunuz mu?" Fakat, bu hatırlatmaya rağmen, kumandanla-rıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn Tepesini terk ederek harb sahasındaki mücâhidlerin yanına vardılar. Onlarla birlikte ganîmet toplamaya başladılar.

Hâlid b. Velid'in Fırsatı Değerlendirmesi

Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslâm Ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harb dahîsi ve Kureyş Ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid de, zâten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.

Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan 10 kadar okçuyu şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ânî ve beklenmedik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücâhidler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hattâ bazıları silâhlarını bile bırakmıştı.

Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü.

Bu durumda mücâhidler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma mâruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi.

Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.

İSLÂM ORDUSUNUN DAĞILMASI!

Önden ve arkadan hücuma mâruz kalıp sıkıştırılan mücâhidler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde her şeye rağmen 10-15 kadar sahabî kalmıştı. Bu bir avuç mücâhid, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüs geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri, Hz. Resûlullah'ın sağ alt çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehid etti; bir diğer taş ise, alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbn-i Kamia a-dındaki kâfirin kılıç darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddetiyle miğfer parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı.137

Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde b. Cerrah, bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir'e, "Yâ Ebû Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah'la aramızdan çekil. Bırak da mübarek yüzünden halkaları çıkarayım!" diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.138

Öte taraftan, Mâlik b. Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlem'in yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine, Efendimizin, "Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye Cehennem ateşi erişmez." müjdesine muhatab oldu.139

Bir müşrik tarafından, Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslâm Ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden dolayı farkına varamaya-rak, Resûl-i Ekrem, kazılmış olan çukura yanı üzerine düştü. Çukurun etrafı derhâl mücâhidler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsaade edilmedi.

Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini, kanayan yüzüne sürdü. "Kendilerini Rablerine îmana davet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felah bulabilir?" dedi.

Bu, bir sitemdi, bir serzenişti. Cenâb-ı Hakk, Sevgili Resulünün bu sitemi üzerine şu mealdeki âyetleri indirdi:

"Ey Resulüm!.. Kulların işinden hiçbir şey sana âit değildir (senin elinde bir şey yoktur). "Allah, ya onlara (rahmetiyle) tevbe nasîb eder, yahut zalim oldukları için onları azaba çarpar.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır; O dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah, kulları hakkında çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.'"40

"ZÜLFİKÂR GİBİ KILIÇ, ALİ GİBİ YİĞİT BULUNMAZ!"

Çok az sayıda Müslümanın, müşriklere karşı direndiği sıradaydı.

Peygamber Efendimiz, bir grup müşrikin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali'ye, "Hücum et onlara!.." diye emretti.

Allah'ın arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğinin üzerine yürüdü; onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi.

Bu esnada Cebrail (a.s.), "Yâ Resûlallah!.. Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir." diye seslendi.

Peygamber Efendimiz cevaben, "O, bendendir, ben de ondanım." buyurdu.

Tam o esnada bir ses işittiler: "Zûlfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!"141

SA'D B. EBÎ VAKKAS'IN MÜŞRİKLERE OK YAĞDIRMASI

Mücâhidlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnada, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş, kararsız duruyordu. Kendi kendine, "İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum!" diyordu.

O sırada mücâhidin biri ona, "Yâ Sa'd!.. Resûlullah seni çağırıyor." dedi.

Hz. Sa'd, derhâl Hz. Resûlullah'm yanına vardı. Sonrasını Hz. Sa'd şöyle anlatır:

"Resûlullah, beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, 'Allah'ım! Bu, Senin okundur. Onunla düşmanını vur!' diyordum. Resûlullah da (s.a.v.), 'Allah'ım, Sa'd'm duasını kabul et! Allah'ım, Sa'd'ın atışını, okunu doğrult! Devam, devam Sa'd!.. Babam, annem sana feda olsun!' buyuruyordu. Her ok atışımda Resûlullah (s.a.v.) aynı duayı tekrarlıyordu.

