Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları

İslamiyet’in apaçık davası, tevhittir. Yüce Allah (c.c.) peygamberleri bu dava için göndermiştir. Tevhidin pek çok sırrı vardır.

İslami hayatta tevhidin sırrı, Allah’tan başka ilah yoktur, gerçeğinde gizlidir.

İslamiyet, insanların temel hak ve özgürlüklerini bu tevhit davası ile karşılar. İnsanları bir ana ve babanın evlatları gibi toplumda, kanunlar karşısında bir ve eşit tutar. Tevhit nurunun çözemeyeceği toplumsal bir sorun yoktur. Toplumda gerçek manasıyla huzur ve sükûn tevhit nuruyla sağlanır.

Kuran-ı Kerim’in hükümlerine tam olarak bağlanmadan İslami tevhidin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Tevhidin sırları tasavvufi hayatla başlar.

Tasavvufi hayatta tevhidin sırrı, Allah’tan başka varlık yoktur, gerçeğinde gizlidir.

Nefis, başlangıçta Allah’ın varlığını kabul etmez, inkâr eder. Tasavvuf yolundaki sofi ise kelime-i tevhit zikrine Allah’tan başka varlık yoktur anlamını yerleştirir. Böylece nefis yavaş yavaş değişmeye başlar. Kişi Allah’ın varlığı dışında başka bir varlık kabul etmez hale gelir. Kendi varlığı da fena yolunu tutar.

Fenafillâh, tasavvufi hayattaki tevhitle meydana gelir.

Bir insan bin yıl boyunca kelime-i tevhidi zikretse ama tasavvufi anlamını gözetmese nefsini fenaya ulaştıramayacaktır, dolayısıyla nefsinde pek az bir değişiklik olacaktır. Nefsi hiçbir zaman fenafillâha eremeyecektir.

Nefy ü ispat zikri, kelime-i tevhidi tasavvufi anlamına uygun olarak zikretmekten ibarettir. Bu zikirde nefes tutmanın, kafayla vücut üzerinde ters lam harfi çizip başı kalbe vurmanın anlamı, Allah dışında bütün varlık âlemini ve kendi nefsini yok kılıp Allah’ın (c.c.) varlığını ispat etmektir.
Vahdaniyet murakabesi ise, kısacası nefy ü ispat zikrini, dolayısıyla kelime-i tevhidi düşünce ve duygu boyutuyla yaşamaktır. Bu murakabe nefsi yağ gibi eritir, kısa zamanda dönüştürür. Ondaki kötü huyları yok kılıp Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmasını sağlar.

Nasıl mecazi bir aşkın kıskacındaki bir kişi aşkını ispat sadedinde canına kıyabiliyorsa ilahi aşkta da durum böyledir. Nefisten geçmek ancak kelime-i tevhide tasavvufi anlamı vermekle, bu yöntemle zikretmekle olur.

Yüce Allah (c.c.), bütün varlık âlemini Kendi güzel isim ve sıfatlarının tecellisine bir ayna olarak yaratmıştır. Her şey, yüce Allah’ı (c.c.) bize tanıtmaktadır. O’nu tanıtmayan hiçbir şey yoktur. Bahçedeki çiçek, O’nun güzel olduğuna ve güzeli sevdiğine bir işarettir. Zalimin zulmü yüce Allah’ın (c.c.) ahrette kâfirlere büyük bir ceza vereceğine küçük bir misaldir.

Bizler dünyaya geldiğimizde dünyanın nimetlerine çok bağlıyızdır. Nefis on iki yaşlarına kadar, yenilen nimetlere çok büyük önem verir. Bunlarsız hayatı düşünemez. Bu yaşlarda meyvelerin, yemeklerin tadı üst seviyede algılanır. Sonra buluğ çağından itibaren karşı cins gözde büyür. İnsanlar genellikle bu noktada takılıp kalırlar. Çok güzel, zengin, iyi karakterli birisi ile evlenmek için yanıp tutuşurlar. Hayatın en birinci hedefinin bu olduğunu düşünürler. Şehvet iptilası bazılarını yoldan çıkararak hak yolu görmesine mani olur. Orta yaşlardan sonra para, makam, şöhret tutkuları değer kazanır. İnsanlar genellikle bu putların esaretine girerler. Ölünceye kadar da bunlardan kurtulamazlar. İşte tevhit bütün bunlarla mücadele etmeyi, nefsi bu tuzaklara saplanıp kalmaktan kurtarmayı sağlar. İnsan nefsine uyduğunda hayvanlar gibi bir hayata razı olur. Tevhit aydınlığında ise tüm bu nimetler birer araca dönüşür. Amaç yüce Allah’ın rahmetine ve rızasına ermektir.

Elbette yüce Allah (c.c.) nefsi bu dünya nimetlerden haz alacak bir şekilde yaratmıştır. Bunlarda helal haram çizgisi belirlemiştir. Bizim üzerinde durduğumuz husus, bunlara saplanıp kalmadır. Bunlara saplanıp kalma Allah’ın rızasına aykırıdır. Yüce Allah (c.c.) insanların bu nimetlerle Kendisini tanımasını murat etmiştir. En azından ahret hayatlarını cennette geçirmelerini istemiştir.

Meyveler ve yiyecekler üzerinde yüce Allah’ın (c.c.) pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. O Rezzak’tır (Kişiyi besleyen, yediren, içirendir). Kerim’dir (cömerttir).

Karşı cinsi yaratmakla ve onunla helal yoldan birlikte olmakla yüce Allah’ın (c.c.) pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. Yüce Allah (c.c.) el-Vedud’dur (seven). Kul da eşini bu sıfatın tecellisi ile sever. El-Cemil (güzel) güzel ismi en çok karşı cinsin güzelliğinde insanı hayranlığa sevk eder. Yüce Allah (c.c.) insana eşini yardımcı olarak yaratmıştır: El-Muin. İnsan evlenmekle eşi ile bir sözleşme yapar ve hayatı boyunca da buna uymak zorundadır: es-Sadıku’l-Va’d. Eşlerin birbirlerine hastalıkta, kötü zamanlarda destek olmaları Allah’ın er-Rahman, er-Rahim (acıma, esirgeme) ve er-Rauf (şefkat duyma) güzel isimlerini düşündürür. Çocuklar, yüce Allah’ın (c.c.) yaratma ile ilgili güzel isimlerini tefekkür ettirir: El-Halık, el-Bari, el-Musavvir. Kısacası evlilikte Allah’ın pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. Onun için evlilik hadis-i şerifte belirtildiği üzere en büyük salih ameldir. Kişi evlilikle dinini tamamlar. Evlilik yüce Allah’ı (c.c.) yakinen tanımayı sağlar.

Para, makam, şöhret de haddizatında büyük nimetlerdir. Para aşağı yukarı her nimeti satın alır. Onun için nimetlerin nimetidir. Onda yüce Allah’ın (c.c.) en bariz görülen güzel ismi el-Malikü’l-Mülk’tür (malın mülkün sahibi). Ayrıca para yüce Allah’ın pek çok güzel ismine ve sıfatına da tercümanlık yapar. Makam ve şöhret, Allah yolunda pek çok hizmete kapı açabilir. Bunlarda Allah’ın (c.c.) pek çok büyüklük, yücelik sıfatları ve güzel isimleri tecelli eder.

Koca koca insanlar oldukları halde yeme içmeye, aşka, paraya, makama, şöhrete hayatlarının en birinci meselesi gibi önem veren çevremizdeki pek çok kişi hemen gözlerinizin önüme gelecektir. Hâlbuki hayatın amacı ölümdür. Ölümden sonraki hayattır. Çünkü istesek de istemesek de öleceğiz. Öyle ise ölümden sonraki hayata hazırlık yapmak akıl ve mantığın gereğidir.

Ölümden sonraki hayata ise tevhit nuru ile hazırlık yapılır. Kabir ancak tevhit nuru ile aydınlanıp huzur veren bir köşk haline gelebilir. Nefsin bu tür tuzaklarına takılıp kalma kabir azabına, hadis-i şerifte belirtildiği üzere kabrin cehennem çukurlarından bir çukur olmasına neden olabilir. Allah (c.c.), bizleri bundan korusun. Âmin.

Tevhit İslami boyutu ile tüm insanları Allah’ın dini ile kardeş yapmak üzere gelmiştir. Bu kardeşlikte ehl-i kitaba özgürlük de tanınmıştır.

