ÂYETLERİN TAHLİLİ:
1. Görmedin mi nasıl etti Rabbin Ashâb-ı Fîl'e,
Tarihi kaynaklara göre "Fîl olayı", bu Sûrenin inişinden 45 veya 46 yıl önce meydana gelmiştir. Böyle olmasına rağmen Sûre, sanki olay yeni meydana gelmiş ve herkes de görmüş gibi الم تر - görmedin mi ifadesi ile başlamıştır. Bunun sebebi, "fîl olayı"nı gören, yaşayan insanların sayısının çok olmasıdır. Rivayetlere göre, Sûrenin iniş yıllarında yaşları 50'nin üzerinde olup bu olayı hatırlayanlar olduğu gibi, "Ashâb-ı Fîl"e mensup olup bizzat olayı yaşamış ve sakatlığı sebebiyle ülkesine geri dönememiş kimseler de vardır.
Bir olayı ne kadar çok insan görmüş ve yaşamışsa, o olayın meydana gelişi hakkındaki rivayetlerin yalan olma ihtimali o kadar zayıftır. Tevatüren sabit ve kanıtlanmış olaylar için "duymadın mı yerine görmedin mi, görmüyor musun ?" gibi ifadeler, Arapçada olduğu gibi pek çok dilde de kullanılmaktadır. Bu soru tıpkı Mâûn Sûresindeki gibi cevabı beklenen bir soru olmayıp teaccüp [hayret] uyandıran bir soru şeklidir. Bir bakıma Âyet "Onlardan korkman, çekinmen şaşılacak şey! Korkma, bak Rabbin Fîl Ashâbını ne hâle getirdi! Gerekirse onları da, senin düşmanlarını da yok ediverir" anlamında bir uyarı ifade etmektedir.
Bu ifade tarzının ayrıca geleceğe yönelik mucize bir mesaj olma ihtimali de mevcuttur. Belki de ilerideki bir tarihte yapılacak arkeolojik araştırmalar sırasında "Ashâb-ı Fîl"in yeraltındaki kalıntıları bulunacak, bu kalıntılar firavunun cesedi gibi müzelerde sergilenecek, bu olayın gerçekliği bir başka yolla daha gün ışığına çıkacaktır.
ASHAB-I FÎL:
Ashâb-ı Fîl tamlamasının sözcük anlamı "fîl arkadaşları"dır. Fîl Ashâbı, Kur'ân'a göre, kötü plânları sebebiyle Allah tarafından helâk edilmiş bir topluluktur. Arap ve İslâm kaynaklarından olan İbn İshâk'ın es-Siret; İbn Hişâm'ın es-Siret; Taberî'nin Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülük gibi eserlerine göre "Ashâb-ı Fîl", Habeşistan'ın Yemen valisi Ebrehe'nin komuta ettiği, heybetini arttırmak için önünde Habeşistan'dan getirilmiş bir Fîlin yürütüldüğü orduya verilen isimdir.
Tarihî kaynaklara göre VI. yüzyılın ortalarında Habeşistan'ın Yemen valisi olan Ebrehe, Arapların Kâbe'ye olan saygılarını görmüş, dinî, siyasî ve ekonomik amaçlarla San'â şehrinde "el-Kulleys" adında gösterişli bir kilise yaptırmış ve yayınladığı bir bildiri ile Arapları bu kiliseyi ziyarete çağırmıştır. Bu davet Araplar tarafından kabul görmediği gibi Ebrehe'nin kilisesi de bir Arap tarafından hakaret maksadıyla kirletilmiştir. Buna çok öfkelenen Ebrehe, Kâbe'yi yıkmak amacıyla ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürümüştür. Ordunun başında yürüyen Fîl dolayısıyla bu olaya "Fîl Olayı", olayın vuku bulduğuseneye de "Fîl Senesi" denmiştir.
