Hicretin 9. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri - 1

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81

ETRAFA VALİ VE ZEKAT MEMURLARININ GÖNDERİLMESİ

(Hicret 'in 9. senesi Muharrem ayı)

Bu tarihe kadar birçok kabîle İslâm'la şereflenmiş, birçok memleket de İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketlerin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.

Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 9. yılı Muharrem ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tâyin edip gönderdi.937

Resûl-i Ekrem'in, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:

"Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!"938

Yemen'in güzel kasabalarından biri olan San'a ve yine Ye-men'in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cühey-neler, Kilab Oğullan, Ka'b Oğullan, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.939

Bu valiler, idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.

Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâm'ın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.

Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar; ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.

MEDİNE'YE AKIN AKIN HEYETLERİN GELMEYE BAŞLAMASI

Mekke'nin fethi, İslâm'ın en parlak ve şerefli bir zaferiydi. Çünkü, bu fetihle, senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslâm'ın galibiyetiyle netice bulmuştu.

Arabistan'daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatle takib etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriya'yı kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakmayı tercih etmişler ve, "Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer, o, kavmine galib gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir."940 demişlerdi.

İşte, etraftaki kabilelerin yakından takib ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke'nin fethiyle İslâm'ın üstünlüğü, şirkin mağlûbiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.

Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâm'ın şefkatli sinesine bir an evvel koşmak!

Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bir dâvayı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezler.

Bu sebeple, Mekke'nin fethini takib eden günlerde, Hicret'in 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine'ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla "Heyetler Yılı" adı da verilmiştir.941

Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzet-ü ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıflan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekrem'in yüksek ahlâk ve faziletine, ashabının nâzik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.

BENÎ TEMİM HEYETİ MEDİNE'DE

Hz. Resûlullah, Hicret'in 9. senesi Muharrem ayı başlarında ashabtan Büsr b. Süfyan'ı, Huzaalılardan Benî Ka'b Kabîlesi-ne, zekâtlarını almak üzere göndermişti.

Ka'b Oğulları, gelen memura teslim etmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim Kabîlesi, oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldürebileceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine'ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resulü de 50 kadar bedevî süvariyle Uyeyne b. Hısn'ı, Temim Oğulları üzerine göndermişti. Uyeyne b. Hısn, Temim Oğulları üzerine anîden baskın yapmıştı. Birçok ganîmet malıyla birlikte 11 erkek, 20 kadın ve 30 kadar da çocuk esir edip Medine'ye geri dönmüştü.942

Uyeyne b. Hısn'ın Medine'ye dönmesinden az sonra idi.

Zekât vermemekte direnen Temim Oğullarından bir heyet, çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatib ve şâirleri de vardı. Gayeleri, esirlerini geri almaktı. Peygamber Efendimiz, onlara, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu.

"Biz Temim Kabîlesindeniz." dediler. "Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiblerimizi getirdik!"

Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, "Ben şiir söylemekle va-zifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim; bunu yapamam. Fakat, haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!" buyurdu.

Bunun üzerine Benî Temim'in, Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra, "Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini sayısın, döksün, bakalım!" diyerek meydan okudu.

Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra, Resûl-i Kibriya, Sabit b. Kays'a, "Kalk, şunun konuşmasına karşılık ver!" diye emretti.

Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiçbir hazırlığı olmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğüne ve Resûlullah'ın medh ve senasına dair, Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belâgatlı ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sabit şöyle diyordu: "Hamdolsun Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten O'dıır.

"Hiçbir şey yoktur ki, O'nun fazl ve kereminin eseri olmasın!

"Bizim her tarafta galib gelişimiz ve hâkim oluşumuz da O'nun kudretinin eseridir.

"O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir; ki o peygamber, baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür! Allah, ona kitabını indirmiş, onu kullarının emini ve mu'temedi, cihanın da güzidesi ve seçkini kılmıştır!

Sıra, şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.

Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medheden bir kaside sundu.

Adam şiirini bitirir bitirmez, Resûl-i Ekrem, şâiri Hasan b. Sâbit'e, "Kalk yâ Hasan!.. Şu adamın şiirine karşılık ver!"944 diye emretti; sonra da, "Allah Teâlâ, Resulünü müdafaa ederken, Hasan'ı, muhakkak Cebrail'le destekler!" buyurdu.

Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hasan, aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâm'ın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifadeyle dile getirdi.

Müslüman hatib ve şâirin, Temim Oğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hutbe ve şiir sunmaları, hem Peygamber Efendimizi hem de orada bulunan sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık, Temim heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerinkin-den daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akra b. Habis ise, şöyle demekten kendini alamadı:

"Allah'a yemin ederim ki, bu zâta (Hz. Peygamber'e) her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir. Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür!"945

Daha sonra Akra b. Habis, Hz. Resûlullah'ın yanma yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takib etti.

Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, heyettekilerin her birini birer hediyeyle taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.947

BENÎ ESED HEYETİ MEDİNE'DE

Hicret'in 9. senesi Muharrem ayı idi.

Medine'ye gelen heyetlerden biri de, 10 kişilik Benî Esed Kabîlesi heyeti idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem E-fendimize arzettikten sonra, "Yâ Resûlallah!.. Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harb etmeden Müslüman olduk!" diye konuştular.948

Bu sözleriyle, Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettar kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı; bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslâm'ın engin ruhuna vâkıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.

Hâlbuki, îman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış sayılıyorlardı, iman etmekle Resûl-i Ekrem'in şahsına elbette hiçbir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları yersizdi ve İslâm ruhuna uygun değildi. Nazil olan âyet-i kerîme, bunu ortaya koydu:

"(Ey Resulüm!..) İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar! Onlara de ki: 'Müslüman oluşunuzu başıma kakmayınız. Doğrusu, sizi îmana hidâyet buyurduğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer îmanınızda sâdık kimseler iseniz!"

Mü'minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmanı elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakk'a şükür ve hamddır. Bunun dışında îmanına mukabil hiçbir maddî manevî menfaat beklememeli, hattâ kalben arzu etmemelidir. Zîra, îman nîmetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hakk, fazl ve keremi ile bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.

îman ve Kur'ân'a âit hizmetlerin sevab ve mükâfatları da uhrevîdir, âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îman edip Müslüman olan, hem de Kur'ân'a ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki itilâsını kaybetmiş sayılır. İhlasın zâyî olması ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır; Allah korusun, insanı manen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında, îman ve Kur'ân'a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği hâlde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nail olsa, bunu Cenâb-ı Hakk'in kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir; ayrıca, "Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor." hissine de kapılmamalıdır.

TAYY KABÎLESİ PUTHÂNESİNİN YIKTIRILMASI

Tayy Kabîlesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Taî'nin kabîlesi idi. Yemen'de otururlardı.

Hicret'in 8. senesinde Hâtem-i Taî vefat etmiş, kabîle reisliğini oğlu Adiyy üzerine almıştı.

Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'ın her tarafı putlardan temizlenip puthâneler yıktınlırken, bu kabilenin puthâneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 9. yılı Rebiülâhir ayında Hz. Ali'yi Ensâr'ın ileri gelenlerinden 150 kişilik bir kuvvetle Füls'ü yıkmaya gönderdi.950

Hz. Ali, emrindeki mücâhidlerle Tayy Kabîlesi yurduna vardı. Tayy Oğulları, mücâhidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman birçok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galib çıktılar ve birçok esirle bol miktarda ganimet mallan elde ettiler. Bu arada, Tayy Oğulları puthânesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücâhidler tarafından yıkıldı; putları Füls ise parçalanarak yakıldı.951

Kabîle reisi Adiyy b. Hâtem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı; bu sebeple ele geçirilememişti. Ancak, esirler arasında Hâtem-i Taî'nin Sef-fane adındaki kızı vardı.

Seffane 'nin İsteği

Hz. Ali, memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esir ve ganîmet mallan ile Medine'ye döndü.

Esirler arasında bulunan Seffane, Mescid-i Nebevî'nin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zekî, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffane ayağa kalkarak, "Yâ Resûlallah!.. Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor! Kurtulmak için verecek hiçbir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatine sığınıyorum!"953 dedi.

Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffane kendisini şöyle tanıttı:

"Yâ Resûlallah!.. Ben, aileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selamlaşmayı yayan Hâtem-i Taî'nin kızıyım!"

