Mustazaf nedir?

hüzün

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
27 Şubat 2011
Mesajlar
413
Tepkime puanı
6
mustazaf nedir,mustazaf ne demek, mustazaf ne demektir,mustazaflar nedir

Cahiliyye toplumlarında toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış halk tabakası.

Müstaz’af, “za-u-fe (zayıf oldu)” fiilinin istif’al babından ism-i mef’uldür. “Za-u-fe” kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan “za’f-zayıflık” nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re’yde de olur.

“İstaz’afahu” onu zayıf buldu, zayıf gördü anlamındadır (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât Fi Ğarîb’ul-Kur’an, İstanbul 1986, s. 434). Aynı zamanda onu zayıf saydı, zillete duçar etti, demektir.

İslâm toplumunun dışındaki her toplum, baskı ve nüfuz kabul edenler veya baskı ve nüfuz altına alınabilenlerle, onlara baskı yapanlar olmak üzere iki sınıfa ayrılır. İkisinin arasındaki fark, birinin baskıya uğrayan, baskıyı kabul eden büyük çoğunluk; diğerinin baskıyı uygulayan küçük azınlık olmasıdır.

Farklılaşma olayı toplumdaki güçlüleri, güç ve yetenekleri kendilerinden daha az olanlara üstünlük sağlamaya, onları kendi tesirleri altına almaya sürükler. Bu durumda güç ve yeteneği daha az olanlar (mustaz’aflar) güçsüzler grubunu oluşturur. Yani bunlar inanç ve amelin söz konusu olduğu bir çok durumlarda güçlülerin tesirinde kalmayı kabul ederler.

Topluma yeni bir nesil geldiği ve üstünlük alışkanlığını atalarından aynen devraldığında, aslında hiçbir özelliği ve insânî yeteneği bulunmayan bu neslin güçsüzlere karşı açık bir zulmü ve haksızlığı görülür. Aslında şimdi ezilen bu güçsüz kişilerin arasında hiç de liyakatları yokken hakimiyeti elinde bulunduranlardan daha yetenekli kişiler bulunmaktadır.

“Mustaz’aflar” (güçsüzler) kelimesi Kur’an-ı Kerim’de “müstekbirler” (kibirliler, büyüklük taslayanlar) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Müstaz’atlarla, toplumda hiç bir tabii hâkimiyet yetkisi olmayanlar anlaşılır. Kur’ân-ı Kerim’de mustaz’aflar, müstekbirlerin istiz’af ettiği, zayıf gördüğü, zayıf bulduğu, zaafa uğrattığı, hor ve zelil kıldığı kimselerdir.

“Anamın oğlu, dedi: Muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldürüyordu” (el-A’raf, 7/150).

Yukarıdaki anlamlarda kullandığımız müstaz’af, Kur’ân-ı Kerim’de, kullanılış şekilleri davete karşı tutumları, müstekbirlerle ilişkileri ve toplumdaki konumları gözönüne alınarak bir kaç kategoride incelenebilir.

Bir kısım müstaz’af halk toplulukları vardır ki bunlar uzun zamandan beri nesillerin değişmesiyle vahiyden uzak kalmış, uzak bırakılmış kimselerdir. Eğer kendilerine vahiy ulaşırsa, davetçiler kendilerini Allah’ın dinine davet ederlerse daveti kabul ederler, omuzlarında taşımaya başlarlar. Bunlar müstekbirler tarafından olmadık işkencelere uğratılırlar. Davalarından vazgeçmeleri için ne kadar baskı yapılırsa yapılsın tekrar küfre dönmezler. Rasullere ilk inananlar bunlardır. Hz. Adem (a.s.)'den bu yana peygamberler tarihi boyunca davanın ilk çilekeşleri durumundadırlar. Müstekbirlerin daveti kabul etmemelerinin bir bahanesi de rasullere ilk olarak inananların müstaz’aflar olmasıdır. Müstekbirler bu inananlarla devamlı alay ederler, onları çok küçük görürler. Rasullere de, müstaz’afları etrafından kovduğu takdirde inanacaklarını söylerler. Rasuller bunu yapmayınca, davayı ilk kabul edenler güçsüz kimselerden olduğu için, davayı haksız bulurlar. Zira bunlar müstaz’aflarla bir arada bulunmayı kibirlerine yedirmemektedirler.

“Kavminden küfreden ileri gelenler (Nuh’a) dedi(ler) ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey (olduğunu) görmüyoruz. İlk bakışta bizden sana aşağı tabakanın dışında kimsenin uyduğunu da görüyoruz. Ve biz sizi bizden üstün de görmüyoruz. Biz sizi ancak (olsa olsa) yalancılardan sanıyoruz” (Hud, I1/27).

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, iman eden istiz’af olunanlara (müstazaflara, zayıf düşürülenlere) “Siz gerçekten Salih’in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”dediler. Onlarda “Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman edenleriz” dediler” (el-A’raf, 7/75).

Yukarıdaki ayetlerden Nuh (a.s.) ile, Salih (a.s.)'a inananların kavimlerinin mustaz’af kesimleri olduğunu anlıyoruz. Her peygambere inananların çoğunu müstaz’aflar oluşturduğu gibi, en son Rasul Hz. Muhammed (s.a.s)’e ilk iman edenler de Müstaz’af kesimdir. Bunu şu olaylardan bariz bir şekilde anlıyoruz:

Bizans İmparatoru Herakleios Mekke’de bir peygamberin zuhur ettiğini duymuştu. Şam’da olduğu bir sırada bu yeni peygamber hakkında bilgi edinmek istemişti. O sırada Şam’da bulunan Mekkeli tüccarları yanına çağırmıştı. Herakleios’un sorularına Rasulullah (s.a.s)’e akrabalık bakımından daha yakın olan Ebu Sufyan cevap veriyordu. Herakleios:

“Ona tâbi olanlar, ileri gelen zümre mi, yoksa fakir ve zayıf insanlar mıdır?” diye sorunca Ebu Sufyan; “Hayır, zayıf kesimden insanlardır” cevabını vermiş, bunun üzerine Herakleios: “Zaten peygamberlerin tabileri de bu zayıf halk kesimidir” demiştir (Sahih Buhari Muhtasarı-Tecridi Sarih Tercemesi, I, 22, Had. No: 7).

İşte tüm peygamberlere iman eden bu müstaz’aflara Allahü Teâla, Kur’ân-ı Kerim’de onları yeryüzüne mirasçı kılacağını va’dediyor.

“Firavun, o yerde (yeryüzünde) ululandı ve halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi Müstaz’aflaştırıyor (zayıf düşürüyor), oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi. Biz ise istiyoruz ki yeryüzünde müstaz’aflara lütfedelim, onları (yeryüzünde) önderler ve mirasçılar kılalım ” (el-Kasas, 28/5).

“İstiz’af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi. Fir’avn’ın ve kavminin yapageldikleri ve yükseltmekte olduklarını da yıktık” (el-A’raf, 7/137).

“O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde azınlık ve müstaz’aflardınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da Allah (c.c.) sizi barındırdı, yardımıyla kuvvetlendirdi. Sizi en temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdı. Ta ki şükredesiniz” (el-Enfâl, 8/26).

Bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmazlar. Kendilerine yapılan zulme karşı çıkmayıp boyun eğerler. İster kendilerine karşı isterse başkalarına karşı yapılan haksızlıklara, kötülüklere, çirkin hareketlere, Allah’a dayanmama, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar yüzünden razı olurlar. Bunlar ya “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesini taşımaktadırlar veya zulüm yapanlar kendilerinden güçlü olmadıkları halde, onların güçlülüğü vehmine kapılırlar. Kur’an-ı Kerim bu tür müstaz’aflar için cehennem azabının olduğunu bildirmiştir.

