MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR - Bölüm-5

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
İsrâ ve Mîrac mucizesi Bölüm-5
MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR

Sual:

Şu Mîracı Azim, niçin Muhammedi Arabi'ye (a.s.m.) mahsustur?

ElCevap:
Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütübü Mukaddese'den, pek çok tahrifata mâruz oldukları hâlde, şu zamanda dahi, Hüseyni Cisrî gibi bir muhakkik, Nübüvveti Ahmediye'ye (a.s.m.) dair, 114 işârî beşaretleri çıkarıp "Risalei Hamîdeye"de göstermiştir.

Saniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvveti Ahmediye'den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Velâdeti Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kabe'deki sanemlerin sükutiyle, Kisrâyı Fâris'in sarayı meşhuresi olan eyvanı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaati azime huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarekatı Ahmediye'den (a.s.m.) deve gibi

enin ederek ağlaması, nass ile, şakkı kamer gibi,muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mûcizatla serfıraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâkı hasenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâdetiyle secayayı samiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Dini İslâm'daki inehasini ahlâkın şehâdetiyle, şeriatında en âlî hisalı hamide, en mükemmel derecede bulunduğuna ehli insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Söz'ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, ulûhiyyet, muktezayı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en azamî bir derecede Zâtı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlıkı Âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, muktezayı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.

Hem Sanii âlemin nihayet cemâlde olan kemâli san'atı üzerine enzarı dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil,—tevhidin en azamî bir derecede—bütün meratibi tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem, sâhib âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsni zatîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifıni âyinelerde muktezayı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şaşaalı bir surette âyinedarhk eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu sarayı âlemin sânii, gayet hârika mûcizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazinei gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtım tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı envaı acayip ve zinetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve muktezayı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini, ehli temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur'ânı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkimi Hakimi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsımı muğlâkını ve mevcudatın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suali müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir surette ve en azamî bir derecede hakaikı Kur'âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu âlemin Sânii Zülcelâl'i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nîmetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyatı ve arzuyu İlâhîyyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmek bir surette, Kur'ân vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem Rabbû'lÂlemin, meyvei âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'ati istidat verdiğinden ve bir ubudiyeti külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fânîden bakîye çevirmek istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur'ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.

İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifı en azamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât, elbette o Mîracı Azim'le Kabı Kavseyn'e çıkacak, saadeti ebedîye kapısını çalacak, hazinei rahmetini açacak, îmananın hakaikı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların saniinde, gayet şiddetli bir iradei tahsin ve kasdı tezyin var olduğunu gösterir. Ve iradei tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide, san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en cami ve letaifi san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri "maşallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven saniin nazarında en ziyade mahbub o olacaktır.

İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Maşallah, Allahü Ekber" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.

İşte, böyle bir zât ki J^Lıü IS" t^^Jl sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefei mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun manevî kemâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü vezaifın netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbeti İlâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle Cennet'e, Sidretû'lMünteha'ya, Arş'a ve Kabı Kavseyn'e kadar gitmek, aynı hak, nefsi hakikat ve mahzı hikmettir." (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 539542)

Sual:
Bin müşkîlât ile, tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?

Cevap:
Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareketi senevîyesiyle bir dakikada takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîri Zülcelâl, bir insanı Arş'a getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanunu Rabbânî'yle, mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cismi arzı gezdiren bir hikmet, câzibei rahmeti Rahmân'la ve incizabı muhabbeti Şemsi Ezel'le bir cismi insanı berk gibi arşı Rahmân'a çıkaramaz mı?


Sual:
Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter.

Cevap:
Madem Sanii Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyâtı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâli beşeriyenin netaici uhrevîyesini irae etmek istemiş. Elbette âlemi mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat alemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arş'a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cismi mübârekini dahi, tâ Arş'a kadar beraber alması muktezayı akıl ve hikmettir. Nasıl ki, Cennet'te, hikmeti İlâhîyye, cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü, pek çok vezaifi ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan, cesettir. Elbette o cesedi mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem, Cennet'e cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetû'1i Me'va gövdesi olan Sidrei Münteha'ya uruc eden Zâtı Ahmediye (a.s.m.) ile cesedi mübârekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.

Sual:
Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir.

Cevap:
Sanii Zülcelâl'in san'atında harekât, nihayet, derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür'atiyle, ziya, elektrik, ruh, hayâl sür'atleri ne kadar mütefâvit olduğu malûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür'atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem 10 dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ, bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zamanı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

Şu mânâya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezahür eden sür'ati harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki, o saatte 10 iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan 60 defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi 60 defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine 60 defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, tâ aşireleri sayacak gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, Arz'ın medarı senevisi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zamanı vahidde müşahede ettikleri eşya, saatinizle Arz'ın medarı senevisi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte, zaman—çünkü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta carî olan bir hüküm, zamanda dahi carîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikati ömrü de o kadar olduğu hâlde, aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen saatte Resûli Ekrem (a.s.m.), Burakı Tevfiki İlâhîye biner; berk gibi bütün dairei mümkinatı katedip acaibi mülk ve melekutu görüp, dairei vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yeti cemâli İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz: "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâkî olmuyor? Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zaman, namazın ef al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mîracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyrü sulukla, Arş'tan ve dairei esma ve sıfattan 40 günde geçebilir. Hattâ, Şeyhi Geylânî, İmamı Rabbânî gibi bâzı zâtların ihbaratı sâdıkalarıyla, bir dakikada Arş'a kadar urucu ruhanîleri oluyor. Hem ecsamı nurânî olan melâikelerin Arş'tan ferşe, ferşten Arş'a kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehli Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehli Cennet'in reisi ve umum melâikenin makbulü olan Zâtı Ahmediye'nin (a.s.m.) seyrü sülûkuna medar bir mîracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, aynı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman SaidNursî, A.g.e., s. 534536).

Sual:Miracın semeratı ve faydası nedir?

Elcevap:

Şu şecerei Tûbai Manevîye olan Mîrac'ın 500'den fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE

Erkânı îmaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zâtı Zülcelâl'i gözle müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nuru ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı, perişan ve fânî ve karmakarışık bir vaziyeti mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı; kutsî Mektûbatı Samedaniyye, güzel âyinei cemâli Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyeti dalâletkâraneden o insanı o nur, o meyvei kutsîyye ile Ahseni Takvim'de, bir mûcizei kudreti Samedaniyyesi ve mektubatı Samedaniyyenin bir nüshai camiası ve Sultaniı Ezel ve Ebed'in bir muhatabı, bir abdi hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cenneti bakiyesine namzet bir misafıri azizi sûreti hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürür, hadsiz bir şevk vermiştir,

İKİNCİ MEYVE

Sanii mevcudat ve Sâhibi Kâinat ve Rabbû'IAlemin olan Hâkimi Ezel ve Ebed'in marziyyatı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyyatı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir velîyyi nîmet yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, "Keşke bir vasıtai muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim." der. Acaba bütün mevcudat, kabzai tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merakâver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), 70 bir perde arkasında O Sultanı Ezel ve Ebed'in marziyyatını doğrudan doğruya Mîrac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet, beşer, kumerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir Mâlikû'lMülk'ün memleketinde geziyor ki, kamer, bir sinek gibi kürei arzın etrafında pervaz eder. Kürei arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikû'1Mülki Zülcelâl'in bir misafirhânesinde mumdarhk eder. İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zâtı Zülcelâl'in şuunatını ve acaibi san'atını ve âlemi bekada hazaini rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâli merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâfı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt