- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Mekke Devrinin Özeti
Resûli Ekrem Efendimizin Medine'ye hicretleriyle, 13 senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok fayda vardır.
Resûli Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenâbı Hakk tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dünyayla birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu, içinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâbı Hakk, aynı zamanda İslâm'ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tâyin ve tesbit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Resûli Ekrem Efendimiz, bu sebeple, peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslâm Dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartlarını doğması gerekiyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, îman ve İslâm'a davete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa dâvasını zevcesi Hz. Haticei Kübra'ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhâl Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali'yi İslâm'a davet etti. O da İslâm'la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dışında en çok güvendiği kimselere îman ve İslâm'ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâm'a girdi.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerri Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
"Yâ Ebâ Zerr!.. Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmanından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescidi Haram'a gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas'ın yardımıyla kurtulabilmişti.436
Hz. Resûlullah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına devam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.
Bu devre, "En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut!"437 mealindeki âyeti kerîmenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emri İlâhî gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmana davet etmeye başladı. Önce, Abdûlmuttâlib Oğullarını bir araya toplayıp onlara dâvasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safa Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah'ın birliğine îmana ve peygamberliğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat, Peygamber Efendimiz, îman ve İslâm'ı anlatmaktan, insanları Allah'ın birliğine îmana ve risâletini tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerle, İslâm'ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tesbit ediyordu.
Mekke'de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah'ın varlık ve birliğine, 2) Ba'se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmanı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah'ın varlık ve birliğine îmana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da, Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gerekli meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe, halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muazzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim, o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz, her şeyden önce, Allah'tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün insanlığı Allah'a îmana ve O'na mutlak itaate hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikati kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslâm dâvası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûli Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitab ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkinle işe başladı. O'nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğudan doğruya insanlığa "tevhid" inancını sundu. '"Lâ ilahe illallah.' deyiniz, kurtulunuz." diye insanlığa hitab etti.
Resûli Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zahiren tatlı, fakat manen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışlarının idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddîye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü'minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnadlara kalkıştılar. Resûli Ekrem Efendimize "sâhir, kâhin, şâir." dediler. Fakat, bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kabe'de namaz kılmaktan menediyorlar; üzerlerine murdar şeyler atıyor; namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zaîf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm Dinini tebliğ ediyordu. Şâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine mâruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah'tan aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenâbı Hakk, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne mâruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyeti kerîmelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Meselâ, ilk nazil olan sûrelerden biri, Asr Süresidir. Bu sûrede "birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tavsiye edenler" övülür.
Bâzan Cenâbı Hakk, doğrudan doğruya Resûli Kibriya Efendimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: "(Ey Habibim!..) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki, Allah'ın va'di mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, âhirete îmanı olmayanlar (seni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler."
Bir başka âyeti kerîmede, Efendimize şöyle hitab ediliyordu:
"(Ey Resulüm!..) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et."439
Bütün bu emirler gereği, Resûli Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muamelelere aynıyla cevap vermediği, mukabelei bilmisilde bulunmadığı gibi, mü'minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî hareket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir Ailesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yasir Ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, "Sabredin ey Yasir Ailesi!.. Sizin mükâfatınız Cennet'tir."440 demişti.
Yine, bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden âdeta bunalan Habbab b. Eret (r.a.), kendisine şikâyette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:
"Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü hâlde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki, hayvanına binip San'a'dan Hadremut'a kadar tek başına giden bir kimse Allah'tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz!"
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, "Yâ Resûlallah!.. İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina'da bulunan halkın üzerine yürürüz!" dediği zaman Peygamber Efendimiz, "Hayır!.. Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı." cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silâhları her şeye rağmen "sabır"dı.
Nitekim, bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâm'la şereflenmişti.
Bir gün, Ebû Cehil ve birkaç müşrikin, Peygamberimize hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kabe'nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil'in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve, "Sen misin ona sövüp sayan?.. İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap, göreyim!" demişti. Sonra, Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine artırdılar ki, Peygamber Efendimiz, Mekke'nin münasip bir yerinde ibâdetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam b. Ebî'lErkam'ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, "Yâ Ebâ Tâlib!.. Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötülemesin ya da onunla aramızdan çekil!" dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu cevabı verdi:
"Amca!.. Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana yayar, vazifem biter ya da yolda ölür, giderim!"
Müşrikler, artık Resûli Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.
Yine taktik değiştirdiler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat, Resûlullah'ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûli Ekrem ve Müslümanların, başından beri, müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara reva görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple, Resûli Ekrem Efendimiz, Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: "Habeşistan'a gidin; zîra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez. Orası adalet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!"
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar, iki kafile hâlinde Habeşistan'a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri caizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: "Allah'ım!.. Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam'la [Ebû Cehil] kuvvetlendir." duaları, bunun açık bir misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duadan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibâdetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib'in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat artırdılar. Hz. Resûlullah'ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkîl bir hâl almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için, Mekke'den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taife gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve, "Rabbimden istediğim, müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir." diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin, Mekke'de, İslâm'ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur'ân okuması ve İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullah'ın gönüllerin fethiyle büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke'nin dışına taştı ve ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.