“İnkâr edenler; “Bu Kur’an’a ve bundan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu zulümleri Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen. Müstaz’aflar, müslekbirlere;

“Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık derler. Müstekbirler, müstaz’aflara; “size hidayet geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu kimselerdiniz” dediler. Müstaz’aflar da müstekbirlere; “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?” (es-Sebe, 34/31-33).

Bu ayetlerin tefsiri ile ilgili bu iki zümre arasında ahirette şöyle bir konuşma ve muhasebe geçecektir: “Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiç bir nasihatçıyı dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği apaçık gördüklerinde ve dini liderlerinin nasıl her şeyi ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir akıbete sürüklendiklerini farkettiklerinde bu önderlerine dönecek ve şöyle diyeceklerdir: “Ey zâlim insanlar, bizi siz saptırdınız. Bizim düştüğümüz bütün belaların sorumlusu sizsiniz. Eğer siz bizi saptırmasaydınız biz Allah’ın elçilerini dinler ve onların söylediklerine inanırdık.” Onlar (müstekbirler) da derler ki: “Biz bir kaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik. Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve yönetimden alakoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz, vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk. Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi neden bize Peygamber’in gösterdiği yola kendinizin tabi olmak istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz haranı ve helaldan gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah’a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icad ederek, dinde bir çok yenilikler çıkararak ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Allah’ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekârlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun siz bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hakimiyetleri altında her tür günah ve ahlâksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlâksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alış verişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız” (Ebu’l-A’la el-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an Tercümesi, 1 V, 472).

“Melekler kendi nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere derler ki: “Ne halde idiniz?” Onlar: “Biz yeryüzünde müstaz’aflar (zayıf bırakılmış kimseler) idik” dediler. Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” İşle onlar barınakları Cehennem olanlardır. O ne kötü bir dönüş yeridir” (en-Nisa, 4/97).

Görüldüğü gibi Allah’a kul olmamağa, zulme karşı gelmemeğe, Allah yolunda çalışmamağa bahane olarak ileri sürülen “müstaz’aflık”, kendi kendine zulmeden insanları Cehenneme girmekten kurtaramıyor. İnsanları azaptan ancak Allah’a ibadet, Allah yolunda mücadele kurtarır. Çünkü zulme rıza gösteren müstaz’aflar ise ayet-i kerimede belirtildiği gibi müstekbirlerle beraber cehennemliklerdir.

Üçüncü bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar çok güçsüzdürler. Zulme karşı çıkmaya gerçekten güç yetiremezler. Aralarında belki onlara vahiy de ulaşmamış güçten, takattan kesilmiş ihtiyarlar, zalimlerle savaşmaya güç yetiremeyen kadınlar vardır. Yine bunların içerisinde bedence, akılca ve ruhça sakatlar vardır. Bunlar malca fakirdirler. Zâlimler, müstekbirler bu insanları ezerek, sömürerek bu duruma getirmişlerdir. Bu müstaz’afları Allahu Teâla’nın affetmesi umulur. Mü’minlerin ise zulme uğrayan, sömürülen, ezilen bu müsta’zaflar uğrunda savaşması gerekir. Çünkü mü’min nerede bir zulüm varsa onun karşısındadır.

“Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol bulamayan müstaz’aflar müstesnadır. Bunlar Allah’ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah affedendir, bağışlayandır” (en-Nisa, 4/98-99).

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan Şu memleketten çıkar ve bize katından bir velî kul, katından bize bir yardımcı kıl!”diye dua eden müstaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisa, 4/75).

Zamanımızda anlattığımız bu üç tür müstaz’af da vardır. Asrımız, müstazafların uyandığı, zulme başkaldırdığı bir çağdır. Eğer bu müstaz’aflar Allah yolunda gerçekten mücadele ederlerse Allah onları yeryüzüne önderler yapacaktır. Çünkü Allah bunu yüce kitabında va’detmiştir.


