- Katılım
- 23 Nisan 2011
- Mesajlar
- 3,344
- Tepkime puanı
- 25
İki Farklı Asker (Mahir ŞAHİN)
Bir zamanlar bir ülke varmış.
Savaş günlerini yaşamaktaymış bu ülke.
Bu ülke çok da büyük bir orduya sahipmiş.
Bu ordunun taburlarından birinde iki asker varmış.
Tuhaf bir şekilde sanki birbirine zıt iki tipin birer örneğiymiş bu askerler.
Bunlardan birisi iyi eğitim görmüş, görevine bağlı bir kimseymiş. Diğeri ise onun aksine acemi, beceriksiz, sadece kendi çıkarını düşünen birisiymiş.
Birinci asker eğitimine ve görevine çok önem verir, şahsi ihtiyaçlarını hiç düşünmezmiş.
Çünkü orada kendisini besleyip ihtiyaçlarını karşılamanın; hasta olduğunda tedavi ettirmenin devletin görevi olduğunu biliyormuş.
Fakat görev verildiğinde ihtiyaçları için de çalışır; gerekirse yiyecek getirir, yemek pişirir, bulaşık yıkarmış.
Kendisine:
“Ne yapıyorsun?” diye sorulduğunda:
“Devletin işini yapıyorum.” dermiş.
Yoksa hiçbir zaman:
“Geçimim için çalışıyorum.” demezmiş.
Çünkü bu bir iş değil, vatandaşlık sorumluluğu imiş. O da hem kendisinin hem de emrinde olduğu devletin görev ve sorumluluklarını iyi biliyormuş.
*
İkinci asker ise, ne eğitimine ne görevine dikkat edermiş.
Üstelik:
“O devletin işi, bana ne! Beni hiç ilgilendirmez!” dermiş.
Sadece kendi ihtiyaçlarını düşünüp onun için koşturur; ikide bir kışlayı terk edip, çarşıya gider, alışveriş yaparmış.
Bir gün, görevine görevinin bilincinde olan asker ötekine:
“Arkadaş! Senin görevin eğitim yapıp savaşmak. Sen buraya onun için getirildin. Korkma, devlete güven. O seni aç bırakmaz.
“Hem sen bir tek kişi olarak gücü ve bütçesi son derece sınırlı bir kimsesin. Her yerde, her durumda ihtiyaçlarını karşılaman zaten mümkün değil!
“Üstelik savaş zamanında bulunuyoruz, bu yaptıklarından dolayı çok ağır bir ceza alırsın.” diye uyarılarda bulunmuş.
Sonra ne mi olmuş?
O belli değil!
Ama zaten iki ihtimal var. Ya o ana kadar yaptığı gibi bildiğini okuyup hak ettiği cezayı görecek, ya da arkadaşının ikazlarını dikkate alarak yola gelecek!
O asker eğer arkadaşının uyarılarına kulak asmamışsa ne kadar zor bir durumda kalacağı açıktır.
***
Evet! Biz şimdi masalın gerçek anlamına bakalım:
Bu masalda devlet, Allah’ı temsil eder. Asker ise şu dünyada yaşayan, sorumluluk yaşına gelmiş her bir insandır.
O iki askerin yaşadıkları, hepimiz için geçerlidir.
O iki görevden biri, hayatı vermek ve yaşatmak; diğeri hayatımızı verip bizi yaşatana yönelip kulluk etmek, O'na güvenip rahata ve huzura ermektir.
O savaş meydanı, dünyada yaşadığımız şu karmaşık hayattır.
Ordu ise, bir ülkede yaşayan bütün bir millettir (İslam toplumudur).
O tabur ise, ülkede bu yüzyılda yaşayan insanlardır. (Müslümanlardır).
Birinci asker, dini görevlerini bilen ve yapan iyi, sorumluluk sahibi bir kimsedir (Müslüman).
İkinci asker ise, sorumlu olduğu asıl görevleri terk ederek; adeta gerçek rızk verici olan Allah'ı suçlar derecede sadece kendi geçimi peşinde koşan günahkar kimsedir.
O eğitim ise, başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerdir.
O savaş ise, nefsin kötü arzularına ve şeytanlara karşı mücadele etmektir.
