Kaderin Her Şeyi Güzeldir

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,345
Tepkime puanı
25
Kader konusundaki bazı temel meselelere, "denizden bir katre" kabilinden kısaca değinmeye çalışalım. Önce, birkaç temel kavramdan, özetle, söz edelim:

Kader; Cenab-ı Hakk'ın ezelden ebede kadar her şeyin, her şeyini, her halini, zamanını, mekânını, sıfatlarını, özelliklerini ezelî ilmi ile bilip ona göre takdir etmesi, planlamasıdır.

Kaza; kaderde planlanan bir şeyin varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Cüz'i irade; "bir anda ancak bir şey dileyebilen, iki şeye birlikte taalluk etmeyen insan iradesi" şeklinde tarif edilir.

İnsan bir anda iki şey dileyemez. Dileyebilseydi, kendisine bunu gerçekleşmesi için gerekli gücün de verilmesi gerekirdi. Halbuki, insanın iradesi gibi kudreti de cüz'i. Bir anda iki iş yapamıyor. İki eli var ama, iki mektubu birlikte yazamıyor. Aynı anda iki yöne bakamıyor; iki farklı istikamete gidemiyor.

İnsanın fikri de cüz'i; bir anda iki şey düşünemiyor.

Ef'al-i ibad; kulların fiilleri, işleri manasına gelir. İnsanın yaptığı işler ikiye ayrılıyor: İhtiyarî ve ızdırarî.

Birinciler kulun kendi iradesiyle işlediği fiiller, ikincisi ise onun iradesinin dışında yapılan İlahi icraatlardır. Konuşmamız, kitap okumamız, yürümemiz birinci tip işlere, kalbimizin çalışması, hücrelerimizin değişmesi, ihtiyarlamamız, ölmemiz de ikincilere örnek olarak verilebilir. Bu iki ayrı fiil arasındaki mahiyet farklılığını herkes vicdanen bilir. Fakat gel gör ki, günah ve isyan yolunu tutan bazı kişiler, vicdanlarının sesine kulak tıkar, onun aksini savunmayı tercih eder ve isyan yoluna kendi iradeleri dışında sevk edildiklerini insafsızca müdafaa ederler.

Kesb; insan iradesinin bir fiile yönelmesi ve onu işlemeye azmetmesi demektir. "Kesb, fiilin aslını değil, vasfını etkiler." denilir. Yani, insan iradesinin bir fiile yönelmesi o fiilin "yaratılmasını" değil, "hayır veya şer oluşunu" etkiler.

Hayır ve şer: Hayır; bir fiilin, bir halin yahut bir düşüncenin İlâhî rızaya uygun olması, şer ise bütün bunların Allah'ın yasakladığı haram bölgesinde yer almasıdır. İnsan bu iki zıt kutup arasında bir tercihte bulunma ve cüz'i iradesini bunlardan birine yönlendirme imtihanına tabi tutulmuş. Şu var ki, insan, hayır olsun şer olsun hangi fiili işlemeye yönelse, o fiili yaratan ancak Allah'tır. Zira O'ndan başka Hâlık (yaratıcı) yoktur.

Sadece bir örnek verelim: Söyleme fiilini Allah yaratır. Kuş cıvıltısından, gök gürlemesine kadar bütün sesler O'nun yaratmasıyla ortaya çıkarlar. İnsanların konuşmaları da Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşir. Beynin çalışmasından, dilin ve tükürük bezlerinin görev yapmasına, havanın konuşmaya vesile olmasına kadar bütün şartları ve sebepleri yaratan Allah'tır. Söylenen söz rıza dairesinde olursa "hayır", yalan, gıybet, iftira gibi "haram" sınıfına girerse şerdir. Her iki halde de konuşmayı Allah yaratır.

Bunun aksi nasıl iddia edilebilir?

İnsan doğru söyleyince Allah yaratacak, yalan söylediğinde ne olacaktır? Bütün bir kâinatın ve insan bedeninin ortaklaşa çalışmalarının bir sonucu olan bu iş kime isnat edilebilir?

Her şeyin İlahi takdir ile yaratıldığını ders veren bir ayet-i kerime:

"Hazineleri yanımızda (nezdimizde, katımızda) olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat biz onları belirli bir ölçüye göre indiririz." (Hicr Suresi, 21)

Bir çok tefsir âlimi, ayette geçen "hazineler" ifadesine "yağmurlar" diye mana vermişler ve "belirli bir ölçüye göre indirmeyi" de yağmurun belli zamanlarda ve safha safha yağdırılması olarak yorumlamışlar. Bir kısım âlimler ise, ayette "yağmur" kelimesinin geçmediğini, "hazineler" ifadesinin çok daha genel olduğunu, yağmurun da bu hazinelerden sadece birisi olabileceğini belirtmiş ve konuyu daha geniş boyularıyla ele almışlar.