Muammer ERTAN
 

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,022
Tepkime puanı
426
Kuranda mustazaf kavramı, mustazaf nedir?

Bu yazımızda mustazaf kavramının manası, kimlere mustazaf denileceği ve bunun sınıfları üzerinde duracağız İnşaallahu Teâlâ. Zira günümüzde birçok âlim bile "mustazaf" kelimesi hakkında büyük yanılgılara ve yanlışlıklara düşmektedir. Kur’an-ı Kerim’de mustazaf kelimesi dört sınıf insan için kullanılmıştır:

Birincisi: Bir küfür ve zulüm diyarında bulunup da oradan çıkma (hicret etme) imkânını bulamayan, Müslümanlardan imdat bekleyen Müslümanlar için kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır:

"Size ne oluyor da Allah yolunda: "Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar. Bize katından bir sahip ve yardımcı gönder" diyen mustazaf (zavallı) erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa: 75)

İbni Kesir’e göre, bu ayeti kerime, hicret imkânını bulamayan Mekke`deki güçsüz Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bunun sebeb-i nüzulü hususi ise de hükmü umumidir, yani bugün dahi o durumda bulunan Müslümanlar varsa ve kendilerini kurtarma gücüne sahip Müslümanlardan yardım istiyorlarsa bütün Müslümanlar üzerine onları kurtarmak vacip olur. Yoksa bütün Müslümanlar bundan dolayı günahkâr olurlar.

Zira bu zavallılar, oradaki küfür, şirk ve zulüm ehli tarafından zulme uğrarken onların bu zalim kavme karşı kendilerine sahip çıkacak ve koruyup himaye edecek birilerini bulamadıkları gibi, oradan hicret etme imkânını da bulamamaktadırlar. Dolayısıyla kendilerine bir veli, bir hami gönderilmesini Allah (cc)’tan istiyorlardı. Bunlar gerçekten güçsüz ve çaresiz kimselerdi. Bundan dolayı da mazur görülmüşlerdir:

"Erkek, kadın ve çocuklardan aciz kalıp güçleri yetmeyenler ve bir yol bulamayanlar bundan müstesnadırlar. İşte böylelerini Allah`ın affetmesi umulur. Allah çok affeden ve çok bağışlayandır." (Nisa: 98–99)

İşte bu ayeti kerimede aciz ve çaresizlerin durumu ele alınmıştır ki bunlar gerçekten zavallı ve hicret için gerçekten bir yol bulamayan kimselerdir. Müşriklerin elinden kurtulamayanlar, güçleri olsa bile nasıl bir yol izleyeceklerini bilemeyenlerdir. İşte bunların kurtarılması için Medine’de cihad ayetleri nazil olmuş ve Allah Resulü (s.a.v), seriye hareketlerini başlatmıştır.

İkinci sınıf mustazaflar: Kâfir bir ülkede veya zalim bir diktatörün tahakkümü altında bulunup da oradan çıkabilecek durumda oldukları halde veya o zalime karşı çıkma güçleri yettiği halde sadece vatan sevgisi, mal çoluk-çocuk ve yakınlarına olan aşırı düşkünlükleri yüzünden oradan hicret etmeyen kimselerdir. Şüphesiz ki bu, onlar için geçerli bir mazeret değildir. Allah (c.c.), bunların özrünü kabul etmediği gibi, çok kötü bir akıbetle uyarmaktadır:

"Melekler, nefislerine zulmeden kimselerin canlarını alırken: "Ne işte idiniz" deyince, bunlar: "Biz yeryüzünde güçsüz bırakılanlar (mustazaflar) idik" diyeceklerdir. Melekler de: "Allah`ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" derler. İşte onların barınacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir barınatır." (Nisa: 97)