Seffane'nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem, "Ey kadın!.. Bu saydıkların, gerçekten mü'minle-rin sıfatlarıdır! Keski baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık!"954 buyurdu.

Bu sözleriyle, Peygamber Efendimiz, mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. "Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği" gerçeğini... Evet, Hâtem-i Taî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatlan Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hâtem'in bu Müslümanca sıfatlarım takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffane'yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriya, bununla da kalmadı; Seffane'ye bol bol ikramda bulundu: Ona, elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafileyle de Şam'a, kardeşinin yanına gönderdi.955

Doğruca Şam'a varan Seffane, derhâl kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kız kardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy'in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi ve, "Bu zât hakkındaki fikrin nedir?" diye sordu. Fahr-i Âlem'in mübarek sımalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffane* tereddüt etmeden, "Bana sorarsan," dedi, "hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim!"

Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kız kardeşi buna hiç gerek olmadığını, şu sözleriyle belirtti:

"Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin; yok, eğer hükümdar ise, hiçbir şey kaybetmezsin, Yemen'deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik, hor ve hakir de görülmezsin!"956

Adiyy, kız kardeşinin tavsiyesini uygun buldu; derhâl Medine'ye gelerek, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah, evinde ağırlayıp misafir etmek istiyordu.

Mescidden çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu. İhtiyar kadına karşı E-fendimizin bu güzel muamelesini ve nezaketini müşahede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşçasına mırıldandı: "Vallahi, o hükümdar değildir!" Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: "Öyle ise peygamberdir!" ihtimali..

Beraberce Hâne-i Saadet'e vardılar. Efendimiz, Adiyy'i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmaya kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy, deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu. Efendimizin tevâzuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı, Adiyy'in gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmana bir nebze daha yaklaştırdı.

Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu davetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu davete o anda müsbet cevap vermekten kaçındı. "Ben," dedi, "Hıristi-yanım!"

Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:

"Ey Adiyy!.. Belki de, 'Onun dinine insanların zaîf, fakir ve güçsüz kimseleri giriyor.' diye söylenmiş olmasından dolayı İslâm'a girmekten geri duruyorsun! Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hattâ mala tâlib olacak kimse bile bulamayacaklardır!

"Yine, 'Müslümanlar az, düşmanları çok.' diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!

"Sen Hiyere'yi bilir misin? "İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir âsâyiş temin edecek ki, bir kadın tek başına, Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayarak, Hiyere'den kalkıp Kabe'yi tavaf etmeye gidecektir!"957

Bu konuşma, Adiyy'in gönül kapısını İslâm'a açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.

Ashab-ı Kiram'in büyüklerinden olan Adiyy b. Hâtem, işte bu zattır.

PEYGAMBERİMİZİN, NECÂŞÎNİN VEFATINI HABER VERMESİ

Hicret'in 9. senesi Receb ayından bir gün idi. Hz. Resûlullah'ın etrafında birçok sahabî vardı.

Bu sırada, "Bugün, sizin sâlih bir kardeşiniz vefat etti. Kalkın, onun namazını kılın!"'58 diye buyurdu.

Sahabîler derhâl hazırlandılar ve Hz. Resûlullah'ın arkasında saf bağlayarak "sâlih kardeşleri" üzerinde gaib namazı kıldılar.

Namazdan sonra Resûl-i Ekrem, "Kardeşiniz Necâşî Ashame için Allah'tan mağrifet taleb ettik!"959 buyurdu.

Bunun üzerine sahabîler, "sâlih kardeşlerinin," Habeş Hükümdarı Ashame olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.

Medine'ye yaklaşık bir hafta sonra gelen haber, Habeş İmparatorunun aynı günde vefat ettiğini bildiriyordu!

Habeş Necâşîsi Ashame, Hz. Resûlullah tarafından bir mektupla Hicret'in 7. senesinde İslâm'a davet edilmişti. Ashame derhâl Müslüman olmuştu. Müslüman elçiye de, "Keşke, şu saltanata bedel Muhammed-i Arabi'nin (s.a.v.) hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanattan çok daha üstündür!" demişti.

