Tebliğ Ve Diyalog

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,344
Tepkime puanı
25
Tebliğ, bir dini veya bir hakikati başkasına anlatma ve yayılmasına çalışmaktır. Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve gerçek vazifelerinden biridir. “Peygamberlere düşen sadece tebliğ yapmaktır.”(1) ayeti bu hakikati ifade etmektedir. Peygamberler bu tebliğ vazifesini yaparken birçok sıkıntılarla karşılaşmışlar, ama asla yılmamışlardır. Onlar tebliği hep hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. Nitekim, Cenab-ı Hakk, mealen şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel Öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”(2)

Tebliğ vazifesi her Müslüman’a iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar farzdır. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir: “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar kötülüğü önlersiniz; çünkü Allah’a inanırsınız.”(3) İşte bu tebliğ vazifesini yapmanın bir yolu da diyalogtur.

Diyalog, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanların bir araya gelerek, çeşitli konularda bilgi alış verişinde bulunmaları, ortak sıkıntılara birlikte çözüm aramak için görüşmeleri, müzakere yapmaları ve irtibat kurmalarıdır. Böyle bir diyalog, insanî ve ahlakî olduğu gibi, iki dünyanın saadet ve selametine de vesiledir. İnsanın yaratılış gayesine uygun ve zaruri bir davranıştır.

Cenab-ı Hak mealen: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, kabilelere ayırdık”(4) buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir." (5)

Bu ayet ile insanlar tanışmaya ve görüşmeye davet edilerek, husumet ve düşmanlıktan kaçınmaları istenmektedir. Çünkü düşmanlık ve husumetten herkes zarar görür. Ayette bütün insanlara hitap edilmesi dikkat çekicidir. Evet, insan fıtraten medeni olduğundan, diğer insanlar ile iyi geçinmesi ve diyalog halinde olması yaratılışının gereğidir. Bir insanın başka dine mensup bir komşusu varsa, elbette onun ile iyi geçinmesi ve iyi münasebet içinde olması lazımdır.

“Hükümlerin en hayırlısı sulhdür.” İnsan ancak barış ve sulh ortamında karşısındaki insan ile temas kurup kendi fikirlerini ona anlatır ve onun görüş ve düşüncelerinden istifade eder. Kavga ve husumet ortamında görüşmek ve fikir alış verişinde bulunmak asla mümkün değildir. Nitekim bir âyet-i kerimede ”Sulh sizin için daha hayırlıdır” buyrulmaktadır. Başka bir ayet-i kerimede de: “Ve eğer onlar sulha meylederlerse sen de ona meylet ve Allah’a tevekkül kıl.”(7) buyrulmuştur. Bu ayet ile sulha meyleden düşmanlarla barış yapılmasının, dinen tavsiye edildiği görülmektedir. Cenab-ı Hakk dilediği takdirde iki düşmanın kalplerini muhabbetle doldurur ve düşmanlığı ortadan kaldırır.

İslam Dini insanlığın fıtri dinidir. İslam kelimesinin asıl manası müsalemet olduğundan, onun ruhunda hakim olan sulh ve barıştır. Zira, selamet ve müsalemet İslamiyetin ruhudur.

Kur’an-ı Kerime göre bir Müslüman, hem Allah, hem de bütün varlıklarla müsalemetle, yani sulh, emniyet ve barış ile yaşayandır. Allah ile müsalemet, her hayır ve faziletin kaynağı olan Allah’ın emirlerini yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınmak ve O’nun iradesine tam manasıyla teslim olmaktır. Allah’ın yarattıklarıyla müsalemet ise, her mahlûka karşı faydalı olup, özellikle insanlar ile barış, hoşgörü, diyalog ve huzur içinde yaşamak ve diğer bütün mahlûkata karşı da merhametle muamele etmektir.

İslamiyet’i hakkıyla anlayıp takdir eden bir Müslüman, tam teslimiyet ve barış içinde yaşar, kalben ve fikren daima huzur içinde olur ve ömrünü saadetle geçirir. Böylece o insan, İslam’ın asıl hedefi olan ve saadet yurdu denilen cennete kavuşur.

İslamiyet bütün semavi dinleri ve peygamberleri kabul ve iman etmeyi emreder. Bütün hak dinler arasındaki ittihat noktası Allahın emir ve yasalarını tesis etmek; sulh, barış ve güveni temin etmektir. Diğer din mensupları da Müslümanlar gibi düşünüp inansalar, dünyada asla terör, anarşi ve savaş olmaz.