Tevhit tasavvufi boyutu ile insana özünü aydınlatır. Ona gerçek manası ile özgür olma yolunu gösterir. Nefis ve şeytanla mücadelesini gösterir. Ruhunun özgür olabilmesi için insanı büyük bir savaşıma çağırır.

Her insanın içerisinde en az bir şeytan vardır. Bu husus hadis-i şerifle sabittir. Bu şeytanlar nefsin eğilimlerini ve içgüdülerini kullanarak insanları günahlara, dolayısıyla Allah’a (c.c.) isyana sürüklerler. Tasavvufi anlamdaki kelime-i tevhit hem nefsin hem de şeytanların üzerine bir kılıç gibi iner. Onlara adeta savaş açar. İşte tam bu sırada bazı insanlar ‘Eyvah benim içime cin, şeytan girdi!..’ diye bir yaygaraya başlarlar. Hâlbuki girenler zaten eskiden beri oradaydı ama şimdi tevhit kelimesinin nurundan rahatsız olmaya başladılar. Eskiden çobanın koyunları güttüğü gibi insanları nefsinin elinde oyuncak kılmışlardı. Tövbe edip günahlardan uzaklaşıp ibadet hayatına sahip olduktan sonra bu kişi bir de bir Allah dostundan zikir ve rabıta dersleri almışsa şeytanlar şimdi bundan büyük bir rahatsızlık duymaya başlamışlardır. Temel problem budur. Şeytanlar insanlara sonsuz bir kinle, hasetle düşmandırlar. Bir insanın cenneti ve Allah rızasını kazanmasına veya bu yola girmesine hiç tahammülleri yoktur.

Yüce Allah (c.c.), insanı öyle güçlü kılmış ki onlardan zerre kadar korkmaya gerek yoktur.

Tevhit nuru ruhun gelişmesine büyük bir katkı sağlar. Ruh nur ve feyz ile olgunlaşır. İnsan günahlarının kıskacında iken ruhu nefsin elinde esirdir. Günahlara tövbe edip hak yola girince ruhun varlığı sezilmeye başlar. Ama normal bir Müslüman’ın ruhu daha çok zayıftır. Tabiri caizse bir ot gibidir. Meyvesi olmadığı gibi bir insanın eli ile koparacağı bir şey kadar zayıftır. Mürşid-i kâmilin ruhu ise çok olgunlaşmıştır. Tıpkı bir ceviz ağacı gibidir. Yani hem güçlü kuvvetli hem de meyve gibi faydalı bir şeye de sahiptir. İşte rabıtanın sırrı da bunda gizlidir. Yani kimse alınmasın diye ben kendi hesabıma benzetmeyi yapıyorum. Rabıta sayesinde kendi ot mesabesindeki ruhumu mürşid-i kâmili hayal yolu ile bir ceviz ağacı gibi büyütüp meyveli bir hale getirmem mümkündür. Rabıtada mürşidden gelen feyz, kalp ve letaif bölgelerinde hissedilince ruhun suyunu ve yemeğini aldığı anlaşılmış olur.

Rabıtaya karşı olanlar şu gerçeği anlamak istemiyorlar: Her insanın ruhu aynı oranda ve nitelikte değildir. Bazı insanların ruhları olgunlaşmıştır. Bu olgunlaşma ancak tasavvuf yolu ile mümkündür. Onlar bu olgun ruhları ile başkalarına büyük bir yardımda bulunabilirler. İnsanların ruhlarını kendi ruhlarına benzetebilirler. Mürşid-i kâmilin temel vazifesi de budur.

İnsan kendi başına zikir yolu ile yani kelime-i tevhidi tasavvufi anlamıyla zikrederek seyr ü suluğunu gerçekleştiremez mi? Tasavvuf yolu çok çetin ve zorludur. İş sadece zikirle bitmemektedir. Nefsin makamları aşması kolay bir şey değildir. Rabıta bu yolda önemsenmezse nefsi çilelerle kırmak gerekir. Bu da yalnız başına olacak bir iş değildir. Başta bir mürşid-i kâmili yine gerekli kılmaktadır. Zira yolda nefis ve şeytanlar kol gezmekte, en ufak bir açıklıkta kişiyi uçuruma düşürmektedirler.

Çocuk oyunlarında çok büyük hikmetler vardır. İlginç olanı dünyadaki bütün çocuk oyunlarının birbirine benzemesidir. Çocuklara bu oyunları Hz. Hızır Aleyhisselam mı öğretti? Yoksa onlara bu oyunlar, bozulmamış fıtratları ve temiz ruhları ile yüce Allah’ın (c.c.) Elest bezminde içlerine koyduğu yaratılış amacından mı mülhem oldu bilemiyorum. Ama çocuk oyunları çok büyük ilahi mesajlar içermektedir. Bu oyunlarda tevhit nuru hemen kendisini göstermektedir.

Körebeyi misal olarak veriyorum: Körebe olarak adlandırılan oyuncunun gözleri bir mendil veya eşarpla bağlanır. Ebe etrafını göremez hale gelir. Diğer oyuncular körebenin etrafında dolaşırlar. Ona dokunurlar. Körebe onları yakalamaya çalışır. Körebe birini yakalarsa hemen adını söylemelidir. Eğer yanlış ad söylerse oyun tekrar başlar ve körebenin ebeliği devam eder. Şayet yakaladığının adını doğru söylerse yakalanan ebe olur.

Körebe olmak, hem gözlerin bağlı olması hem de insanların dokunmaları ile rahatsız edici bir durumdur. Bir çeşit cezadır. Kimse körebe olmak istemez. Körebenin yakaladığı kişinin adını doğru söylemesi bir iç görüdür. Bizler ruhlar âleminden bu dünyaya imanla imtihana tabi tutulmak üzere gönderildik. Aslında iç gözlerimiz (basiretimiz) kapalıdır. Her birimiz birer körebe durumundayız. Körebenin gözlerinin mendil veya eşarpla kapanması gibi basiretimiz de dünya imtihanı gereği böyle bir bağlanma hadisesi nedeniyle imani mevzuları ilk anda algılayamamaktadır. Hâlbuki yeryüzünde yaratılan veya insanların icat ettikleri her şey imani mevzulara açıklık getirmek, onlara işaret etmek üzere yüce Allah (c.c.) tarafından halk edilmiştir. İman konularına hizmet etmeyen hiçbir şey yoktur. Yaratılmamıştır. Çünkü yüce Allah (c.c.) abes şeyleri yaratmaktan uzaktır. Daha doğrusu insanların abes olarak niteledikleri şeyler de imani konulara hizmet etmek için yoktan yaratılmıştır. Ama bizler elimize ‘ekmeği’ alırız ve yanlış bir ad söyleyen bir körebe gibi ona sadece ‘ekmek’ deriz. Ekmeği yüce Allah’ın (c.c.) bir nimeti olarak algılamayınca oyunu kaybetmiş oluruz. Körebeliğimiz sürer gider. İnsanların büyük çoğunluğu, işte böyledir. Her gün üç öğün yüce Allah’ın (c.c.) ekmek nimetini yer de bir gün bile basiret gözü ile onu göremez ve yüce Allah (c.c.) ile irtibatlayamaz. Bu kadar nankördürler.

Çağımızda insanların büyük çoğunluğu farkına varmadan hak mezhepler karşısında sapkın bir fırkanın kurucusu olan Mutezile gibi düşünürler: İnsanları eylemlerinin yaratıcısı olarak görürler. Dolayısıyla böylelerinin kadere inançları da yoktur. Bir körebe gibi yakaladığı her olayın yaratıcısını insanlara atfederler. Yüce Allah’ın (c.c.) gizli elini göremedikleri için olaylar karşısında derin bir hikmete de ulaşamazlar. Olaylar onlara bir şeyler anlatamaz. Her şey bir tesadüf olarak değerlendirilir. Böyleleri ömür boyu körebe rolünde kalıp olayların, insanların maskarası olup giderler. Yüce Allah’ın (c.c.) nimetlerle, bela ve musibetlerle onlara verdikleri mesajları bir türlü algılayamazlar. Hayır ve şerri hep insanlardan bilirler. Bu yüzden insanlara sonsuz teşekkür ederler, yine insanlara sonsuz kin duyarlar. Bir gün şapkayı önlerine koyup da hadiselerin, insanların üzerine çıkıp hayrı ve şerri asıl yaratanın, yüce Allah’ın gözlerden az çok gizli olan kader sırrını görmek, tanımak istemezler. Böylelikle yüce Allah’ın (c.c.) onlar sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler sınıfına girerler (bk. Bakara suresi,18).