"Ok çantam boşalınca, Resûlullah (s.a.v.), kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yarleştirip attırdı. Okları yaya yerleştirmekte, o, herkesten daha çabuk ve sür'atli idi."

Hz. Ali derki:

"Resûlullah (s.a.v.), anne ve babasını, Sa'd'dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek 'feda olsun' dememiştir. Uhud günü, ona, 'At, ey Sa'd!.. Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!..' buyurdu. Nebî'nin (s.a.v.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum."142

HZ. TALHA B. UBEYDULLAH'IN KAHRAMANLIĞI

Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah'ın etrafında kala kala 15 kadar mücâhid kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi.

Müşriklerin Resûlullah'ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mâni olmak için, elini oka hedef tuttu. Son sür'atle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.143

Peygamber Efendimiz, "Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah'a baksın!" buyurdu.144

Hz. Resûlullah'ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha'nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem, ona, "Amcanın oğluyla ilgilen." dedi.

Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu; uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir'e, "Resûlullah ne yapıyor?" diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, "İyidir. Beni sana o gönderdi." diye cevap verince, bu kahraman ve fedakâr sahabî, "Allah'a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!" diye konuştu.145

İ'lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harbte "Talhatü'1-Hayr (Hayırlı Talha)" olarak adlandırılan Hz. Tal-ha'nın, Uhud'dan döndüğü zaman vücudunda tam 75 yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.146

HZ. HAMZA'NIN ŞEHÂDETİ

Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.

Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve, "Allah'ım! Müslümanların şu hâllerinden dolayı Sana sığınır, Senden af dilerim." diye dua ediyordu.

Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çâresini arıyorlardı.

Mekke'de, "Vahşî" adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tesbit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.

Kureyş Ordusu Mekke'den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b. Mut'im, kölesi Vahşî'yi yanına çağırmış ve, "Orduya katıl. Eğer Muhammed'in amucası Hamza'yı, amucam Tuayma b. Adiy yerine öldürürsen hür ve âzadsın." demişti.'57

Bedir'de babası öldürülen Ebû Süfyan'ın karısı Hind de, bunun için Vahşî'ye birçok mükâfat va'detmişti.

Bu sebeple Vahşî, harb boyunca Hz. Hamza'yı gözetip duruyordu.Hz. Hamza'nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu.

Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza'nın bir ara ayakları kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman sahabînin böğrüne sapladı ve onu şehid etti. Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan'm karısı Hind'in gönlünü yapmak için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî'ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla, bu azîz şehidin ciğerini çiğnedi.158 Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza'nın başucuna vardı; burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazuband ve halhal yapmak niyetiyle kesti.159

MUS'AB B. UMEYR'İN ŞEHİD DÜŞMESİ

Mücâhidlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı.

Her şeye rağmen Resûlullah'ın yanından ayrılmayan mücâ-hidler de vardı. Bunlardan biri de, İslâm Ordusunun sancaktarı Hz. Mus'ab b. Umeyr idi.

İbn-i Kamia denilen kâfir, bir ara atlı olduğu hâlde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. "Gösteriniz bana Muhammed'i!.. O kurtulursa, ben kurtulmayayım." diyerek haykırıyordu.

Hz. Mus'ab, mücâhidlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtûn ile, İbn-i Kamia'ya karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah'ı korumaya çalışan Hz. Nesibe'nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtûn da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat, bu müşrikin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.

İbn-i Kamia, önüne çıkan Hz. Mus'ab'ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus'ab, İslâm'ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbn-i Kamia, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus'ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Re-sûlullah'a ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere düşmekten korumaktı. İbn-i Kamia, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus'ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.'60

Hz. Mus'ab şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.

"MUHAMMED ÖLDÜRÜLDÜ" YAYGARASI

Mus'ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya Efendimize pek benzerdi. İbn-i Kamia da, Hz. Mus'-ab'ı şehid etmekle, Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhâl müşriklerin yanına vararak, "Muhammed'i öldürdüm!" dedi.161

Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ başına çıkarak, "Muhammed öldürüldü!" diye yaygarayı bastı.