Buna göre, bütün insanlar da Allah'ın hazinesindedirler; ancak onları belli zamanlarda ve belli sayılarla yaratır.

İnsanların daha önceden yaratılmış olup, yeryüzüne inecekleri devreyi bekledikleri bir başka âlem olduğuna dair ne naklî (ayet ve hadis), ne de aklî bir delil olmadığına göre, bu "insan hazinesini" manevî olarak anlamak durumundayız. Yani, bütün insanlar Allah'ın ilminde mevcutturlar. Her bir insan, "şekliyle, organlarının sayısı, yeri ve büyüklükleriyle, ruhundaki bütün özellikleriyle" Allah'ın ilminde mevcuttur. Bu ilmî varlıklara "mahiyet" de deniliyor. Muhyiddini Arabî hazretlerinin "ayan-ı sabite" dediği de bu mahiyetler âlemidir. Bunlar yaratıldıklarında "hakikat" olurlar.

Diğer varlıkları da aynı şekilde düşünebiliriz. İnsanların birikip bekledikleri bir ayrı alem olmadığı gibi, başka canlıların, hatta cansızlar aleminin, dağların, ovaların, yıldızların da daha önce yaratılıp bir başka hazinede beklediklerini ve zamanı geldiğinde yaratıldığını söylemek gerçeğe uygun düşmüyor.

O halde, söz konusu ayetin baş kısmı "kaderi", ikinci kısmı ise "kazayı" ders vermektedir. Yani, her şey İlâhî ilimde, "her şeyiyle takdir edilmiş olarak" mevcuttur ve bunlar belli bir ölçü ile indirilmekte, yani yaratılmakta, kaza edilmektedirler.

Nur Külliyatında güzel bir tespit var: İnsan şunu-u İlahiyenin bir mikyasıdır. İman, marifet ve ibadet için yaratılmış olan insana öyle kabiliyetler verilmiştir ki bunlarla İlâhî hakikatlere uzaktan da olsa bakabilisin. İşte, "kader, kaza, ilim dairesindeki varlıkların meydana çıkmaları" gibi büyük hakikatlerin de çok küçük bir örneği insanda vardır. Biz bir cümleyi zihnimizde kurduğumuzda artık o cümle yokluktan kurtulmuş, bizim ilmimizde bir varlığa kavuşmuştur. Bu ilmî varlığın ortaya çıkmasını irade ettiğimizde, kudretimizi de kullanarak ondaki manayı yazıya dökeriz. Biz o cümle gibi daha nicelerini zihnimizde kurabiliriz. Bütün bunların hazinesi bizim ilmimizdir. Onların bizim ilmimizde takdir ve tanzim edilmeleri "kaderden", yazılıp kâğıda dökülmeleri ise "kazadan" haber verirler.

Ayetteki "indirme" tabirini yazma olayına uyguladığımızda, ilmimizde mevcut olan ve ancak bizim bildiğimiz bir cümlenin yazıya dökülmesi sanki ilmimizden kağıda inmesi gibidir.

O halde, ayet-i kerimede geçen "belirli bir ölçüye göre indiririz" ifadesi, Allah'ın ilminde mevcut olan tüm varlıkların belli zamanlarda, belli miktarlarla yaratılmasını ifade eder.

Demek oluyor ki, gerek kendi varlığımızda gerek bizi kuşatan şu muhteşem âlemde gördüğümüz her şey, bir yönden Allah'ın varlığını ve birliğini ilan ederken, diğer yönden de O'nun takdiriyle tanzim edildiğini ders verir. Böylece her şey, kaderden haber verir ve kadere iman konusunda müminin ruhuna pencereler açar.

Bu manayı, "O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı." (Secde,7) ayetinin verdiği dersle birlikte düşündüğümüzde şu hükmü bütün ruhumuzla tasdik ederiz:

"Kaderin her şeyi güzeldir."

Bu hakikatin sonsuz delillerinden bir kısmını kendi benliğimizde ana hatlarıyla okumaya çalışalım. Misal olarak, gözlerimize şöyle bir bakalım. Dikdörtgen, kare, altıgen ve daha nice şekillerde olabilirlerdi. Gözümüz bunların hiçbiriyle değil, hazır haliyle yaratılmış.

Ve böylesi en güzeli.

Bir de bunların büyüklüğüne bakalım. Gözümüz bir nokta kadar da olabilirdi, kulağımız kadar, çenemiz yahut yanağımız kadar da. Ne o büyüklükte, ne başka bir büyüklükte değil şu bildiğimiz büyüklükte yaratılmış.

Ve böylesi en güzeli.

Düşüncemizi gözün yeri konusunda da sürdürelim. Gözlerimiz, ensemizde de olabilirdi. Midemizin içinde, ayağımızın altında da bulunabilirdi. Ama ne orada yer almış, ne başka bir mekanda; yüzümüzde yaratılmışlar.

Ve böylesi en güzeli.

Düşüncemizi çiçeğinden ağacına, sineğinden kartalına, atomundan güneş sistemine kadar her şey için tekrarlayalım. Düşüncelerimiz bizi her defasında aynı sonuca götürecektir:

"Böylesi en güzeli."

Bu gerçeği her şeyde rahatlıkla seyreder ve kolaylıkla anlar, kabul ederiz.

İşin zor yanı, kaderin, hikmetini bilmediğimiz başka tecellilerini de aynı şekilde değerlendirmek; musibetlerde, hastalıklarda, maruz kaldığımız ağır imtihanlarda ve nihayet ölüm hadisesinde aynı isabetle karar verebilmek. Bu sahalarda insan oldukça zorlanabiliyor. Ama, şahit olduğu şu sonsuz rahmetleri, nihayetsiz güzellikleri ölçü alarak, "Nefsimin hoşuna gitmeyen bu olayların da mutlaka güzel yönleri vardır." demeye çalışmalıdır. Bunu başarabilen kişi, kadere imanın zevkine erer ve "Kadere iman eden, kederden emin olur." hakikatinin sırrına erer. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde bu gerçeğe dikkat sadedinde "Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir." (Münavî, Feyzu'l-Kadîr, 3/187) buyurmuşlardır.

Karşılaştığımız olaylar, ya gündüz veya gece gibidirler. İnsan, her ikisinden de faydalanmayı bilmelidir. Gecenin faydası ve güzelliği gündüzden geri değildir. İnsan, güneşten ayrıldığına üzülmeyip yıldızlarla buluşmanın sefasını sürebilmelidir.

Kâmil insanlar, bunu başarmış örnek şahsiyetlerdir. Onlar, ölümü de hayat kadar büyük bir nimet bilirler. Kabrin ötesinin ve daha ötesinin bu dünyadan çok daha güzel olduğunun şuurundadırlar. Ölümden korkmak yerine ölüme en güzel şekilde hazırlanmakla meşguldürler.

Hastalıkların günahlara kefaret olduğunu bilirler.

İnsan kalbinin dünyadan soğumasına ve ebedi âleme yönelmesine sebep olan bu gibi olayları birer İlâhî rahmet bilir ve onlardan azamî ölçüde faydalanmaya çalışırlar. Bunu yaparken, vücudun bir emanet olduğunu da unutmaz, onu en güzel şekilde korumaya çalışır, hastalandıklarında tedavi olurlar.

Ağır imtihanların sonuçlarının da o nispette büyük olduğunu çok iyi bilirler. Musibetleri birer "sabır imtihanı" olarak değerlendirirler. Onlardan kurtulmaya çalışmakla birlikte, şikayet ve itiraz yoluna da asla girmezler.

"Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldu." (Abdulkadir Geylanî)

Onların hallerini "Kahrın da hoş, lütfun da hoş." mısraı güzelce özetler. Onlar Allah'ın bütün isimlerinin güzel olduğunu bilir, onların tecellilerinin de hepsini güzel görürler. Bununla birlikte, hatalardan, günahlardan ve kusurlardan sakınmaya ve hayatlarını istikamet üzere geçirmeye azamı dikkat gösterirler. Kendi iradeleri dışında tahakkuk eden İlahi icraatlarda ise teslim ve tevekkül yoluna girerler.

"Çalışmak adetim, tevekkül halimdir." hadis-i şerifi onların hayat programlarıdır. İster sanat ve ticaret, ister tedavi ve sıhhat konularında olsun, üzerlerine düşeni eksiksiz yaptıktan sonra Allah'a tevekkül eder ve doğacak her türlü sonucu rıza ve memnuniyetle karşılarlar.

Onların bu hali, kadere imanın hayata aksinin güzel bir ifadesidir.

Ve insana, daha bu dünyada iken, cennet hayatı yaşatan ulvî bir mertebedir

sorularlaislamıyet
 
Üst Alt