Hâlbuki hak mezheplere göre her olayın yaratıcısı yüce Allah’tır. Güç ve kuvvet sadece yüce Allah’ındır. İnsanlarda herhangi bir güç kuvvet, yaratma olayı yoktur. İnsanlar örfe göre şunu yaptım, bunu ettim derler, ama gerçekte yapan, eden yüce Allah’tır. İnsanlar niyetleri nedeni ile yaptıklarını, ettiklerini sandıkları şeylerden hem şeriat önünde hem de ahrette mesul tutulurlar. Bu tevhit nurunun anlaşılması ve insanların basiretlerinin açılması için bilinmesi ve inanılması gereken temel itikadi bir bilgidir. Maalesef çağımızda nefsi şişiren hayat felsefeleri, bu itikadi bilgiyi gözlerden saklamakta, insanların imanlarına olumsuz yönde tesirler kılmaktadır.

Süpermen, Örümcek Adam gibi çocukların severek izledikleri filmlerde işlenen temel konu, nefsin ilah sıfatını kazanmasıdır. Normalde insanların yaptığı günlük hareketleri bile yüce Allah’ın yarattığına inanmak gerekirken bu filmlerde ancak yüce Allah’ın (c.c.) yapabileceği işleri bir insan nefsi yüklenmektedir: Yıkılmakta olan bir köprüden geçen treni kurtarmak için film kahramanı köprüyü sırtıyla kaldırır, devrilmek üzere olan bir apartmanı elleriyle düzeltir. Bunlarla saf çocukların beyinleri yıkanarak kahramanların birer ilah oldukları fikri aşılanır. Çocuklar bu filmlerin tesirleri ile nefislerini şişirmeye başlarlar. Küçük birer ilah olarak büyürler.

Körebe oyununun verdiği saf ve güzel mesaj nerede, bu tür filmlerdeki insanın itikadını bozan felsefi mesaj nerede… Bu tür filmlerin felsefeleri ile büyüyen çocukların hakkı kavramaları, tevhidin nuruna ulaşmaları ise pek güçtür. Çocuğu hastalanmasın diye ağza takılan ve mikroptan koruyan şeyleri çok görmeye başladık sokaklarda ama bu filmlerdeki itikada dönük tehlikelerden dolayı çocuklarını koruyan ebeveyn yoktur sanırım.

Tevhit bir nurdur. Işık gibi sönebilir. Onu korumak gerekir. Hele çocukların dünyasında bu iş daha büyük önem arz etmektedir.

Sonu iyilik ve güzelliklerle biten masallar geride kaldı. Bu masalların sonunda iyiler mükâfat alırdı, kötüler de cezalandırılırdı. Bu ilahi bir yasadır. Kuran-ı Kerim özellikle kıssaları ile hep bu ilahi yasayı işlemiştir. İnsanlara bu konuda ikazlar yapmıştır. Elbette bu dünyada kötülerin cezası bazen ahrete tehir edilebilmektedir. Ama yüce Allah (c.c.) hikmeti gereği kötülere bu dünyada da çoğu kez ceza vermekte, ilgili ilahi yasasını bu dünyada da genellikle tecelli ettirmektedir. Bunu insanların, özellikle çocukların iyi bilmeleri gerekmektedir. Doğru eğitilmeleri için bu şarttır. Yoksa günahlarda, kötülüklerde bir güç tasavvuru, tevhit nurunu söndürebilir. Hele çocukların buna çok yakinen inanmaları gerekir. Aksi taktirde hayata yanlış bir düşünce ve felsefe ile başlayarak kötülükleri işleyenlerin yaptığının yanına kar kaldığını sanabilirler. Maalesef masalların yerini dolduran çizgi filmler, bu konuda çok yanlış bir düşünce ve felsefe ile çocukları eğitmektedir. Hayatı bir mücadeleden ibaret göstermektedirler. Akıllı ve zeki olanın, güçlü olanı yenebileceği düşüncesi bu çizgi filmlerde özellikle işlenmektedirler. Bu da tabii Darwinist, Durkheimci bir yaklaşımın ürünüdür. Oysa İslam’a ve tevhit düşüncesine göre bizler hayata birbirimizle savaşmak ve mücadele etmek için değil imtihan için gönderildik. Zeki veya güçlü olmak sadece birer imtihan konusudur. Önemli olan hakka uygun olarak yaşayıp Allah’ın rahmetine ve rızasına ulaşmaktır. Kötüler muhakkak cezalandırılacaktır. İyiler de ödüllendirilecektir. Bu ilahi yasa imtihan gereği bu dünyada kısmen gözlerden saklı bir şekilde işlerken ahrette her şey meydan çıkacaktır. İnsanlar bu ilahi yasayla ebedi hayatlarını cennet veya cehennemde geçireceklerdir.

Çizgi filmlerle büyüyen çocuklar anne babalarına, öğretmenlerine adeta savaş açmaktadırlar, büyüdüklerinde de topluma, millete karşı gelmekte, sürekli çatışma halinde bulunmaktadırlar. Oysa edep ilimden önce gelir. İnsan insanlığını edeple elde eder. Çocukların İslami bir ruhla, tevhit nuru ile yetişmeleri için tekrar masallar dünyasına döndüremiyorsak bari çizgi filmlere bir çeki düzen vermek, toplum ve devlet olarak bunlara el atmak gerekir.

İslam dünyası o kadar gasp edilmiş, ezilmiş, yağma edilmiş, sömürülmüş ki işler, içler acısı bir durum arz etmektedir. Tevhit nuru çocukların dünyalarında söndürülmüştür. Bir ebeveynin bunun için bu konularda çok ciddi bir şekilde bazı tedbirleri almasını gerekli kılmaktadır. Aslında sorun toplumsal bir hale ulaştığı için devlet çapında tedbirlere gerek duyulmaktadır.

Tevhit nuru çocukken sönerse ileriki yaşlarda onun tekrar canlanması çok zordur.

Yüce Allah (c.c.) bizlere, evlatlarımıza tevhit nuru ve iman nasip eylesin. Küfrün karanlıklarından korusun. Âmin.
Muhsin İyi
 

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (2)

Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (2)
Tevhit bir bilgi olarak yüce Allah (c.c.) tarafından insanların ruhsal dünyalarında içselleştirilmiştir. Küçük bir çocuk büyüklere tevhit dersi verecek ruhsal bir olgunluğa sahiptir. Ama bunu ifade edecek durumda değildir. Dil ve mantık dünyası henüz yeterince gelişmemiştir. İnsanlar büyüdükçe ruhsal dünyalarındaki safiyetlerini yitirirler, ilgili tevhit bilgisi gittikçe silikleşmeye başlar. Günahlar ve masiva (dünya nimetleri) kalbi ve ruhu karartır, tevhit nurunu da olumsuz yönde etkiler, hatta söndürebilir.

Çocukların ruhsal dünyalarında anne ve babalarından birisine veya ikisine büyük bir yöneliş vardır. Onlardan sevgi, merhamet ve şefkat beklerler. Bu bekleyiş duygusu yüce Allah’a (c.c.) iman etmede çok büyük bir öneme sahiptir. Küçük bir çocuğun bu fıtri yapısı tevhit akidesini ve iman esaslarını kabul etmede büyük bir altyapı sağlar.

İlk yazımızda çocuk oyunlarının iman esaslarını kabul etmede ve tevhit nurunu algılamada önemli semboller içerdiğini belirtmiştik.

Çocuk oyunlarının iman esaslarına ve tevhide hizmet etmesinin nedenini elbette fıtri yapıda ve ruhsal eğiliminde aranmalıdır. Bu konuda insanlara verilen ilk ders, Elest bezminde olmuştur. Bu ders insan yaratılmadan önce ruhlar âleminde iken gerçekleşmiştir. Bu dersi insanlara yüce Allah (c.c.) bizzat Kendisi vermiştir. Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuya şöyle değinmektedir: “Rabb’inin Âdem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb’in onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki şahitliklerini isteyerek ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ buyurunca onlar da ‘Elbette!’ diye kabul etmişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A’raf suresi, ayet 172-173).”

Elest bezminde yüce Allah (c.c.) tarafından verilen bu tevhit ve iman dersi dünyaya geldiğimizde unutturulmaktadır. Fakat ruhsal dünyada güçlü bir eğilim olarak bu ders kendisini göstermektedir. Onun için ilgili ayette ‘’Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı’’ denilmektedir. Şayet Elest bezminde ruhlara verilen tevhit ve iman dersi bu dünyada etkili olmasaydı yüce Allah Elest bezmini kurmazdı, ilgili ayette de bu ifadelere yer vermezdi.