İbni Kesir (r.h.) diyor ki: "Bu ayetin de hükmü geneldir. Güçsüz ve zayıf olmayıp hicret etmeye güçleri yettiği halde hicret etmeyip de müşriklerin arasında ikamet etmeye devam ederek cahiliye hükmüne rıza gösteren ve güçleri yettiği halde zalimin zulmüne boyun eğen herkesi kapsamaktadır. Bu kimseler haram işlemektedirler. Orada kalışları dinlerini ayakta tutmak için zalime karşı bir güç hazırlamak için de değildir. Dolayısıyla bunlar iman etmiş olsalar bile saflarını ayırmadığı için oradaki zalimlere uygulanacak hükme dâhildirler.

Semure bin Cündüp`den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Kim bir müşrikle beraber kalır, onunla birlikte oturursa, o da onun gibidir." (Ebu Davud, Cihad: 170)

İbni Ebu Hatem rivayet eder ki, Hz. Peygamberin amcası Abbas, onun oğlu Nevfel ve yeğeni Akil de “Bedir’de” esir düşenler arasındaydı. Resulüllah (s.a.v.), amcası Abbas`a: "Kendin, oğlun ve kardeşin oğlu için fidye öde" dedi. O da: "Ey Allah`ın Resulü! Biz senin kıblene doğru namaz kılmıyor muyuz? Senin getirdiğin şahadeti getirmiyor muyuz?" dedi.

Bunun üzerine Resulüllah (s.a.v.): "Ey Abbas! Siz Müslümanlara karşı savaşa çıktınız, (düşmanında bulunmakla oların gücüne güç kattınız) dolayısıyla hasım olarak kabul edildiniz" dedi. Sonra da: "Allah`ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" ayetini okudu."

Üçüncü sınıf mustazaflar:
Dünyevi menfaat ve çıkarları yüzünden iman etmekten kaçınan, bilerek küfre ve zulme boyun eğen kişiliksiz güçsüzlerdir. Daha açık bir ifadeyle dünyalarını zayiatsız ve rahat yaşamak için yeryüzünde fitne fesat çıkaran müstekbirlerle birlikte hareket ederek dolaylı da olsa zulümlerine yardımcı olan mustazaflar, işbirlikçilerdir. Kur’an-ı Kerim’de bunların kötü akıbeti ve Cehennem’de müstekbirlerle olan çekişmeleri şöyle anlatılmaktadır:

“Rablerinin huzurunda dururken zalimlerin birbirlerine nasıl laf attıklarını bir görseydin! (o gün) Mustazaflar, müstekbirlere: “Siz olmasaydınız biz iman edenlerden olurduk” derler. Müstekbirler de mustazaflara: “size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi alıkoyduk? Zaten siz kendiniz mücrimlerden idiniz” derler. (Bu defa) Mustazaflar müstekbirlere: “Hayır hayır; bize Allah’ı inkâr etmeyi, Ona ortaklar koşmayı emrederken gece gündüz hileydi yaptığınız,” derler. Azabı gördüklerinde için için yanarlar, kâfirlerin boyunlarına bukağılar koyacağız. Sadece yaptıklarıyla cezalandırılacaklardır.” (Sebe: 31–33)

Buradaki müstekbirlerle mustazaflar arasında bir fark gözükmemektedir. Çünkü ikisi de zalim ikisi de samimiyetsiz ve ikisi de hidayet yolu apaçık belli olduktan sonra küfre sapanlardır. Değişen sadece dillerinden dökülen boş mazeretlerdir. Biri kendisine anlatılanlara inanmamakta, diğeri de boş mazeretler arkasına sığınarak gevşekliğinin, meskenet ve zilletinin adını çaresizlik koyarak mustazaf diye savunma yaparak kurtulmaya çalışmaktadır. Nihayet ikisi de bukağılara vurulup suç ortağı olarak cehennemi boylayacaklardır.