Bakara Sûresinin 127. Âyetinden öğrendiğimize göre, oğlu İsmâîl ile birlikte İbrahîm peygamber tarafından inşa edilen tavansız, küçük ve dört köşe olduğu için Kâbe diye adlandırılan Beytullah, yine Kur'ân'dan öğrendiğimize göre Allah'ın İbrahîm peygambere vahyi doğrultusunda, insanların ziyaret yeri olarak ilân edilmiştir(Hacc Sûresi 27. Âyeti). Kur'ân'da بيتى - beyti = Evim, Beytullah = Allah'ın Evi . Bakara Sûresi 125; Hacc Sûresi 26. Âyeti), بيتالعتيق - beytü'l-atîk = Eski Ev gibi isimler verilen Kâbe, içinde bulunduğu kent olan Mekke'ye de امّ القراء - ümmü'l-kurâ = Kentlerin Anası, Anakent ( En'âm Sûresi 92. Âyeti), Beledü'l-Emin = Güvenli Kent (Tin Sûresi 3. Âyeti) gibi nitelikler kazandırmıştır.
Yaptırdığı kilisenin bir Arap tarafından kirletilmesine son derece öfkelenen Ebrehe, karşılık olarak Araplar arasında Allah'ın evi denilen ve emin bir yer olduğu inancı yaygın olan Kâbe'yi yıkmaya karar vermiştir. Saldırı öncesinde Abdülmuttalib'in o güne kadar Kâbe'ye hiç kimsenin saldırmadığı ve kendisinin de saldırmaması gerektiği yolundaki uyarılarına karşı, Kâbe'yi yıkarak onun "emin ev" olma özelliğini de yıkacağını söyleyen Ebrehe, Kâbe'yi Allah'ın bile elinden alamayacağını da sözlerine ekleyerek büyüklenmiştir.
O tarihte Arabistan yarımadasının ortasında, kendi aralarında bitmek bilmeyen savaşlar süren bedevi Arap kabileleri yaşamaktaydı. Birbirlerine bile üstünlük sağlayamamış bu kabileler, kutsal saydıkları evlerinin yıkılmasını önlemek için münferit karşı koyma hareketlerine girişmişlerse de, Ebrehe'nin güçlü ordusu karşısında yenilip dağılmışlardır. Böylece, ancak küçük direnişlerle karşılaşan ve onları kolaylıkla bertaraf eden Ebrehe, Mekke yakınlarına gelmiştir. Kâbe'nin yıkılmasına halkın direniş göstermemesi hâlinde kimseye dokunmayacağını vadeden, aksi takdirde bütün şehri yıkacağı ihtarında bulunan Ebrehe, ikazına uyan halkın şehri boşaltmasına izin vermiştir.
Ertesi sabah Mekke'ye girmek üzere hareket eden Ebrehe'nin ordusu, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınında, Muassıb denilen yerde iken, Âyetlerde anlatıldığı gibi müthiş bir afet ile helâk olmuştur. Ebrehe ve ordusunun helâk olması her yerde duyulmuş, bu olay nedeniyle Kureyş itibar kazanmış ve Kureyş'in kervanları gittikleri her yerde âdeta dokunulmazlık elde etmiştir.
Tarihi kaynaklara göre M.S.571 yılında cereyan eden bu olay üzerine, müşrik Mekkeliler on yıl kadar sadece "Tek Allah'a" iman edip putlarını Kâbe'den kaldırmışlar fakat daha sonra yine eski âdetlerine dönmüşlerdir.
2. Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
Yani; "Tıpkı yolunu şaşırıp aradığına ulaşamayan insan gibi, onların düzenlerinin yönünü şaşırtmadı mı? Hedefinden ve amacından saptırmadı mı?"
Burada Kureyş'e, güçlü olan Ashâb-ı Fîl'e karşı âciz kaldıkları bir sırada Kâbe'yi koruyup himaye eden Allah'ın bu nimeti hatırlatılmaktadır. Başka bir ifade ile daha önce kendi evine saldırmak isteyenleri ezip geçen Allah'ın, elçisine ve inanmış azınlığa karşı kendi güçleri ile gururlananları da ezip geçeceği ihtar edilmektedir.