Ruhsal dünyada tevhide ve imana olan eğilimi nefsin içgüdüleri ile kıyaslayabiliriz. İnsan nasıl aç ve susuz duramıyorsa tevhit ve iman olmadan da ruhu büyük bir ıstırap çekmektedir. Ruh hiçbir zaman ölmez. Kişi ölse bile o sağ kalmaktadır. Tevhit ve imanla hayat bulur. Yoksa zayıflar, cılızlaşır. Hayat bulmasındaki sır da onun manevi organları olan letaiflerinin yükselmesidir. Tevhit ve iman, ruhun letaiflerini arşa doğru kutsal bir yolculuğa çıkarmaktadır. Tabii herkesin ameline göre letaifleri belli bir hıza ve yükselişe sahiptir. Ruhları tevhit ve imandan uzak olan kişiler, bundan mahrumdurlar. Letaifleri bu dünyaya tabiri caizse çakılıp kalmışlardır. Onlar haramlardan, bu dünyadan zevk alma yolundadırlar. Tabii bu dünyadan, haramlardan alınan nefsani hazlar hiçbir zaman ruhu tatmin etmez. Hayat felsefesi, yaşam tarzı itibariyle günahlara, bu dünyaya batmış insanların yüzlerinde hemen kendisini gösteren zulumat (karanlık), uğursuz ifadelerin nedeni ruhlarının, hususiyle letaiflerinin yükselememeleri, bu dünyaya çakılıp kalmalarıdır. Bir müminin yüzündeki nur, ruhunun ve letaiflerinin yükseldiğine bir işarettir. Yüzdeki nurun asıl nedeni budur. Tevhit ve imanla ruh bu dünyanın günahlarına, masivaya saplanıp kalmaz, yükselir, bu sırada yüzü kısmen nurlanır. Tabii ibadetler bu etkiyi çok daha kesif ve somut olarak gerçekleştirirler. Tevhit ve iman nuruna sahip olup da çeşitli nedenlerle ibadetlerden biraz uzak olan veya istenilen düzeyde bir ibadet hayatı olmayan insanların yüzlerinde nur olmasa da pozitif enerji olarak adlandırabileceğimiz bir aydınlık vardır. Kısacası bakmasını bilen bir göz tevhit ve imanın bir nur ve aydınlık kaynağı olduğunu kısa zamanda keşfeder; inkârın, günahların, dünyaya saplanıp kalmanın da yüzdeki zulumatın, uğursuzluğun nedeni olduğunu anlar.

Elest bezminde tevhit ve iman dersi ile bu dünyaya imtihan için gönderilen bir çocukta görülen bütün etkinlikler ve özellikle çocuk oyunları büyük hikmetler ve derin manalar ihtiva eder. Bu açıdan hemen tüm dünyada çocukların birbiriyle sözleşmiş gibi aynı oyunları oynamaları da manidardır. Saklambaç bu türde bir oyundur. Çocukların saklanmaları, ebenin onları bulması basit bir oyun değildir. Bu, tevhit ve iman mücadelesini sembolize etmektedir. Çünkü yüce Allah (c.c.) dünya imtihanı gereği tevhidi ve iman esaslarını eşyanın, kişilerin, varlıkların ardına saklamıştır. Onu bulmak için bu dünyada bir ebe olduğumuzu, yani imtihana tabi tutulduğumuzu kabul etmek gerekir.

Eşyanın, kişilerin ismini bilmenin önemini kavramak için Kuran-ı Kerim’e kulak verelim: ‘’Hani, Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Onlar, ‘Orda bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Sana hamd ederek daima Seni tespih ve takdis ediyoruz.’ dediler. Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ dedi. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Bana bunların isimlerini bildirin.’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksiklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.’ dediler. Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem, onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki Ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da Ben bilirim demedim mi?’ dedi. (Bakara suresi, 30-33)’’

Allah’ın (c.c.) insana verdiği kabiliyet, dil yapmadır. Eşyaya, varlıklara, olaylara, olgulara isim vermedir. Konuya bu açıdan bakmak çok yüzeyseldir. Bunu akıl sahibi meleklerin gerçekleştirememesi düşünülemez. Hz. Âdem’in (a.s) meleklere verdiği ders, varlıkların, olay ve olguların isimlerini etiketlemesi ve bunlarla tevhit ve imani konular arasında ilgi kurmasıdır. Yeryüzünde mevcut olan ve insanların icat ettikleri her şey, tevhit ve iman esaslarına açıklık getirmek, yorumlanmak için yüce Allah (c.c.) tarafından yoktan yaratılmıştır. Her eşyaya, varlığa, olay ve olguya bu gözle bakmak ancak insana özgüdür. Meleklerin eşya ile bir münasebeti yoktur. Onlar yemez içmez varlıklardır. Nurla, feyizle gıdalanırlar. Dolayısıyla bizler gibi imana da ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlara gayb hazineleri açıktır. Gören birisi için iman mevzu bahis olamaz. Oysa mümin eşya ve varlıklar karşısında Hz. Âdem (a.s) gibidir. Onları Allah’ın verdiği tevhit ve iman nuru ile keşfetmeye çalışır. Tıpkı saklambaç oyununda olduğu gibi izlere ve işaretlere çok dikkat eder. Her eşya ve varlık aslında gerçekliğiyle gözlerden saklanmış durumdadır. Onun arkasındaki tevhit ve iman gerçekliğini görmek, bilmek veya öğrenmek her insanın üzerine farzdır. Yüce Allah (c.c.) insan ruhunu buna uygun olarak yaratmıştır. Fıtratını günahlarla, dünya hayatına razı olmak ile bozmamış bir insan eşya ve varlıklar karşısında mutlaka bir arayışa girer, tevhit ve iman esaslarını ders olarak okumaya çalışır.

İşte saklambaç oyunundaki ebenin rolü, aslında insanın bu dünyadaki yaratılış amacını simgelemektedir. Her insan eşyanın, varlıkların, olayların ve olguların arkasındaki tevhit ve iman sırlarını bulmakla mükellef tutulmuştur. Bunu da rahatlıkla gerçekleştirebilecek durumdadır. Yeter ki, insanlar fıtratlarını günahlarla masivaya çokça dalmakla bozmasınlar.

Eşya, varlık, olay ve olguların arkasından tevhit ve iman dersi çıkarmak için çokça akıllı ve zeki olmak gerekmez. Günahlardan uzak durmak ve dünyaya çokça bağlanmamak insanlarda tevhit ve iman dersleri için hikmet kapılarını açar.

Tehvit ve imanın dünyadaki işlevi insanları kardeş yapmaktır. Bu kardeşlik, kan bağındaki kardeşlikten daha üstündür. Zira biliyoruz ki kan bağı ile olan kardeşlik çoğu zaman insanları aynı görüşte, düşüncede, inançta tutamamaktadır. İnsanın insanlığı ise kan gibi maddi bir şeyden ziyade görüş, düşünce ve inançta kendisini göstermektedir. Dünyada kardeş olan pek çok kişi ahrette aynı mekâna düşemeyebilir, biri cehenneme girebilecekken diğeri cennete gidebilir. Demek ki, aslolan din kardeşliğidir. İnsanların gönüllerinin, tevhit ve iman esaslarında birleşmesidir, aynı anne babanın evlatları gibi yüce Allah’a (c.c.) kullukta toplanmasıdır.

Allah’ı inkâr edip de maddi olanaklarımızı paylaşarak kardeş olalım düşüncesi dünyada tutmadı. Büyük acılar getirdi. Komünizm ancak polis devletlerini türetti. Bunlar da yıkılınca ortaya büyük sefalet tabloları çıktı.

Tevhit ve iman kardeşliği, dünyadaki tüm insanların aradığı ve temel sorunları olan eşitlik ve özgürlük demektir. Yüce Allah (c.c.) kulluğunda onlara bu nimetleri sunmaktadır. Yoksa nefsinin ve şeytanların kulları olan insanların eşitlik ve özgürlük adına söyledikleri her söz birer yalan ve aldatmacadan başka bir şey değildir.

