- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Muhammed ESED
1926 yılında İslamla şereflenmiş, Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci yazar ve araştırmacı. 1900 yılında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Nüfuz alanında kalan şimdi ise Ukrayna’nın batı ucunu teşkil eden, Doğu Galiçya’da Lvov(Lwew) şehrinde bir Yahudi ailede üç çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi.
Dedesi bir Ortodoks hahamıydı. Babası fen bilimlerine düşkün başarılı bir avukattı. Pozitif bilimlere bu aşırı düşkünlük oğluna karşı ‘bilimsel bir kariyer’ yapma konusunda özel bir tutkunluğa sebep olmuştu. Ne yazık ki, Muhammed Esed matematik ve tabii bilimlerden sıkılıyor; Sienkiewicz’in heyecanlı tarihi romanlarını, Jules Verne’nin fantezilerini, Jomes Fenimore Cooper ve Karl May’ın Kızılderili hikayelerini ve sonra Rilke’ nin şiirleriyle, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü n çınlayan kodanslarını okumaktan sınırsız bir zevk alıyordu.
Ailenin geleneğine uygun olarak evde, özel öğretmenlerden İbrani dini irfanı üzerine köklü bir öğrenim gördü. Yine de ebeveynlerinin çok koyu bir dindarlığından bahsedilemeyeceğini söylüyor ve ekliyor;”Onlar, atalarının hayatını biçimlendiren şu ya da bu dinsel inanca yüzeyden bağlı görünen ama bu inancın öngördüğü uygulamaları, hatta ahlaki ilkeleri ayakta tutmak için en ufak bir çaba göstermeyen bir kuşağa aittiler. Böyle bir toplumda din kavramının kendisi de başlıca iki tipik yaklaşıma indirgenmişti;birincisi, dini mirasa alışkanlıkla –sadece bir adet ve an’ane olarak- bağlılık duyanların ritüellere dayanan katı yaklaşımı, ikincisi de dini, kişinin zaman zaman yüzeyden doğruluyor gibi göründüğü ama zihnen savunulması mümkün olmayan bütün öteki şeyler gibi, taşımakta gizli bir utanç duyduğu, modası geçmiş bir boş inançlar dizgesi olarak gören hızlı ‘liberal’ lerin alaycı, hoşgörülü kayıtsızlığıydı. Dış tezahürleri bakımından ebeveynlerimin birinci kategoriye girdiklerini söyleyebilirim; ama babamın ikinci kategoriye en azından belli belirsiz bir eğilim gösterdiği konusunda zaman zaman zayıf da olsa belli bir şüphe duymadığımı söyleyemem”.
Tanımladığı bu ortamda henüz on üç yaşında İbraniceyi su gibi okuyup yazabilir haldeydi. Aram diliyle de oldukça yakın bir tanışıklığı vardı. Bu yüzden ilerde kolayca Arapça öğrenebilecekti. Eski Ahid’i orijinalinden öğrenip, Talmut metni ve yorumlarını üzerinde tartışmaya girecek kadar ayrıntılı bilmekteydi. Bu öğrenmeleri sırasında Tevrat ve Yahudilik hakkında vardığı şu sonuçlar dikkat çekicidir; “Bütün bu gösterişli dinsel bilgiçliklere rağmen, ve belki de bu yüzden, çok geçmeden bende, Yahudi dinini bir çok temel ilkesine karşı tepeden bakan, küçümseyici bir anlayış baş gösterdi. Yahudi metinlerinin hemen hepsinde, üzerinde ısrarla durulan ahlaki doğruluk öğretisiyle, ya da İbrani peygamberlerinin dile getirdikleri ‘Yüce Rab’ düşüncesiyle bir alıp veremediğim yoktu; ama bana öyle geliyordu ki, Eski Ahid’in ve Talmut’un Rabbi, ona ibadet edenlerin, ibadet kastıyla yaptıkları ritüellerle fazlasıyla törensel bir tanrı haline sokulmuştu. Ve ban a öyle geliyor ki, Talmut’un Tanrısı, tuhaf bir biçimde sadece bir tek kavmin sadece İbranilerin kaderiyle ilgileniyordu. İbrahim soyunun bir tarih olarak Eski Ahid’in, genel havası, Allah’ı bütün insanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olarak değil de, bütün evreni “seçilmiş bir kavmin” ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir kabile tanrısı olarak gösterme eğilimini taşıyordu ve tabii, böyle bir inancın uzantısı olarak Eski Ahid’e göre Allah, doğru yolda gittiği zaman bu kavmi fetihlerle ödüllendiriyor, yoldan saptığı zaman da inanmayanların eliyle ona acı çektiriyordu. Bu temel tutarsızlıkların bir kere farkında olunca, artık İsaiah ve Jeremiah gibi son dönem peygamberlerin ahlaki tutum ve öğretileri bile evrensel bir mesajdan yoksun görünmeye başladılar bana”.
Din alanındaki bu arayışlar onu atalarının dininden gittikçe uzaklaştırdı. Agnostik(bilinmezci) bir çevrenin etkisi altında bir çok genç gibi o da, yerleşik dinin toptan reddini öngören sıradan bir inkarcılığa sürüklendi. Bu arada ailesi Viyana ‘ya yerleşti.
1914 sonlarına doğru büyük savaşın kızıştığı günler, aksiyon macera ve heyecanla dolu diğer gençler gibiydi o da. Hatta sırf macera olsun diye henüz on dört yaşındayken kaçıp Avusturya ordusuna katılmış sonra yakalanarak ailesinin yanına gönderilmişti.
Savaşın sona ermesini takip eden iki yıl boyunca biraz düzensiz bir biçimde de olsa, Viyana Üniversitesinde sanat tarihi ve felsefe derslerine devam etti. Bu dersleri kendine göre bulmuyordu. Cansız, hareketsiz bir akademik kariyeri değil, hayatla daha sıkı, daha içli dışlı bir temas içinde olmak, ona kapılmak, şeylerin iç düzenine , varoluşun manevi iklimine bizzat yaklaşmak, yolunu kendi çizmek istiyordu.
1914-1918 yılları arasında olup bitenlerin yo açtığı korkunç sarsıntı içinde pörsüyüp dağılmış ve boşluğu dolduracak yeterlilikte herhangi bir değerler dizisi ufukta belirmemişti henüz. Kolay incinir bir ruh hali, genel bir güvensizlik duygusu, insanoğlunun düşünce ve eylem alanında yeniden kararlılığa ve sürekliliğe ulaşıp ulaşamayacağı konusunda tasalandıran, toplumsal ve entelektüel bir kargaşalık beklentisi dolduruyordu havayı.
Sağlam ahlaki değerlerden oldukça yoksun bu ortamda genç beyinleri dolduran sorular yanıtsız kalıyordu. Bir taraftan bilim; ‘akli muhakeme’ nin her şey olduğunu söylüyordu. Bunu söylerken akli muhakemenin, önüne ahlaki bir hedef koymadığı sürece insanlığı ancak kaosa götüreceğini hesaplamıyordu. Daha mutlu, daha iyi bir dünya yaratacaklarını söyleyen toplumsal reformcular, komünistler ve devrimciler, meseleyi dış belirtilerinden kalkarak sadece toplumsal ve ekonomik yönden ele alıyorlar, ‘tarihin maddeci yorumu’ gibi metafizik karşıtı metafizik bir anlayışla sahnede boy gösteriyorlardı.
Bu fikirsel ve ruhsal kargaşanın arasında Üniversitedeki derslere devam etmeyip gazeteci olmaya karar verdi. Bu kararı babasıyla arasının gerginleşmesine neden oldu. Buna rağmen 1920 yılının bir yaz günü bavulunda birkaç şahsi eşyası ve annesinden yadigar kıymetli bir elmas yüzükle önce Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Bir süre geçimini yüzüğün satışından elde ettiği parayla sağlar. İlk iş deneyimlerini sinema yönetmenlerinin yanındaki asistanlıklarla kazanır. Ve nihayet gazetecilik adına ilk kapı 1921 yılında o günlerin ünlü haber ajansı United Telegraph’da telefonculuk işiyle aralanır. Bu günlerde madam Gorky, yani Sovyet Rusya’nın ünlü yazarlarından, ayrıca siyasi kimlik de kazanmış olan Maksim Gorky’nin eşi, kimsenin haberi olmaksızın Berlin’dedir. Esed tesadüfen öğrendiği bu bilgi sayesinde madam Gorky ile yaptığı gizli bir röportaj sayesinde aniden muhabirliğe yükselir. Bu onun gazetecilik adına ilk başarısıdır.
“Mutsuz değildim, hayır, sadece derinlerde, gerçekte neyin peşimde olduğumu bilememekten doğan bir hoşnutsuzluk, bir doyumsuzluk vardı”.
