- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Mehmed Kayalar’ın bir müdafaası
BİRKAÇ DEFA BERAET KAZANAN RİSALE-İ NUR’UN BİRKAÇ
VİLAYETTE HAKSIZ MÜSADERESİNE DAİR,NUR’UN YÜKSEK BİR TALEBESİNİN MAHKEMESİNDEKİ MÜDAFASINDAN BİR PARÇADIR.
(Bu müdafaa, bir takriz olarak buraya ilhakı münasib görülerek dercedilmiştir.)
Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi yüksek makamına:
Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum.
BİRKAÇ DEFA BERAET KAZANAN RİSALE-İ NUR’UN BİRKAÇ
VİLAYETTE HAKSIZ MÜSADERESİNE DAİR,NUR’UN YÜKSEK BİR TALEBESİNİN MAHKEMESİNDEKİ MÜDAFASINDAN BİR PARÇADIR.
(Bu müdafaa, bir takriz olarak buraya ilhakı münasib görülerek dercedilmiştir.)
Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi yüksek makamına:
Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum.
Âdil mahkemeler; Kâinat Hâlıkının Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok Esma-i İlahiyenin tecelligâhıdır. HAK namına hükmeden, ÂDİL-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakikî, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir, ne mübecceldir... Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunda serfüru ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âlî ihtirama sezadırlar.
Zulüm ve gadr ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi payimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallüm-ü hal eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide ihkak-ı hak için mesned-i re’sleri, mahkemelerdir. Şu halde ne şerefbahş bir taht-ı âlîdir ki; mazlumlara melce’ ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.
İnsanların ebrarını da, eşrarını da cem’ eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.
Sultanlarla köleleri, asilzadelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca âdalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sâirenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misâline şahiddir.
Ezcümle bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: "İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:
Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fâtih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih'in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:
-Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'î olacaksın, ayakta beraber dur!
Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için, büyük Fatih günde on altun tazminata mahkûm olur ve hattâ kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır."
İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.
İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi'nin makamının mümessili olan ve hakikî âdalet-i Kur'aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.
Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalblerinde ALLAH korkusunun mevcudiyetiyle, Kur'an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, ALLAH ve KUR'AN için akıttıkları kudsî kanlarının halen eserleri bulunan bu yurdda ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: "Kur'anın kudsî hakikatlarına hizmet ediyor, Kur'anın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor." kaydıyla mahkemenin huzuruna sevkedildim.
Evet muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, RİSALE-İ NUR'UN muhakemesidir. Risale-i Nur ise, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın semavî ve kudsî hakaikının tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur'ana aittir. Şu halde, muhakeme de Kur'anın muhakemesidir. Ehl-i tevhidin kitabı olan KELÂMULLAH bütün âyât ve beyyinatıyla Hâlık-ı Kâinât'ın vahdaniyetini ve ehadiyetini i'lân ediyor.
Kur'anın ehl-i ukûlü hayrette bırakan i'cazı, belâgat ve fesahatı, nihayet derecedeki yüksek üslûbu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi' ve câmiiyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitab etmesi ve kâinat Hâlıkının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur'an tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur'anın nuruyla ışıklandırmışlardır.
İşte Risale-i Nur da; bu asırda Kur'anın feyziyle vücud bulan, beşerin tekemmülâtına uygun olarak Kur'anın gösterdiği mu'cizeli hakikatların, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitab eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur'an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilân ediyor. Risale-i Nur da, iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.