Hz. Ali (k.v): “Her zaman zulmün iki ayağı vardır; biri zalim, biri de ona boyun eğen mazlumdur” diyor. Zira mazlum, zulme boyun eğmeden zalim zalimliğini icra edemez. Zalimin saltanatı ona boyun eğen birilerinin omuzları üzerinde ancak yükselmektedir. Zulmün zemini mazlumların omuzlarıdır.

Dördüncü sınıf mustazaflar ise: Rablerine olan iman ve tevekkülleriyle müstekbirliğe başkaldıran, zulme ve zorbalığa karşı kıyam başlatan imanlı ezilmişlerdir. Zaif ve güçsüz oldukları halde diktalara ve dayatmalara karşı dik duran izzetli ve şerefli müminlerdir. Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’de bunların şanlı kıyamından överek bahsetmekte, onlara vaat ettiği güzel neticeyi, yakın zaferi ve sayısız nimetlerini müjdelemektedir:

“Biz istiyorduk ki, yeryüzünde zaif bırakılmış kimselere/ mustazaflara iyilik edelim, onları varisler kılalım. Onları yeryüzünde iktidara getirelim. Firavun’a, Haman’a ve onların ordularına onlardan sakındıkları şeyi gösterelim. (Kasas: 5–6)

Bu ayeti kerime, firavun’un zulmüne karşı kıyam eden Musa aleyhisselam ile onunla birlikte olanların kıyamını hikâye etmektedir. Ancak hükmü kıyamete dek aynı durumla karşı karşıya kalan tüm inananlar için geçerlidir.

İnsanlık tarihi bu gibi mücadeleler ve sahnelerle doludur. O günün müstekbirlerinin adları Firavun, Nemrut, Şeddad Ve Ebu Cehil idi. Şimdikilerin ise, tüzel olarak Amerika, İsrail, Fransa vs. Kişisel olarak ise Saddam Hüseyin Beşşar Esat, Ali Abdullah Salih v.s… 0 günün mustazafları Ashab-ı Uhdud, Hamda ve Ramda idi şimdi ise Halepçe, Hama, Humus… Ve Filistin’dir.

Bu günün işbirlikçilerinin ise isimlerini vermeyeceğim; ancak vasıflarını anlatıp teşhisi sizin takdirinize bırakıyorum. Halepçe katliamının yapıldığı günlerde, zalim Saddam’ın zulmüne karşı gözünü, kulağını kapatmışken buzullar arasına sıkışmış birkaç balinanın kurtulması için yüz milyonlarca dolarlar harcayarak ve haftalarca bunu medyalarında canlı tutarak ne kadar merhametli ve insan sever olduklarını ispatlamaya çalışıyorlardı. Daha yakın geçmişte İsrail’in misket bombaları altın can veren Filistin’in masum kadın ve çocuklarının feryatlarına karşı hiç sesleri çıkmazken İsrail zaliminin meşru bir otorite olduğunu Filistin’e yardım götürmenin ancak ondan izin alarak bunu yapmaları gerektiğini söylüyorlardı… Afganistan’da Filistin ve Suriye’de yapılanlara karşı yine aynı sessizliklerini sürdürmektedirler. Allah izan ve insaf versin...
 

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,022
Tepkime puanı
426
Mustazaf Nedir? Mustazafın Anlamı, Mustazaf Ne Demek?

Mustazaf ne demek?

1. Zafa uğramış, güçten düşürülmüş, ruhsal, maddi ve zihni yönden güçsüzleştirilmiş kişi. Gerçekte kendisi zayıf olmadığı halde mahkum edildiği maddi ve manevi yapı içerisinde güç ve dinamikleri dondurulmuş, önüne engel çekilmiş kişi.

2. Domuz bağları, satır cinayetleri ile deşifre olan hizbullah örgütünün legal yapılanmasının ismidir.(uludağsözlük)
 
Üst Alt