Bu dehşetli yaygarayı duyan mücâhidlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslâm Ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harb sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hattâ, bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.

Mücâhidlerin Hz. Resûlullah 'ı Araması

Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücâ-hidler, Hz. Resûlullah'ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harb sahasında bulunan mücâhidlerin o anda en büyük ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu!

Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: "Ey Müslüman!.. Müjde size: İşte Resûlullah!.."

Bu sesin sahibi, Ka'b b. Mâlik'ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi'b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resûl-i Ekrem'in bulunduğu yeri gösteriyordu.162

Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka'b'a, eliyle, "Sus, sus!"163 diye işaret verdi.

Artık Hz. Resûlullah'ın yeri tesbit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücâhidler, derhâl Resûl-i Ekrem'in bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücâhidlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullah'ın vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.

NESİBE HÂTUN'UN KAHRAMANLIĞI

Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka'b...

Kocası ve iki oğluyla birlikte İslâm Ordusuna katılıp Uhud'a gelmiş; kocasıyla oğullan müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak, harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah'm etrafında çok az sayıda mücâhidin kaldığını gören Nesibe Hâtûn, derhâl Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun'un müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:

"Ey Ümmü Umare!.. Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz!"

Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun'un omuzundan aldığı yarayı görünce, oğlu Abdullah'a, "Annenin yarasını sar, annenin!.." dedi.

Sonra da şöyle buyurdu:

"Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filânca ve filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filân ve filânların makamından hayırlıdır! Senin makamın da filân ve filânların makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!"

O esnada îmanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesibe Hâtûn da, "Yâ Resûlallah!.. Allah'a dua et de, Cennet'te sana komşu olalım!" dedi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, "Allah'ım! Bunları Cennet'te bana komşu ve arkadaş et!" diye dua etti.

Bunun üzerine, Nesibe Hâtûn, sevinç içinde, "Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem; bu bana yeter!"164 diyerek Allah ve Resûlullah'a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.

"O, CEHENNEMLİKTİR!"

Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın ü-zerine hücum eden biri vardı. Hattâ, Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.

Garibtir ki, Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz "O, Cehennemliktir." derdi. Sahabîler, bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hattâ, İslâm Ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve, "Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız." diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.

Sahabîler hâlâ Efendimizin, "O, Cehennemliktir." sözünün mânâsını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman, nasıl Cehennemlik olabilirdi?

Ancak, Hz. Resûlullah, Kuzman'ın gerçek yüzünü Cenâb-ı Hakk'ın bildirmesiyle biliyordu.

Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman'ı, sahabîler, "Tebrikler ey Kuzman!.. Cennet'i müjdeleriz sana!.." diyerek tebrik ettiler.

Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: "Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım!"165 Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.166

Sahabîler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman'ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine'deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.

"Kuzman'ın kendi kendisini öldürdüğü" haberini alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah'ın Resulü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!" dedi. Sonra da, "Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da te'yid eder!"167 diye buyurdu.

Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yâni, amelin Allah'ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.

İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.

Resûl-i Ekrem 'in, Kavmine Duası

Çok az sayıda mücâhidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:

"Allah'ım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."168


--------------------------------------------------------------------------------

136 İbn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 87; Ibn-i Esir, Üsdû'l-Gabe, c. 3, s. 232.

137 İbn-i Hişam, A.g.e., c. s. 84; İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 410.

138 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 85; İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 410.

139 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 85.

140 Âl-i İmrân, 128-129.

141 Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.

142 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 141; Buharî, Sahih, c. 3, s. 22-23, ibn-i Esir, Üsdû'l-Gabe, c. 2, s. 290.

143 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s 217.

144 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 85; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 644.

145Vakidî, Megazi, s. 199.

146 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 218.

157 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3. s. 76.

158 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 76.

159 Halebî, İnsanû'l-Uyûn, c. 2, s. 275.

160 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 42.

161 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 77.

162 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 46. 163 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 88.

164 ibrı-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 84-86; Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 413-415.

165 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.

166 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, A.g.e., c. 3, s. 26.​
 
Üst Alt