Kişinin bu mücadele ile kalbini ve ruhunu kötülükler ve günahlar ile uğrayacağı ebedi zarar ve yok oluştan kurtarması gerekir.
Bir zamanlar bir ülke varmış.
Savaş günlerini yaşamaktaymış bu ülke.
Bu ülke çok da büyük bir orduya sahipmiş.
Bu ordunun taburlarından birinde iki asker varmış.
Tuhaf bir şekilde sanki birbirine zıt iki tipin birer örneğiymiş bu askerler.
Bunlardan birisi iyi eğitim görmüş, görevine bağlı bir kimseymiş. Diğeri ise onun aksine acemi, beceriksiz, sadece kendi çıkarını düşünen birisiymiş.
Birinci asker eğitimine ve görevine çok önem verir, şahsi ihtiyaçlarını hiç düşünmezmiş.
Çünkü orada kendisini besleyip ihtiyaçlarını karşılamanın; hasta olduğunda tedavi ettirmenin devletin görevi olduğunu biliyormuş.
Fakat görev verildiğinde ihtiyaçları için de çalışır; gerekirse yiyecek getirir, yemek pişirir, bulaşık yıkarmış.
Kendisine:
“Ne yapıyorsun?” diye sorulduğunda:
“Devletin işini yapıyorum.” dermiş.
Yoksa hiçbir zaman:
“Geçimim için çalışıyorum.” demezmiş.
Çünkü bu bir iş değil, vatandaşlık sorumluluğu imiş. O da hem kendisinin hem de emrinde olduğu devletin görev ve sorumluluklarını iyi biliyormuş.
*
İkinci asker ise, ne eğitimine ne görevine dikkat edermiş.
Üstelik:
“O devletin işi, bana ne! Beni hiç ilgilendirmez!” dermiş.
Sadece kendi ihtiyaçlarını düşünüp onun için koşturur; ikide bir kışlayı terk edip, çarşıya gider, alışveriş yaparmış.
Bir gün, görevine görevinin bilincinde olan asker ötekine:
“Arkadaş! Senin görevin eğitim yapıp savaşmak. Sen buraya onun için getirildin. Korkma, devlete güven. O seni aç bırakmaz.
“Hem sen bir tek kişi olarak gücü ve bütçesi son derece sınırlı bir kimsesin. Her yerde, her durumda ihtiyaçlarını karşılaman zaten mümkün değil!
“Üstelik savaş zamanında bulunuyoruz, bu yaptıklarından dolayı çok ağır bir ceza alırsın.” diye uyarılarda bulunmuş.
Sonra ne mi olmuş?
O belli değil!
Ama zaten iki ihtimal var. Ya o ana kadar yaptığı gibi bildiğini okuyup hak ettiği cezayı görecek, ya da arkadaşının ikazlarını dikkate alarak yola gelecek!
O asker eğer arkadaşının uyarılarına kulak asmamışsa ne kadar zor bir durumda kalacağı açıktır.
***
Evet! Biz şimdi masalın gerçek anlamına bakalım:
Bu masalda devlet, Allah’ı temsil eder. Asker ise şu dünyada yaşayan, sorumluluk yaşına gelmiş her bir insandır.
O iki askerin yaşadıkları, hepimiz için geçerlidir.
O iki görevden biri, hayatı vermek ve yaşatmak; diğeri hayatımızı verip bizi yaşatana yönelip kulluk etmek, O'na güvenip rahata ve huzura ermektir.
O savaş meydanı, dünyada yaşadığımız şu karmaşık hayattır.
Ordu ise, bir ülkede yaşayan bütün bir millettir (İslam toplumudur).
O tabur ise, ülkede bu yüzyılda yaşayan insanlardır. (Müslümanlardır).
Birinci asker, dini görevlerini bilen ve yapan iyi, sorumluluk sahibi bir kimsedir (Müslüman).
İkinci asker ise, sorumlu olduğu asıl görevleri terk ederek; adeta gerçek rızk verici olan Allah'ı suçlar derecede sadece kendi geçimi peşinde koşan günahkar kimsedir.
O eğitim ise, başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerdir.
O savaş ise, nefsin kötü arzularına ve şeytanlara karşı mücadele etmektir.
Kişinin bu mücadele ile kalbini ve ruhunu kötülükler ve günahlar ile uğrayacağı ebedi zarar ve yok oluştan kurtarması gerekir.