PEYGAMBERİMİZİN, HANIMLARINDAN BİR AY UZAK KALMASI

Hicret'in 9. senesinde, İslâm nuru bütün haşmetiyle Arabistan Yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullah'ın elinde artık birçok maddî imkân vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Resûlul-lah sâde hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.

Fakat, Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nîmetler içinde yaşamaktan nasîblerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak, "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz!" derlerdi; sonra da her biri birtakım arzularda bulunurdu.

Fakat, Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna razı olmalarını arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca, Ezvac-ı Tâhirat'in bu tarz isteklerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.

Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.

Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat'ın her biri, yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi.

Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem'e çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb'in yanında her zamankinden fazla kalırdı.

Bu durum Hz. Âişe'nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.961

Hz. Âişe 'nin Talimatı

Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hattâ, bu yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Şevde, Safıyye ve Hafza (r. anhünne), Hz. Âişe'nin tarafını; Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz. Zeyneb bint-i Cahş'ın grubunu teşkil ediyorlardı.%2

Resûl-i Ekrem'in, Hz. Zeyneb'in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Aişe, gayrete geldi. Taraftan olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:

"Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: 'Yâ Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?' Resûlullah, 'Hayır.' diyecektir. Biz de o zaman, 'O hâlde bu koku ne?' diye soracağız. Tabiî ki o; 'Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti.' cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, 'Demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.' deriz."

Megafır, "mağfur"un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.

Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.

Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa'nın odasına girerken, "Yâ Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?" sorusuyla karşılaştı.

Peygamber Efendimiz, "Hayır!" dedi.

Hz. Hafsa, "O hâlde bu koku ne?" diye sordu.

Peygamber Efendimiz, "Zeyneb bint-i Cahş'ın evinde bal şerbeti içmiştim." buyurdu.

O zaman Hz. Hafsa, "Demek ki, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış." dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Onu bir daha içmem!" diyerek yemin etti. Sonra da, "İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe'ye ne de) başka bir kimseye duyurma." diye buyurdu.064

Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf "hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb hâlinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kıskançlığının aile nizamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebni"965 olarak, kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.

Kâmil Mîras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209. Burada Hz. Resûlullah'ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalanmaktan alıkoymaktır; yoksa, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak ve haram itikad etmek değildir. Zîra, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak, bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binâen Resûlullah, kendisine, helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla, "Allah'ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram kılar?" diye bir soru akla gelmemelidir.

Bunu, verdiği birkaç sırla* birlikte gizli tutmasını Hz. Haf-sa'ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ, ondan bu hususta söz aldı.

Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:

"Ey Resulüm!.. Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir."967

Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem'in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en çok anlaştıkları Hz. Âişe'ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.

Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenâb-ı Hakk, Resulüne vahiyle bildirdi: "Hani Peygamber, kadınlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi. Allah da onu Peygamber'e açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı nazar etti. Resûlullah kadına ifşa, ettiğini söyleyince kadın, 'Onu sana kim haber verdi?' diye sordu. O da, 'Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!' buyurdu."968

Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa'ya serzenişte bulundu. Hz. Aişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.

Peygamberimiz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.

Bir kısım rivayetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa'ya, kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir'in, ondan sonra da Hz. Ömer'in halife olacağını haber vermişti

Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizli-ğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mâni olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti;969 bu yemininden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.970

İşte, bu hâdiseye İ'lâ Hâdisesi denir. "İ'lâ"nın lügat mânâsı "mutlak yemin"dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.

Ashab-ı Kiram 'in Telâşı

Peygamber Efendimizin Meşrebe'de yalnız başına kaldığını duyan sahabîler, "Hanımlarını boşamıştır." zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:

"Medine'nin Avali semtinde oturuyordum. Ensâr'dan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullah'ı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.

"Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım.

'"Ne var?' diye sordum. "'Büyük bir felâket!..' dedi.

"'Ne oldu?' dedim, 'Gassanîler, Medine'ye hücuma mı geçtiler?'

"'Hayır!..' dedi, 'Daha fena bir şey vuku buldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!'

"Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve Medine'ye indim. Hafsa'nın yanına vardım. Ağlıyordu.

"Ne diye ağlıyorsun?' dedim, 'Ben, seni bundan (Resûlul-lah'a karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten) sakındırmamış mıydım?'