Mutsuz değildi fakat çevresindeki insanların çeşitli biçimlerde sergiledikleri toplumsal, ekonomik ve politik umutları paylaşmak konusunda gösterdiği isteksizlik zamanla bulunduğu çevreye ait olmadığı duygusuna dönüştü. 1922 yılında Kudüs’te bulunan dayısı Dorian’dan bir davet mektubu aldı. Aradığını bulma yolunda iyi bir fırsat olacaktı. Bir hafta kalmayı planladığı bu gezinin hayatı için dönüm noktası olduğunu bilmiyordu. Kudüs2te kaldığı zaman içerisinde henüz yeni yeni oluşmaya başlayan Yahudi-Arap gerginliği ve Filistin’deki siyasi gelişmeler üzerine izlenimler edinme fırsatı buldu. Bir süre sonra Almanya’nın tirajı oldukça yüksek olan Frankfurter Zeitung adlı gazeteyle anlaşarak bu gazetenin orta Doğu muhabiri olarak atandı. Doğudaki bu tür gelişmeleri inceliyor ve bu izlenimleri gazetede düzenli olarak yayımlanıyordu. O dönemde Kudüs’ün bu siyasi kızışmaları hakkındaki, farklı ve gerçekçi yaklaşımları ilgiyle karşılandı, kısa sürede gazetede kendisine önemli bir yer edindi.
1923 yılında tüm Filistin’i içine alan bir geziye çıktı. Aynı yıl Mısır’a gitti. Bu yıllar onun Müslümanlarla içsel bağlarını kurduğu yıllardır. Ürdün Emiri Abdullah’la tanışarak Amman’a gitti. Bu sırada Suriye’ye bir yolculuk yaptı. Bu yolculuk esnasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor;
“...karşımda çömelmiş oturan bedevi yolcu kufiyesini açarak ağır ağır kalktı ve pencereyi açtı. Yüzü esmer, keskin hatlıydı...uzanıp dışarıdan bir parça kek aldı ve tek bir kelime söylemeden keki ikiye böldü, bir parçasını bana uzattı. Benim şaşkınlık ve tereddüdümü görünce gülümsedi..’Tafaddal (lütfedin)!’ dedi.keki aldım ve başımla teşekkür ettim. Kompartımandaki diğer yolcu araya girerek tercümanlık yaptı ve;
‘Diyor ki, siz de yolcusunuz o da yolcu, onun yolu ve sizin yolunuz aynı.’
Şimdi düşünüyorum da, sonralar Arap mizacına duyduğum sevgide, bana öyle geliyor ki, bu küçük olayın büyük bir rolü oldu. Tüm yabancılık sınırlarını aşarak, bir yolculukta rasgele karşılaşılan bir yabancıya içten bir arkadaşlık göstererek ekmeğini onunla bölüşen bir bedevinin davranışında o gün, teklifsiz bir seciyenin sıcak soluğunu, kucaklayışını hissetmiş olmalıyım”.
1923 yılında tekrar Viyana’ya gider ve babasıyla barışır. Almanya ‘ya gider. İlerde karısı olacak Elsa ile o yıl tanışır. Bir yıl sonra evlenirler. 1924’de ikinci Orta Doğu gezisine yine Frankfurter Zietung muhabiri olarak çıkar. Ürdün, Suriye Ve Irak’ı içine alan büyük bir gezidir bu. 18 ay İran’ı dolaşır. 6 ay Afganistan’da kalır. Bu süre zarfında siyasi ve toplumsal gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu süre zarfında Kuran’ı anlama çabasında olmuştur. İslam ve Araplar hakkında büyük bir hayranlık duymaktadır. 1926 yılının bir bahar günü Berlin Metrosunda gözlemledikleri onun imana gidişinde önemli bir adımdır. Giysileri ve yaşayışlarıyla maddi zenginliklerin zirvesinde olan bu insanların gözlerinde ve yüzlerinin derinliklerindeki huzursuzluğu fark etmiş, bu doyumsuz havayı acıyla izlemiştir. Eve gelişinde tesadüfen açtığı Kur’an sayfasında şu ayetleri okur;
Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz
Ama mezarlarınıza girinceye dek (süren).
Ama, zamanı geldiğinde anlayacaksınız...
Ve şöyle anlatıyor gelişen olayı; “Bir yankıydı, evet bir cevaptı, bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, biliyordum ki, elimde tuttuğum kitap Allah’ın kelamıydı...”