Peygamber Efendimiz (asm), sulha o kadar âşık ve taraftar idi ki, galip oldukları halde, Müslümanlara mağlup muamelesi yapan ve bütün maddeleri Müslümanların aleyhinde olan “Hudeybiye Barış Antlaşması’nı” müşriklerle yapmış ve bu Anlaşmayı kan dökülmesine tercih etmiştir. Hatta anlaşma metninden “Allah’ın Resulü Muhammed” ifadesinin çıkmasını isteyen Süheyl’e itiraz etmeyip anlaşmayı imzalamıştır. İki sene devam eden bu barış sayesinde Müslümanların sayısı yirmi katına çıkmıştır. Bu büyük fütuhat, diyaloğun ve barışın zaferidir.

Peygamber Efendimiz (asm) İslam’ı diyalog ve tebliğ ile anlatmıştır. O (asm) akrabaları, komşuları ve hemşerisi olan müşrik ve putperestler yanında Yahudi ve Hıristiyanlarla da diyalog kurmuş, bir kısmı ile bizzat görüşmüş, bazılarına mektuplar yazmış, diğer bir kısmına da sahabelerini göndererek İslam’ı tebliğ etmiştir; ve böylece İslamiyet’in bütün şark ve garba yayılmasına vesile olmuştur. Hazret-i Ömer (ra) zamanında da Ashab-ı Kiram’dan Abdurrahman bin Rabia ve Ehsef bin Kays Buhara’ya giderek onlara ezelden beri ruhlarının özlediği ve vicdanlarının aradığı Mabud’u Hakiki’yi anlatmışlardır.

Peygamber Efendimizin (asm) bu tebliğ vazifesini devam ettirmek, şuurlu ve hamiyetperver Müslümanların görevidir. Nitekim Hazret-i Peygamberi (asm) kendilerine rehber eden ve hayatlarını İslam’ı tebliğe vakfeden o durmaz ve yorulmaz aşk ve şevk sahibi İslam mücahitleri sayesinde İslamiyet Afrika, İspanya, Hindistan, Çin ve Sent Nehri’ne kadar yayılmıştır. İnşallah bu fütuhat kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. Bu da ancak görüşme, konuşma ve fikir teatisinde bulunmakla mümkün olacaktır. Aksi halde İslam’ın elmas gibi hakikatlerini diğer insanlara anlatmak mümkün olmayacaktır.

Peygamber Efendimiz (asm) daha gençliğinde Mekke’ye gelen yabancıları zulümden korumak için kurulan “Hilf’ül-fudul” isimli guruba katılmış ve İslam’dan sonra da bundan övgü ile bahsetmiştir. Çünkü zulüm yapmak ve zulme rıza göstermek insaniyetle asla bağdaşmaz.

Hazreti Peygamber (asm) özellikle Hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler arasında dolaşarak onlara İslam’ı anlatıyordu. Nitekim Medine’den gelen Hazrec kabilesine mensup altı kişi, Peygamberimizin davetini kabul ederek Müslüman olmuşlar ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde buluşacaklarına dair söz verip ayrılmışlardır. “Buna Birinci Akabe Biatı” denilmektedir. İslamiyet’i seçen bu insanların, Medinelilerin üzerinde büyük etkileri olmuştur. Evs ve Hazrec kabilelerinden birçok kimse bunların irşat ve tebliği sayesinde Müslüman olmuşlardır.

Ertesi yıl (Peygamber Efendimizin Peygamberliğinin on ikinci yılında) yine Hac mevsiminde, Medine’den gelen on iki kişi, Akabe mevkiinde Resulullah (ASM) ile geceleyin gizlice buluşmuşlardır. Bunların altısı bir önceki yıl Müslüman olanlardı. Bu ikinci görüşme ise, “İkinci Akabe Biatı” olarak bilinmektedir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (ASM.) Hıristiyanlarla birçok görüşmeler yapmıştır. Müslümanların Mekke’de çok eza ve cefaya maruz kaldığı dönemlerde Hazret-i Peygamber, (ASM.) bazı Sahabelerini Hıristiyan bir devlet olan Habeşistan’a göndermiş ve orada emniyette olacaklarını bildirmiştir. Buraya giden sahabelerin İslam’ı tebliğ etmeleri sayesinde başta Habeş Kralı Necaşi olmak üzere, birçok Hıristiyan Müslüman olmuştur.

Cenab-ı Hakk Ehl-i Kitapla görüşmeyi, fikir teatisinde bulunmayı ve onların insaflı olanlarıyla en güzel şekilde mücadele etmeyi şu ayeti ile emretmektedir:

“Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitap ile en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin; ‘Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilahınız birdir. Ve biz yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.”

Bu ayet ile onlarla karşılıklı menfaat ve hoşgörüye dayalı ilişkilere izin verilirken, başka bir ayeti kerimede Ehl-i Kitabın Müslümanlara dost görünebileceklerine dikkat çekilmiş, onların körü körüne dost edilmemesi uyarısı yapılmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz(ASM) Medine’de Ehl-i Kitapla anlaşma yaparak bir güven ortamı sağlamış, ama onlarla ilişkilerinde daima ihtiyatlı olmuştur.