"Sonra sordum: 'Allah Resulü, sizleri boşadı mı?' "'Bilmiyorum.' dedi. '"Resûlullah şimdi nerede?' diye sordum, '"şuradaki Meşrebe'de... İnzivaya çekilmiş.' dedi. "Kalktım, Resûlullah'ın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.

"'Ey Rebah!..' dedim, 'Resûlullah'ın yanına girmem için i-zin iste!'

"Rebah içeri girip çıktı; 'Arzunuzu arzettim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.

"Dönüp mescide gittim. Ashab-ı Kiram'dan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullah'ın odasına tekrar yaklaştım.

"Rebah'a, 'Ömer'in içeri girmesi için izin iste!' dedim.

"Köle içeri girip çıktı; 'Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.

"Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet o-turdum. Endişe ve üzümtümden bir türlü kurtulamiyordum.

"Yine, Resûlullah'ın bulunduğu odaya yaklaştım.

"Sesimi yükselterek, 'Ey Rebah!..' dedim, 'Ben, Resûlullah'ı görmek istiyorum! Müsaade iste! Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum!'

"Rebah içeri girdi. Çıkınca, 'Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.

"Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: 'Gir, artık sana izin verdi!'

"İçeri girdim. Allah Resulüne selâm verdim. Hasırdan örülü bir yatak üzerinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor idi. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.

"Resûlullah, 'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu.

"'Yâ Resûlallah!.. Nasıl ağlamayayım ki?.. Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefasını sürerken, siz Allah'ın en sevgili kulu olduğunuz hâlde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!'

"Resûlullah, 'Ey Hattab'ın oğlu Ömer!..' dedi, 'Dünya nimetinin onların, âhiret saadetinin de bizim olmasına razı değil misin?'

"Sonra, 'Yâ Resûlallah!.. Kadınlarını boşadın mı?' diye sordum.

"Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, 'Hayır!..' buyurdular.

"Bu cevap karşısında birdenbire, 'Allahü ekber!' dedim, 'Bütün ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?'

"Resûlullah, 'Olur.' dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.

"Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım: 'Resûlullah, kadınlarını boşamamıştır!"

Resûluliah 'in Meşrebe 'den Ayrılışı

Bir ay dolunca, Resûluliah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerîme nazil oldu:

"Ey Nebîyy-i Zîşan!.. Zevcelerine de ki:

'"Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin razı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim!

"'Ve eğer, siz Allah'ı, Resulünü ve âhiret yurdunu murad ederseniz, Allah'ı ve Resulünü razı etmiş olursunuz. Zîra, sizden Allah'ın rızasını dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.'"972

Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya ziyneti ile Allah ve Resulünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.

Âyet nazil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe'nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hattâ, bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyan etti.

Hz. Âişe derhâl cevabını verdi: "Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım? Ben, elbette ki, Allah'ı, Resulünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!"973

Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.

Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resulünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih ettiler; böylece, Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.

BENÎ BELİY HEYETİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU

(Hicret 'in 9. senesi Rebiülevvel ayı)

Bu tarihte, Benî Beliy Kabilesinden bir heyet Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizle görüşüp huzurda Müslüman oldular.974

Heyetin büyüğü Ebûddabib, bu arada Peygamber Efendimize bazı sorular sordu. "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben, misafirleri ağırlamayı seven biriyim. Bundan dolayı bana âhirette bir sevab var mıdır?"

Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet!.. Zengine olsun fakire olsun, yapacağın her iyilik sadakadır."975 buyurdu.

Bu cevaptan memnun olan Ebûddabib, bu sefer, "Yâ Resûlallah!.. Misafirliğin müddeti ne kadardır?" diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Üç gündür. Bundan sonra oturmak misafir için uygun olmaz."' buyurdu.970 Peygamber Efendimiz, bu hâdiseyle, misafirliğin hududunu çizmiştir. Mü'min, misafir mü'min kardeşini üç gün yedirip içirip, barındırmakla vazifelidir. Üç günü geçtikten sonra bu mükellefiyet üzerinden düşer. Bundan sonra onu ağırlayıp ağırlamamakta serbesttir.

Beliy heyeti, üç gün kaldıktan sonra Resûli-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler.



 
Üst Alt