Bütün dünya tevhit ve iman kardeşliğine adeta susamış durumdadır. Zira aşağı yukarı her ülkede yaşanan temel sorunların çözümü ancak tevhit ve iman kardeşliği ile mümkündür. Dünyada barış, kardeşlik; eşitlik, özgürlük ancak tevhit ve iman nuru ile gerçekleştirilebilir. Çünkü yüce Allah (c.c.) bizleri yarattığına göre bizlerin dünya ve ahrette mutlu olabilmemiz için gerekli olan şeyleri de bilendir. Ayrıca bizlere bunları sunandır.

Tevhit ve iman nuru bizlerin hem bireysel hem toplumsal temel sorunlarımıza devadır.

Tasavvufun temeli, özü vahdet-i vücuttur. Vahdet-i vücut, yüce Allah (c.c.) dışında başka gerçek varlık kabul etmemek demektir. Dolayısıyla bu düşünce tevhidin en son noktasıdır.

Yüce Allah (c.c.) her şeyi yoktan yaratmıştır. Varlık sahasına çıkan her şey yüce Allah (c.c.) karşısında gerçek bir varlığa sahip değildir.

Elbette yaratılan varlıkların bir gerçekliği vardır. Bunu inkâr edemeyiz. Çünkü duyu organları ile bunları algılamaktayız. Ama bu gerçeklik uykuda iken görülen düşe benzer bir yapıdadır. Kendi vücudumuz dahil bütün varlıklar fanidir. Yüce Allah’ın (c.c.) varlığı karşısında adeta yok hükmündedirler. Yüce Allah (c.c.) varlık âlemini Kendi güzel isimlerini ve sıfatlarını tecelli ettirmek için yoktan yaratmıştır. Bu tecelli tıpkı aynadaki suretler gibidir. Bütün varlık âlemi, yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları karşısında aynadaki suretler gibi bir gerçekliğe sahiptirler. Nasıl insan aynadaki suretlere el atıp yakalamak istediğinde hiçbir şey eline geçemiyorsa gerçeklik düzleminde Allah’ın isim ve sıfatları ile bunların tecellileri olan suretleri arasındaki ilişki de bu şekildedir. Onları birbiriyle karşılaştırmak, birbirine benzetmek büyük bir hatadır. Aynı kabul etmek ise büyük bir sapkınlıktır. İnsanlar açık olarak değil de sezgileri ile varlık âlemi ile yüce Allah’ın isim ve sıfatları arasında bir ilgi kurup tevhit ve iman hakikatlerine ulaşabilmektedirler.

Dünyadaki bütün ağaç yaprakları renkleri ve şekilleri itibarı ile birbirine benzer. Bu, onların yaratıcısının Bir (el-Vahid) olduğunu gösterir. Yine aynı ağaçtan da olsa birbirinin aynı olan iki yaprağa tesadüf edilemez. Bu da eşsiz, benzersiz olan yüce Allah’ın (c.c.) bir başka güzel isminin tecellisine işarettir (el-Ahad).

İnsan ve hayvan yüzlerinde, yapraklarda, çiçeklerde görülen simetri, yüce Allah’ın (c.c.) sanatsal bir mührüdür. Farz-ı muhal bir insanı ortadan ikiye bölsek bir yarımı ile diğer yarımı birbirine benzer şekilde ikiye ayrılacaktır. Tek organlar insan vücudunda tam ortaya gelecek şekilde yerleştirilmiştir: Alın, burun, dudak, çene, karın gibi. Ortada olmayan organlar ise ikişer tane yaratılmıştır: Kaşlar, gözler, kulaklar, yanaklar, eller, göğüsler, kalçalar, ayaklar gibi. İşte insan üzerinde böyle muhteşem bir simetrik yapı bulunmaktadır.

Simetri güzelliğin evrensel bir biçimi ve ifadesidir. Simetride insan ruhunu çeken bir cazibe vardır. Yüce Allah (c.c.) dünya imtihanı gereği bu dünyada zıtları yaratmıştır: Gece gündüz, iyilik kötülük, kadın erkek, eksi artı, barış savaş, iman küfür gibi. Aslında simetrik olan şeyler de böyledir. Her ne kadar parçaları birbirinin aynı gibi görünseler de bunlardan birisi sağda diğeri solda bulundukları için ayrı ayrıdır. Birbirinin aynı değildir. Görünüşteki benzerliklerin altında mana yönüyle tam bir zıtlık vardır. Bu zıtlık ile büyük bir hikmeti kucaklarlar, barındırırlar. Örneğin sağ el hayırlı işlerde kullanılır, sol elle bayağı işler yapılır. Hâlbuki yaratılışta her iki el de birbirine benzer. Bu münasebetle simetri bir semboldür. Hayrı ve şerri yaratan yüce Allah’ın (c.c.) gücüne işaret eder. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere kar ve ateşi biraya getirip bunlardan bazı melekleri yaratan yüce Allah (c.c.), her şeye kadirdir. İyilik ve kötülük O’na zarar veremez. Dilerse bunları birarada uyumlu bir şekilde yanyana getirip hayra hizmetçi kılabilir. Güzellik kaynağı yapabilir. Simetrideki cazibe mana yönüyle iki zıddın bir araya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Simetrinin dayandığı felsefi ve düşünsel temel de budur: Hayır ve şerri yaratan yüce Allah (c.c.), bazı maksatlar için bunları sanki aynı şeylermiş gibi biraraya getirebilir. İnsanların simetri karşısındaki hayranlığa kapılıp kendisinden geçmesi, âşık olması, şevke gelmesi bu zıtlıktan kaynaklanır.

Kelime-i tevhitteki sırda da bu zıtlık yatar: İlk kısmı ‘la-ilahe’ nefy (ilahları ortadan kaldırma), ikinci kısmı ‘illallah’ (ancak Allah vardır) ise ispattır. Kelime-i tevhit bu açıdan simetrik bir yapıdadır.

Şayet insan üzerinde simetri olmasaydı sağ ve sol kavramları kesin çizgilerle ayrılmayacaktı. Dolayısıyla dünyadaki imtihanın kıstasları da söz konusu olmayacaktı. Hak ve batıl birbirine karışacaktı.

İnsanın manevi yaratılışındaki nefis ve ruh gerçekliği adeta bu simetri ile simgelenmiş gibidir. Sol tarafındaki organlar onun nefsi yapısını, sağ tarafındakiler ise ruhunu sembolize etmektedirler. Nefis olanca gücüyle kötülüğü emrederken ruh yüce Allah’tan (c.c.) bir ilahi soluktur. İnsan bu iki zıt kutbun altında varoluşunu gerçekleştirmektedir.

Yüce Allah (c.c.), simetriyi sanatının en temel motifi yapmış, onu adeta sanatsal bir mühür gibi her canlı varlıkta belirgin kılmıştır. Tüm yarattığı canlı varlıkları bu mühürle damgalamıştır. Bununla hayır ve şerrin yaratıcısı olduğunu, bunların zat-ı kudretinde bulunduğunu, gücünün her şeye yettiğini herkese ilan etmektedir.

Celal ve cemal sahibi yüce Allah’ın (c.c.) birbirine zıt olan sıfatları simetri sayesinde biraraya gelince bu insanı büyük bir hayranlığa, acze, şevke, aşka düşürebilmektedir. Bu simetriye dikkat ederek, bu simetriyi göz önünde bulundurarak yüce Allah’ın (c.c.) varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Simetriye rağmen her şeyin bir tesadüf sonucu oluştuğunu, insanların, bütün canlı varlıkların böyle meydana geldiğini iddia etmek insanın psikolojik dünyasının yıkılmasına, hatta onu deliliğe bile sürükleyebilir. Çünkü akıl ve mantık simetrinin muhteşem kompozisyonu, uyumu, estetiği karşısında hayranlıkla kendisinden geçer; bunun alelade bir tasarım, plan ve uygulayım sonucu olamadığını, âlemlerin Rabbi tarafından ona has güzellik ve cazibe kaynağı bir mühürle yoktan yaratıldığını kabul eder. Bu açıdan simetri dehşetli bir etkiye sahiptir. Adeta helal olan bir büyü, sihir gibi karanlık bir yönü vardır. İnkârcıların aklını başından alır. Onların akıl ve mantıklarını iptal eder. Onlara deli divane olmak dışında başka bir seçenek bırakmaz. Simetri müminlerin ise hidayetlerini ve irşatlarını artırır. İmanlarını yakinleştirir.

Simetri adeta iman ve tevhit kaynağıdır. Namahrem olmamak şartıyla insanların birbirlerinin yüzlerine bakıp simetriye dikkat ederek ‘Maşaallah’ demeleri tevhit ve iman nurunu ziyadeleştirir. Güzelliği O’nu yaratanla tebcil etmek, Allah’ın rızasına daha uygundur. Bu durum, gözlerdeki nazarı da alır.

İnsan nefis hesabıyla güzelliğe baktığında onu yıkabilmektedir. Bu, gözdeki kötü ışınlardan kaynaklanmaktadır. Buna halk arasında ‘nazar’ denir. Ama tevhit ve iman nazarıyla baktığında bu olmamaktadır. Onun için Maşaallah sözü tevhit ve iman gözlüğü ile bakmaya bir davetiyedir. Unutanlara hatırlatmakta yarar vardır.

Mecazi aşkın oluşumunda güzellik ve cazibe kaynağı olan simetrinin büyük bir payı vardır. Genel anlamda simetri bir güzellik ve cazibe kaynağı olarak ruhu kendisine doğru çeker. Aciz bırakır. Tutsak eder.

Simetride bir de şu düşünce vardır: Bazı zamanlar hayır ve şer, eksi ve negatif kutuplar, şeytan ve melek o kadar birbirine benzer ki, tıpkı simetrideki iki şekil gibi olurlar. Bu haliyle insanın ayağını kaydırabilirler. Bunları ancak vahiyle ve peygamberin (s.a.s) adımlarını takip ederek ayırabiliriz. Bir mümin, şeytanların ve nefsin bazen hayır kapısıyla kendisine yaklaşacağını hiçbir zaman unutmamalıdır. Daima temkinli ve dikkatli olmalıdır. Simetri ona bu dersi de vermelidir. Hatırlatmalıdır.

Allah (c.c.), bizlere son nefeste iman ve Kuran nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (3)

Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (3)
Tevhidin kıymetini anlamamız için bazı temel kavramları, terimleri iyi bilmek ve göz önünde bulundurmak gerekir. Bunlardan ikisi çok önemlidir: Putperestlik ve hac.

İslam’ın bir şartı olduğu ve aşağı yukarı herkes tarafından tevhitle alakasının bilindiği için hac üzerinde fazla durmayacağız. Tüm dünya Müslümanlarının aynı giysilerle bir araya gelip anlamlı bazı hareketleri, ziyaretleri yaptığı hac baştan sona tevhit akidesinin hal dili ile yaşandığı büyük bir ibadettir.

Putperestliğin mahiyeti, anlamı ise öyle insanlar, özellikle Müslümanlar tarafından pek bilinmiyor. Tabii bu konudaki bilgi ve bilinç eksikliği Kuran-ı Kerim’in de gereğince anlaşılmasını engelliyor. Zira Kuran-ı Kerim’in ayetlerinin büyük çoğunluğu putperestlere (müşriklere) hitap etmektedir. Putperestliğin anlamı ve mahiyeti yeterince kavranamadığı için bu yüzden Kuran-ı Kerim’in ruhu ve derinliği de tam manasıyla anlaşılamamaktadır.

Şayet putperestlik ümmet-i Muhammed’i, hususiyle bugünkü çağdaş insanları ilgilendirmemiş olsaydı yüce Allah sevgili peygamberini (s.a.s) böyle bir ortamdan seçmemiş olacaktı. Demek ki, putperestlik evrensel bir olgudur ve insan doğasından kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca putperestlik tehlikesi her zaman söz konusudur. Ayrıca insan doğasında putperestlik zafiyeti de her zaman vardır. Onun için putperestliğin mahiyetini ve anlamını iyi bilmek gerekir. Bu çağda insanların hangi noktalarda şirk bataklığına kapıldığını, çağdaş putların neler olduğunu iyi tanımak her insanın üzerine farzdır.

Terimleri, kavramları eksiksiz ve tam olarak tanımanın en kolay ve verimli yolu, zıtlarını bilmekle olur. Putperestlik kavramının karşıtı tevhittir.

Tevhit, bütün Müslümanların, insanların inandıkları taktirde Allah ve toplumda bir ve eşit olmasıdır. Putperestlik ise insanların birbirine sevgisiz ve düşman olmasıdır. Kalplerin, toplumun tefrikaya düşüp parçalanması, birbirinden uzaklaşmasıdır.

İnsanlık tarihinin birinci mücadelesi, tevhit ve putperestlik olguları arasında olmuştur. Peygamberler getirdikleri tevhit akidesi ile insanları birbirine kardeş yaparken putperestlik buna karşı mücadele etmiştir. Toplumda kardeşliği, sevgiyi sabote etmiş, ortadan kaldırmıştır. Bazen peygamberlerin getirdiği tevhit akidesi toplumlarda egemen olmuş, bazen de insanların nefislerinden ve şeytanların propagandalarından güç alan putperestlik güç kazanmış, tevhit akidesini söndürmüştür.

Putperestliğin dünya tarihi boyunca insanlığın en büyük sorunu ve tehlikesi olmasının en başlıca nedeni, insan doğasından kaynaklanmasıdır. Nefsin eğiliminden güç almasıdır.

Yüce Allah (c.c.), insanı iki asıldan yaratmıştır: Ruh, yüce Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için ibadetlerden ve faziletlerden büyük bir haz alır. Dolayısıyla tevhit akidesi ruhu huzura sevk eder. Lakin nefis, anasır-ı erbanın (toprak, ateş, su, hava) özünü, tabiri caizse kaymağını temsil eder. Anasır-ı erba ise Allah’ın emri ile yoktan yaratılmıştır. Dolayısıyla nefis, anası yokluğun temsil ettiği bütün şerlerin, kötülüklerin kaynağıdır. Putperestlik nefsin olanca gücüyle kötülüğü emretmesinin tabii bir sonucu doğmuştur.

Daha önceki tevhit konulu iki yazımızda çocuk oyunlarının büyük hikmetler içerdiğini; saklambaç, körebe gibi oyunlarda ruhsal bazı sırların, özellikle Elest Bezminden bazı esintilerin sakladığını ifade etmiştik.

Büyüklerin çocuklar konusunda en büyük yanılgıları, onların sadece ruhtan oluştuklarını, dolayısıyla günahsız, temiz ve melek gibi varlıklar olduğunu sanmalarıdır. Oysa çocuklar da nefis sahibidirler. Yani onlarda da biz yetişkinler gibi günah işleme eğilimi söz konusudur. Fakat akılları ve bilgileri biz yetişkinler derecesinde gelişmediği için hem şeriat hem de kanun önünde masumdurlar. Cezalandırılamazlar. İşledikleri suçlardan dolayı da günaha girmezler. Buluğ çağı ile sorumluluk yaşına ererler.

İşte bu masum çocukların nefsani yanları da tatmin olmak ister. Bunun için de oyuncaklara başvururlar.

En başta hatırlatayım ki, burada oyuncakları yasaklamak, onları zararlı göstermek gibi bir niyetimiz ve kastımız yoktur. Bilakis bunları teşvik ediyoruz. Zira her ne kadar onlarda insanların putperestliğe olan bir eğilimi harekete geçiyor, küçük bir örneği, daha doğrusu nüvesi canlandırılıyor görünse de çocukluk çağında nefsin bu yönünün de canlı tutulmasının, meşgul edilmesinin büyük yararları ve hikmetleri söz konusudur. Eğer bunda bir mahzur söz konusu olsaydı dinimiz, en azından peygamberimiz (s.a.s) bu konuda yasaklamalar getirirdi. Hâlbuki kimi hadis-i şeriflerde dolaylı bir biçimde çocukların oyuncaklarla oynamalarına cevaz verildiği anlaşılmaktadır.

Evet, putperestlik nefsin eğiliminden ortaya çıkmış, bunun da küçük örneklerini çocuk oyuncaklarında görmekteyiz. Çocuklar oyuncaklarını ellerine aldıklarında onlara roller, anlamlar yüklerler. Örneğin çocuk elindeki oyuncağı annesi, babası, kız kardeşi, doktoru, öğretmeni, öğrencisi yapar, sonra da onları konuşturur. Onlarla mini bir tiyatro oynar. Günlük hayatta öğretmenine kızmışsa oyuncağını öğretmen yapar, kendisinden özür diletir. Böylece nefsi büyük bir rahatlama yoluna gider. Bir başka seferinde elindeki oyuncağı annesi olarak düşünür, onu hasta kılar, biraz sonra öldüğünü söyleyip gömer. Böylece gerçek hayatta az önce annesinin kendisini paylamasını, cezalandırmasını nefsani boyutta sindirmiş olur, rahatlar. Kız kardeşini doktorun karşında ölümcül bir hastalıkla ahirete yolar. Arkasından da ağlar. Böylece kıskandığı kardeşinden kendince öcünü alır. Kısacası çocuk oyuncakları ile yapılan bu mini oyunlar, çocukların ruhsal gelişmesinde, terapisinde eşsizdirler. Büyük yararları vardır. Çocukların ilgili yaşlarda oyuncaklarla oynamaları onların sağlıklı bir şekilde büyümelerini, an azından zararlı olan nefsani duygularını içlerine atmamalarını sağlar. İçe atılan olumsuz duygular çocukları hasta kılabileceği gibi sağlıklı bir kişilik oluşturmalarını da engelleyecektir.

İşte nasıl bir çocuk oyuncakları ile böyle oynuyorsa bir putperestte bu şekildedir. O da putuna kendince bir anlam ve rol verir.

Putperestler (müşrikler) hakkında en büyük yanılgı, onların Allah’ı inkâr ettiklerini sanmaktır. Oysa putperestler Allah’ın varlığını inkâr etmezler. Allah’ı pek çok sıfatı ile tanırlar. Yalnız kendilerini Allah’a ulaştırsın, ettikleri dua Allah indinde kabul görsün diye putlara taparlar. Allah’a şirk koşarlar. Bu yüzden müşrik diye de adlandırlırlar. Bu açıdan konu ile ilgili Kuran-ı Kerim’deki şu ayetleri okumakta büyük fayda vardır: “Yemin olsun ki, o putperestlere (Mekkeli müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf suresi, 87).”, “(Putperestlere hitaben) De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?’ Hemen, ‘Allah’ diyeceklerdir. Sen de ki: ‘O halde sakınmaz mısınız?’ (Yunus suresi, 31)”.

Çocuğun oyuncakları ile oynaması son derce narsist, bencil bir karakter arz eder. Yani çocuk nefsani hazlarını birinci plana alır. Onları tatmin etmek ister. Özellikle intikam ve kin duyguları bunda en birinci rolü oynarlar. Bunun örneklerini yukarıda vermiştik. Bir putperest de böyledir. Putuyla ilişkisi son derce narsisttir. Bencildir. Çoğu kez intikam ve kin duygularını tatmin etmek için onları kullanır. Bunun için onların önünde bir inanmış gibi diz çöker, onlara tazimde bulunur, onlara dua eder. Nefsani eğilimlerini, davranışlarını, özellikle intikamlarını ve bir kısım insanlara karşı kinini gerçek hayatta gerçekleştirmek için meşru bir zemin bulur. Böylece vicdanını da devre dışında bırakmış olur.

Bizler nefsaniyetten de oluştuğumuz için bazen düşmanlarımıza karşı çok acımasız fanteziler kurabiliriz. Onları öldürmek isteriz. Onlar için aklımıza çeşitli işkenceler, bin çeşit kötülükler gelebilir. Ama bunları vicdan terazisine vurduğumuz zaman çoğu kez geri adım atarız. Bunları gerçekleştiremeyiz. Bir putperest bu noktada bu vicdan terazisinden yoksun kalmaktadır. Yani putu vicdanının önüne geçerek onu devre dışı bırakabilmektedir. Çünkü putu ilahi bir anlam kazanmıştır. Dolayısıyla vicdanının üzerine çıkmıştır. Putun Allah indinde bir yeri vardır yanılsaması vicdanları işlevsiz kılmaktadır. Onun için putperestlik bir insanlık suçudur. Çünkü bir putperestin işlemeyeceği hiçbir suç yoktur. Putu elinde bir oyuncak gibidir. Putu önünde işleyeceği her suçu meşru kıldığı için bundan zerre kadar bir pişmanlık, vicdan rahatsızlığı da duymaz.

Tabii putperestlik toplumlarda, kişilerde vicdan olmadığı gibi bir hak ve hukuk da söz konusu değildir. Güçlü olan hak sahibidir. Çünkü onun putu daha büyüktür anlayışı hakimdir. Kişilerin özel putları olduğu gibi ailelerin, sülalelerin, toplumların da değer verdikleri başka putları olabilir. Kişiler özel putları ile başka insanlara karşı her türlü kötülüğü işleyebildikleri gibi aileler, sülaleler, toplumlar da başka ailelere, sülalelere, toplumlara karşı her türlü kötülüğü, şerri işleyebilecek bir zemin bulabilirler. Hak, hukuk kavramı ilahlaştırılan put veya putlarla ortadan kaldırıldığından sonu gelmeyen savaşlar, zulümler, katliamlar putperest toplumlarda eksik olmaz.

Şeytanlar insanların birbirini sevmemesi, aralarında düşmanlıkların artması ve yayılması için tarih boyunca insanların putperestliğe olan eğilimini canlı tutmak istemişlerdir. Çünkü bu sayede insanları büyük günahlara teşvik etmek daha kolay olmuştur. Putperstlik her türlü büyük günahın ana yatağıdır.

Bir putperestin işlediği bir günahtan dolayı pişman olması, kendisini ıslah etmesi mümkün değildir. Zira ona göre putunun Allah yanında bir değeri vardır. Her şey onun müsaadesi ve gücüyle meydana gelmiştir. Ortada bir hata ve günah söz konusu değildir. Dolayısıyla kendisi haklıdır.

Peygamberlerin getirdiği tevhit akidesinde ise büyük bir rahmet vardır. Zira tevhit, insanların Allah’ın (c.c.) dini karşısında bir ve eşit olması demektir. Dolayısıyla insanların eylemleri hak ve hukukla ölçülmektedir. Zulmeden, şer işleyen, kardeşine kötülük yapan kişi, Allah’ın hukuku karşısında yargılanmakta ve bir yaptırıma uğramaktadır. Bu süreç gerçekleşirken insanların vicdanları harekete geçmekte, toplumun huzuru, saadeti ön planda tutulmaktadır. İnsanlar, hak ve hukuklarını arayabilmektedirler. Mazlum ile zalim birbirinden ayrılmakta, mazlumun hakkı zalimden alınmaktadır.

Tevhidin en büyük nimeti hiçbir insanın diğer bir insandan ayrıcalıklı olmamasıdır. İnsanların hak ve hukukta eşit olmasıdır. Bu sayede toplumda barış ve kardeşliğin gerçekleşmesidir. Onun içindir ki, peygamberlerin tevhit çağrılarına öncelikle toplumda ezilen, hiçbir hakkı olmayan, zulmedilen insanlar, kesimler olumlu cevap vermiştir. Bunlar peygamberlerin etrafında toplanmışlardır. Genellikle zenginler, çarpık düzenden nemalan kesimler, bu çağrıya olumsuz yanıt verdikleri gibi inananlarla da mücadele etmişlerdir. Kısacası tevhit davası, tarih boyunca ezilenlerin bayrağı olmuş, putperestlik de ayrıcalıklı sınıfın kavgası halinde tezahür etmiştir.

Putperest toplumlarda insanlar arasında müthiş bir sevgisizlik vardır. Dostluklar hep menfaat ve siyaset üzerine kuruludur. Böyle bir düzende insanların tek emelleri nefsaniyetlerini tatmin etmektir. Zayıflar her zaman ezilir. Onların haklı oldukları konuda zerre kadar bir hakları yoktur. Putperest bir insan, her saniye diğer insanların zayıf anlarını kollar. Ufacık bir bahaneyle her türlü zulmü işleyebilir. Böyle anlarda ise hiçbir kimse en küçük bir suçluluk duygusu veya vicdani bir rahatsızlık bile duymaz. Tevhit akidesinin hakim olduğu toplumlarda ise, herkes Allah’ın kuludur. Toplumda hakim olan duygu, sevgi ve saygıdır. İnsanlar Allah tarafından bir ve eşit yaratıldığı için her türlü sevgiye ve saygıya layıktır. Zayıf ve çaresiz insanlara yardım etmek, Allah’ın çok sevdiği bir iş olduğu için böylelerini ezmek, onlara zulmetmek doğru değildir. Düşmanlığa değil kardeşliğe bahaneler aranır. Barış ve huzur, tevhit akidesine sahip bir toplumun tabii manevi havasıdır.

Toplumda meydana gelen terör ve anarşinin arkasında mutlaka şeytanlar bulunduğu gibi terör ve anarşinin dayanağı da kesinlikle putperest bir mantıktır.