Resûli Ekrem Efendimizin Medine'ye hicretleriyle, 13 senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok fayda vardır.
Resûli Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenâbı Hakk tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dünyayla birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu, içinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâbı Hakk, aynı zamanda İslâm'ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tâyin ve tesbit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Resûli Ekrem Efendimiz, bu sebeple, peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslâm Dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartlarını doğması gerekiyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, îman ve İslâm'a davete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa dâvasını zevcesi Hz. Haticei Kübra'ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhâl Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali'yi İslâm'a davet etti. O da İslâm'la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dışında en çok güvendiği kimselere îman ve İslâm'ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâm'a girdi.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerri Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
"Yâ Ebâ Zerr!.. Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmanından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescidi Haram'a gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas'ın yardımıyla kurtulabilmişti.436
Hz. Resûlullah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına devam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.
Bu devre, "En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut!"437 mealindeki âyeti kerîmenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emri İlâhî gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmana davet etmeye başladı. Önce, Abdûlmuttâlib Oğullarını bir araya toplayıp onlara dâvasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safa Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah'ın birliğine îmana ve peygamberliğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat, Peygamber Efendimiz, îman ve İslâm'ı anlatmaktan, insanları Allah'ın birliğine îmana ve risâletini tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerle, İslâm'ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tesbit ediyordu.
Mekke'de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah'ın varlık ve birliğine, 2) Ba'se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmanı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah'ın varlık ve birliğine îmana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da, Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gerekli meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe, halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muazzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim, o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz, her şeyden önce, Allah'tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün insanlığı Allah'a îmana ve O'na mutlak itaate hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikati kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslâm dâvası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûli Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitab ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkinle işe başladı. O'nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğudan doğruya insanlığa "tevhid" inancını sundu. '"Lâ ilahe illallah.' deyiniz, kurtulunuz." diye insanlığa hitab etti.
Resûli Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zahiren tatlı, fakat manen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışlarının idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddîye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü'minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnadlara kalkıştılar. Resûli Ekrem Efendimize "sâhir, kâhin, şâir." dediler. Fakat, bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kabe'de namaz kılmaktan menediyorlar; üzerlerine murdar şeyler atıyor; namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zaîf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm Dinini tebliğ ediyordu. Şâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine mâruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah'tan aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenâbı Hakk, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne mâruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyeti kerîmelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Meselâ, ilk nazil olan sûrelerden biri, Asr Süresidir. Bu sûrede "birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tavsiye edenler" övülür.
Bâzan Cenâbı Hakk, doğrudan doğruya Resûli Kibriya Efendimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: "(Ey Habibim!..) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki, Allah'ın va'di mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, âhirete îmanı olmayanlar (seni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler."
Bir başka âyeti kerîmede, Efendimize şöyle hitab ediliyordu:
"(Ey Resulüm!..) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et."439
Bütün bu emirler gereği, Resûli Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muamelelere aynıyla cevap vermediği, mukabelei bilmisilde bulunmadığı gibi, mü'minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî hareket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir Ailesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yasir Ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, "Sabredin ey Yasir Ailesi!.. Sizin mükâfatınız Cennet'tir."440 demişti.
Yine, bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden âdeta bunalan Habbab b. Eret (r.a.), kendisine şikâyette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:
"Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü hâlde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki, hayvanına binip San'a'dan Hadremut'a kadar tek başına giden bir kimse Allah'tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz!"
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, "Yâ Resûlallah!.. İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina'da bulunan halkın üzerine yürürüz!" dediği zaman Peygamber Efendimiz, "Hayır!.. Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı." cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silâhları her şeye rağmen "sabır"dı.
Nitekim, bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâm'la şereflenmişti.
Bir gün, Ebû Cehil ve birkaç müşrikin, Peygamberimize hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kabe'nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil'in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve, "Sen misin ona sövüp sayan?.. İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap, göreyim!" demişti. Sonra, Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine artırdılar ki, Peygamber Efendimiz, Mekke'nin münasip bir yerinde ibâdetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam b. Ebî'lErkam'ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, "Yâ Ebâ Tâlib!.. Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötülemesin ya da onunla aramızdan çekil!" dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu cevabı verdi:
"Amca!.. Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana yayar, vazifem biter ya da yolda ölür, giderim!"
Müşrikler, artık Resûli Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.
Yine taktik değiştirdiler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat, Resûlullah'ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûli Ekrem ve Müslümanların, başından beri, müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara reva görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple, Resûli Ekrem Efendimiz, Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: "Habeşistan'a gidin; zîra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez. Orası adalet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!"
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar, iki kafile hâlinde Habeşistan'a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri caizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: "Allah'ım!.. Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam'la [Ebû Cehil] kuvvetlendir." duaları, bunun açık bir misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duadan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibâdetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib'in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat artırdılar. Hz. Resûlullah'ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkîl bir hâl almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için, Mekke'den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taife gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve, "Rabbimden istediğim, müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir." diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin, Mekke'de, İslâm'ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur'ân okuması ve İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullah'ın gönüllerin fethiyle büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke'nin dışına taştı ve ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.