İslam hukukunda cezaların amacı

hüzün

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
27 Şubat 2011
Mesajlar
413
Tepkime puanı
6
İslam hukukunda cezaların amacı
İslâm ceza hukukunda cezanın gayesi; suçluya zulmetmek, işkencede bulunmak veya ondan intikam almak değildir. Zira Hz. Peygamber (asm), insanlar üzerinde terör estirmek ve istibdad kurmak için değil, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Dini naslardan (ayet ve hadislerin ifadelerinden) ve müçtehitlerin ifadelerinden anlaşıldığına göre, İslâm`ın cezalandırmada takib ettiği gayeler şunlardır:

1. Suçu umumî önleme

İslâm hukukundaki ceza tatbikatında ibret vericilik ve suç işlemeyi önleyicilik esas alınmıştır. Yani İslâmî cezalar, suç işlenmeden önce suçun işlenmesine engel olacak ve başkalarına ibret verip onların suç işleme meylini kıracak özelliktedirler.

Bu sebeple İslâm`da ağır cezalar, halkın gözü önünde icra edilir. Cezalandırmanın alenî olarak halk huzurunda yapılması, insan psikolojisiyle yakından ilgilidir.

İbret vericilik ve önleyicilik gayesi; cezalandırma işleminin teşhiri ve halkın huzurunda alenî olarak ifası ile en güzel şekilde temin edilmiş olur. Çünkü böylelikle halkın suça karşı nefret duyma ve ayıplama duyguları daima uyanık tutulmuş olur. Hiç kimse, suçlunun o andaki durumuna düşmek ve halkın huzurunda utanç verici hallere girmek istemez. Bu duygu da suça olan meyli kırar.

2. Hususî önleme

İslâmî cezalarda suçluyu ıslah gayesi de vardır. Ceza, suçlunun ahlâkını güzelleştirmek, onu uslandırarak bir daha suç işlemeyecek şekilde ıslâh etmek için uygulanır.
İslâm`da cezalandırma, babanın çocuğunu terbiyesi veya doktorun hastasını tedavisi gibidir. Yoksa suçluya zulüm ve işkence etmek, intikam almak için değildir.

3. Keffaret

Suça karşı ceza, mutlak adaletin gereği olan keffarettir. Ceza suçun keffaretini, karşılığını ödetmek suretiyle mutlak adaleti sağlar. Böylece mağdur taraf da tatmin ve teskin edilmiş; cemiyette huzur ve asayiş temin edilmiş olur. Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Adaletin tahakkuku için yeryüzünde uygulanan bir ceza, yeryüzü halkı için, 30 sabah yağmur yağmasından hayırlıdır."
Ibn Hanbel, Müsned, II, 402.

Kötü bir iş yapana, yaptığıyla mukabele, adalet gereğidir. Kur`an`da bu hususa şöyle temas edilir:

"Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder, tarafları sulh ederse, mükafatı, Allah`a aittir. Şüphe yok ki o zalimleri sevmez..."
(eş-Şuara, 40)

Görüldüğü gibi, suç işleyenin müstehak olduğu miktarda cezalandırılması adalet gereği olmaktadır. Bununla birlikte mağdurun, suçluyu affetmesinin ayrı bir fazileti vardır.

Cezalandırmada mümaselet de şarttır. Yani verilen ceza, işlenen suça denk ve uygun olmalıdır. Verilen cezanın suça nisbetle ağır olması, cemiyette adaletin değil, zulüm ve huzursuzlukların kaynağı olur. Cezanın keffaret vasfı taşıması; suçlu açısında da büyük bir lütuf ve rahmettir. Zira fakihlerin ekseriyetinin görüşüne göre, bir suçun dünyada çekilen cezası, bu suçun günahlarını örter, ahirette ayrıca o suçtan ceza görmeyi kaldırır.

Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Kim suçlardan birini irtikab eder de onun cezasına çarptırılırsa, bu, onun keffaretidir."
Ömer Nasuhi Bilmen - Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye K. C: 1, Sh: 33.

Cezalandırmada ıslâh gayesi esas alındığı içindir ki, suçlu suçu işledikten sonra bir pişmanlık gösterirse, mümkün mertebe cezanın uygulanmaması cihetine gidilir. Çünkü bu durumda cezalandırmanın en mühim gayesi tahakkuk etmiştir.

Hz. Peygamber Efendimiz, kendisi bizzat gelip hırsızlık yaptığını itiraf eden birine "senin hırsızlık yaptığını sanmıyorum"(1) demiştir.
Aynı şekilde Sahabeden Maiz adlı biri Resûlüllah`a gelip zina yaptığını büyük bir pişmanlık içinde ikrar edince ona, "Sen iyi düşün. Zina yapmamış, sadece öpmüş veya bunun gibi birşey yapmış olabilirsin" demiş, böylelikle ona ikrarını geri aldırmak istemiştir.

Fakat Maiz ikrarında ısrar etmiş ve neticede zina cezasına çarptırılmıştır. (2)
Burada şunu belirtmek gerekir ki, bu her iki durumda da suç kesinlik kazanmamıştır. Çünkü suçun işlendiğini bilen ve gören yoktur. Suçlu, yaptığı işten pişman olarak suçunu bizzat itiraf ve ikrar etmektedir. Kendinin bu ikrarı olmasa, ona hukuken suç isnadı mümkün değildir.
Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz, onların, işledikleri suçlardan dolayı gerçek bir pişmanlık içinde olduklarını görünce, suçlarını bizzat kendilerinin itiraf ederek hukuken sübut bulmasını istememiştir. Onların sadece kendi kendilerine tevbe ve istiğfarda bulunmalarını yeterli bulmuştur.

Suçlunun ikrarına ihtiyaç olmaksızın, delil ve şahitleriyle kesinleşmiş bir suç vakıasında ise, durum bundan farklıdır. Suçlunun pişmanlık duyması burada nazara alınmaz.

Zira: Had cezalarında suçludan ziyade cemiyetin (kamunun) menfaati esastır. Bu gibi ağır suçların cemiyet içinde yaygınlaşmaması, fitne ve huzursuzluklara sebep olmaması için suçlunun durumu ne olursa olsun hukuken sâbit olan suçun cezası infaz edilir. Ancak kısas bundan müstesnadır. Çünkü kısasta maktülün velileri, suçluyu affetmek yetkisine sahiptirler. Ve Kur`an`da bu af teşvik edilmiştir.

Tâzir denilen, cezası hâkimin takdirine bırakılmış suçlarda ise, daha ziyade suçlunun durumu esas alınır. Hakim suçluda ıslâh olacak bir hal görürse, cezayı kaldırabilir veya hafifletebilir. Tabii ki bu arada kamunun menfaatı da gözetilmelidir.

(1) Ahmet b. Hanbel, Baki Müs. Ensar, 21480
(2) Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III, 314 vd.
 
Üst Alt