Bugün insanlar taştan, ağaçtan yapılmış putlara tapmıyorlar ama putperest eğilimler yine de söz konusudur. Özellikle para, daha doğrusu ekonomi konusundaki yanlış hareketler, toplumdaki birlik ve beraberliği bozmakta, insanları, halkları putperest toplumlarda olduğu gibi birbirine düşman haline getirebilmektedir. Sadaka, zekât; faiz yasağı, borç para verme teşviki gibi olumlu şeylerle insanlar arasındaki gelir dağılımını yoksul kişiler lehine ayarlamaya çalışan İslam dini, paranın bir put olarak toplumdaki insanlar ve halklar arasında bir ayrımlaşma ve kutuplaşma olmasının önüne geçmektedir.

Kuşkusuz çağımızın en büyük putçuluğu, ırkçılıktır (faşizm). Irkçılığın dayandığı mantık ve hedef ile putperestlik aynıdır. Irkçılık da putperestlik de sevgisizliğe, düşmanlığa, bölücülüğe, ayrımcılığa, savaşa dayanır. Bu yüzden ırkçılıktan yara almamış, ekonomisinin büyük gücünü bu yaranın tedavisi için harcamayan İslam ülkesi yok gibidir.

Temeli tevhide dayalı İslam’ın, ırkçılığa deva bulmaması ise mümkün değildir.

Kısacası İslam dini her şeyi ile özellikle hac emri ve putperestliğe karşı olması ile tüm insanlığı birbirini sevmeye, kardeşlik duygusuna, barışa, huzura çağırmaktadır.

Tevhit akidesinin hedefi, tüm dünya Müslümanlarını biraya getirip her yönüyle bir ve kardeş kılmaktır.

Bir de bazı insanların tasavvufta rabıtaya şirk demelerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Elbette bir fotoğrafa bakıp da mürşitlerini hayalinde canlandıranlara en azından mürşitlerini canlı bir formda hayal etmelerini tavsiye ediyoruz. Rabıta sırasında put gibi cansız bir form uygun değildir. Canlı form derken bunu da yanlış anlamamak gerekir. Örneğin ışıl ışıl bakan bir göz, güler bir yüz v.s gibi canlılığa delil olan küçük şeyleri kasdediyoruz.

Şayet ölmüş bir şeyhe bağlı iseler veya böyle bir şeyhten istifade etmek istiyorlarsa ellerinde de ancak bir fotoğraf varsa o zaman o fotoğraftan esinlenerek hayalinde ilgili şeyhe hayat vermeleri, sanki yanlarında yaşıyormuş gibi düşünmeleri daha doğru bir hareket olacaktır.

Şu bilinen bir gerçektir ki, veli olan zat öldüğünde daha bir güçlenmektedir. Nefisten soyunduğu ve sadece ruhtan ibaret olduğu için rabıtası daha bir tesirli olmaktadır.

Rabıta yaşayan bir mürşide yapılır. Yani veli zat ölmüş de olsa o yaşıyormuş gibi telakki edilir. Putperest ise böyle değildir. Belki mübarek bir insanın ismi bir zamanlar ilgili puta verilmiş olabilir. O mübarek zat da yüzyıllar önce ölmüş olabilir. Ama put aracılığı ile o kişi cansız bir nesne ile forma kavuşturulduğu gibi onun davası ve tevhitle alakası da artık kopmuştur. Yok olmuştur. Yani putperestin elinde o bir oyuncağa dönmüştür. Çoğu zaman, yıkıcı duygularının, gayr-i meşru isteklerinin dışavurumu için hizmet görmeye başlamıştır. Oysa rabıtası yapılan kişi, Allah dostudur. Ona rabıta yapan kişi asla kötü duygularını meşru kılmak gibi bir amaç gütmediği gibi bilakis onunla Allah’a (c.c.) daha çok yaklaşmaya çalışır. Amaç rabıta vesilesi ile Allah’a, dolayısıyla Allah’ın Kuran-ı Kerim, peygamberin sünneti gibi hukuk kaynağı araçlarına ulaşmaktır. Onları yaşamaktır. Yaşantıya sokmaktır. Ahlak edinmektir. Rabıtası yapılan Allah dostu Kuran-ı Kerim’in ve peygamberimizin (s.a.s) sünnetinin adeta yaşayan halidir. Varisidir. Dolayısıyla rabıtası yapılan Allah dostundan adeta bunların transferi gerçekleştirilir. Üstün ahlak elde edilmeye çalışılır. Putperest ise narsist, bencil bir anlayışla putuna yaklaşır. Nefsine uyarak her türlü rezilliği, kötülüğü işleyebilir. Put adeta her türlü şerrin kaynağı gibidir. Rabıta yapan kişi, veli zatın kişiliğinde büyük erdemlere ulaşmaya, dolayısıyla topluma yararlı ve Allah’ın rızasına uygun bir kul olmaya çalışır. Putperest ise nefsine ayna görevi gören putunun etkisiyle her türlü kötü ahlakı kazanabilir; topluma, insanlığa büyük zararlar verebilir; bu yüzden Allah’tan uzaklaşır.

Rabıta olayının temeli ruhsaldır. Veli zat letaifleri yüce âlemlere ulaştığı için nur ve feyz kaynağıdır. Rabıta yolu ile mürit bunları üzerine almaya, mürşidindeki feyzden ve nurdan yararlanmaya çalışır. Bundan sonra kalp, letaifler harekete geçer. Mürit, mürşidindeki gelen nurdan ve feyizden somut olarak haberdar olur. Böylece rabıtanın en önemli amacı da gerçekleşmiş olur. Putperestin putu ile böyle bir ilişkisi yoktur. Zaten putperest bin yıl da karşısında beklese puttan ne feyiz ne de nur kalbine, letaiflerine gelir. Putperest sadece narsist, bencil, yıkıcı duygularını ve içgüdülerini tatmin etmek için putunu kullanır. Bunlar için putunun önünde ibadet ve dua eder.

Rabıtada veli zattan bir şey istenmez. Daha doğrusu ona dua edilmez. Yalnız ondan himmet beklenir. Himmet manevi yardımdır. Bu manevi yardım da Allah’ın izni ve yaratması ile ancak yapılır diye itikat edilir.

Dua yalnız Allah’a yapılır. Yalnız veli zatın yüzü suyu hürmetine; Allah indindeki yerine, hürmetine dayanarak Allah’a dua edilebilir. Buna tevessül denir. Bu meşrudur. Çünkü istek, dua Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli zat ise vesile kılınmaktadır.

Rabıtaya, tevessüle karşı olanlar genellikle şu ayet-i kerimeyi davalarına ispat için hep ortaya atarlar: ‘’ İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar (putlar) edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez (Zümer suresi, 3)’’

Rabıtada kişi nasıl asıl amaç olarak Allah’a yakınlaşmayı hedefliyorsa güya putperestlerin de putlarına taparken böyle bir iddiaları var. Şimdi size soruyorum, her iddia gerçek midir? Putperestler tevhit akidesini savunan kişilere karşı kendilerini savunmak, güya tevhit akidesine olan yakınlıklarını vurgulamak için bu iddiayı söylüyorlar. Hâlbuki biz bu yazı boyunca anlattık ve açıkladık ki, putperestlerin asla böyle bir hedefleri yoktur. Bu, büyük bir yalandır. Putperestin tek gayesi nefsani duygularını tatmin etmektir. Onlar Allah’tan uzaktırlar. Oysa rabıta yapan kişi için bu bir iddia değil gerçektir. Zira gerek şeyhin gerekse müridin şeriata, peygamberimizin (s.a.s) sünnetine aykırı davranışları kabul görmez ve itibar da edilmez.

Aslında rabıtaya ibadet olarak bakmak ile hata başlanıyor. Hâlbuki rabıta doğal bir olgudur. İnsanın sevdiğini düşünmesidir. Tarikatta de bir usuldür. Nur ve feyz kaynağı mürşid-i kâmilden istifade etmekte kullanılan bir araçtır. Bunun için en kestirme bir yoldur.

Kaldı ki, tasavvuf farz değildir, herkese de hitap etmez. İmanı geliştirmede, onu tahkiki seviyeye ulaştırmada sadece bir yoldur.

Kısacası rabıtanın, tevessülün şirkle, putperestlikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bilakis bunlar tevhide, tevhidin nuruna ve feyzine hizmet eden araçlardır.

Yüce Allah (c.c.) tevhit akidesini dosdoğru anlamayı, rızası istikametinde yaşamayı, ölmeyi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 
Üst Alt