Mesela, Peygamber Efendimizin (ASM.) Yahudi kabilelerden bazılarıyla yaptığı anlaşmalar ile her iki taraf birbirine saldırmayacak, birine saldırı olursa, diğeri ona yardımcı olacaktı; ancak, Yahudiler yaptıkları bu anlaşmalara sadakat göstermeyip, anlaşmayı bozmuşlar ve Müslümanların aleyhine çalışmışlardır.

Bir Sual: “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Allah zalim topluluğa hidayet etmez.”(9) Mealindeki ayet-i kerime bizlere Ehl-i Kitapla diyaloğu yasaklamıyor mu?

Cevap: Bu ayet-i kerime beşeri; toplumsal ve sosyal ilişkilere mani değildir. Ayetteki yasaklama, onların Yahudilik ve Hıristiyanlık yönleriyle ilgilidir. Yani onların dinlerine, örf ve adetlerini dost edinmek yasaklanmıştır.

Yoksa ehl-i kitapla ticaret yapmak, onların faydalı sanatlarını ve ilmi buluşlarını almak ve onlarla iyi ilişkiler kurmak elbette gerekli ve zaruridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (ASM) “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri konuya ışık tutacak ve yanlış değerlendirmelere engel olacaktır:

“Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyyen nehy-i Kuranîde dâhil değildir”.(10)

“Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.”(11)

Nitekim onlardan kız almak ve onların kestiğini yemek caizdir. Ehl-i kitaptan bir hanımla evlenen bir Müslüman, onu hanımı olduğu yönüyle sever. Ama o hanımının Yahudiliğini veya Hıristiyanlığını sevemez.

Günümüzde Hıristiyanlardan pek çok ilim ve fikir adamı araştırmaları neticesinde İslâm’ı seçmişlerdir. Avrupa’da Hıristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Osmanlı İmparatorluğu en güçlü döneminde bile ancak Viyana’ya kadar gidebilmişken, bugünkü sulh ortamında ise, sadece Diyanete bağlı camii sayısı, Almanya’da 750, Fransa’da 206, Hollanda’da 140 ve Belçika’da 73 tür. Ayrıca değişik gönüllü kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin yaptırdığı çok sayıda cami ibadete açılmış ve birçok İslami ilim ve kültür merkezleri kurulmuştur. Yine birçok kilisenin camiye çevrildiği bilinmektedir. Bütün bu başarılar diyoloğun ürünüdür, savaş ve husumetin değil.

Özelikle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu düsturlar ve birçok dile çevrilen Risale-i Nur’un ikna edici ve yüksek hakikatleri ve Nur talebelerinin gayretleri sayesinde Kur’anın elmas gibi hakikatleri, bütün dünyaya ulaşmış ve birçok insanın hidayetine vesile olmuştur.

Kur’an ve hakikat aşığı Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin talebeleri de açmış oldukları çeşitli Kur’an Kursları sayesinde dünyanın birçok yerine Kur’an hizmetini götürmüşlerdir. Bütün bunlar hoşgörü ve diyalog sayesinde mümkün olmaktadır

Cenab-ı Hak, İslam nurunun bütün insanlığa ulaşması için gayret gösteren herkesten ebediyen razı olsun ve daim muvaffak kılsın.

Bazı kimseler, hoşgörü ve diyalogun Müslümanları Hıristiyanlaştıracağından endişe etmektedir. Bu endişe çok yersizdir. Zira, İslamiyet’in hakikatlerinde asla bir şüphe ve zayıflık yoktur ki, onun hakikatlerini tebliğ ederken herhangi bir tereddüt yaşayalım. Acaba gerçekten Müslüman olup da muhakeme-i akliye ile Yahudi ve Hıristiyan olan kaç kişi vardır. Bazı cahillerin menfaat mukabilinde Hıristiyan olmaları bir önem taşımaz. Nitekim ciddi bir araştırma yapıldığında bu kimselerin İslam’ı anlamadıkları hatta tam manasıyla Müslüman olmadıkları görülecektir. Ehl-i Kitaptan Müslüman olanlar ise, genellikle ilim ve fikir adamlarıdır. Hatta bazı papazların da Müslüman oldukları bir hakikattir

Netice olarak diyalog; İslamiyet’ten taviz vermek değil, doğru İslamiyet’i ve onun güneş gibi ulvî hakikatlerini bütün dünyaya anlatmaktır.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet`e dehalet edecekler.”(12)

Kaynaklar:
  1. Maide Suresi, 5/99
  2. Nahl Suresi, 16/125
  3. Al-i İmran Suresi, 3/110
  4. Hucurat Suresi, 49/13
  5. Mektubat, 321
  6. Nisa Suresi, 4/128
  7. Enfal Suresi, 8/61
  8. Ankebut Suresi, 46
  9. Maide Suresi, 51
  10. Münazarat, s.33
  11. Münazarat, s.32
  12. Hutbe-i Şamiye s. 24
 
Üst Alt