3. Rabbin onların üzerlerine grup grup uçanlar [bulutlar] göndermedi mi?
Âyette geçen طير - tayr, طائر - tâir sözcüğünün çoğuludur. طائر - tâir, sözlüklerde "havada kanatla uçan varlık" olarak bildirilmiştir. Yani sözcüğün vazı' [ilk] anlamında "kanatla uçmak" söz konusu olup kanatsız uçma anlamı içermiyor demektir. Eski müfessirler bu anlama itibar ederek Âyete "Üzerlerine sürü halinde kuşlar göndermedi mi?" manası vermişlerdir. Buna bağlı olarak da Sûre ile ilgili yüzeysel yorumlar yapılmıştır:
Kimileri "Bu Sûre mucez [az öz ifadeli] bir Sûredir, olayla ilgili fazla detay yoktur, çünkü Sûrenin ana teması olaydaki detay değil olayın sonucudur, yani o günün süper dev gücünün hakka zarar verme teşebbüsünün sonuçsuz bırakılması ve yok olmasıdır" demişler ve Âyetlerin tamamını anlamayı gereksiz görerek "Âyetlerin bu kadarını anlayıp tamamını anlamasak da olur" deyip işin içinden çıkmışlardır.
Kimileri de Allah'ın Ashâb-ı Kehf kıssasında mağara arkadaşlarının sayısını kapalı bıraktığı gibi bu konuyu da kapalı bıraktığını, konu hakkında fikir yürütmenin gayba/karanlığa taş atma anlamına geleceğini [boş, kanıtsız sözlerden başka bir şey olmayacağını] ileri sürmüşler ve her iki konunun kapalı bırakılmasında hikmetler olacağını beyan edip Âyetleri anlamaya gayret göstermemişlerdir.
Muhammed Abduh ve arkadaşları ise, 3. Âyetteki طير tayr = uçanlar sözcüğünün, "mikrop taşıyan sivrisinekler" olduğunu ve bu küçük canlıların Habeşli askerler üzerine mikrop saçmış olabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Bu kanaatlerine sağ kalan askerler arasında çiçek ve veba gibi hastalıkların baş göstermiş olduğunu kaydeden tarihi belgeleri delil olarak göstermişlerdir. İbn Hişam, bu olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık hastalıklarının görüldüğünü nakleder. [19-1]
Hamidüddin Ferahi ise, 4. Âyetteki termîhim fiilinin failinin "gördün mü" ifadesi ile muhatap alınan Mekkeliler ve diğer Araplar olduğunu söylemiş, kuşlar hakkında da onların taş atmadıklarını, aslında Fîl Ashâbının cesetlerini yemek için geldiklerini belirtmiştir. Ona göre "Abdulmuttalib'in Ebrehe'nin yanına giderek Kâbe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi" ve Kureyşliler ile hacc için gelmiş diğer Arapların Ebrehe'nin hücumuna karşı koymayarak Kâbe'yi Allah'ın takdirine bırakıp dağlara çekilmeleri hakkındaki rivayetler kabule şayan değildir. Bu olayın gerçek seyri ona göre şöyledir: "Araplar Ebrehe'nin askerlerini taşlamışlar, Allah da tufan göndererek taşlar yağdırmış ve Ebrehe'nin askerlerini helâk etmiştir. Allah daha sonra da askerlerin cesetlerini yemeleri için kuşlar göndermiştir."
Hemen fark edileceği gibi bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Zira bu açıklamaya göre Sûrenin Âyet diziminin şöyle olması gerekirdi: "Onlara pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti." Ama görülmektedir ki, Allah önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.
Kimilerine göre de Ebrehe'nin ordusunun yanı başında yanardağ patlaması olmuştur. Yanardağdan üzerlerine lâvlar yağmış, bu lavlar onları yakıp yok etmiştir.
Bizim bu Sûre hakkındaki görüşümüz şudur: Yakın geçmişte cereyan etmiş bir olayı anlatan bu Sûre müteşâbih Âyet içermemekte ve herhangi bir tevile ihtiyaç göstermemektedir. Çünkü o gün için Mekke'de gerek Fîl Ashâbına mensup olanlardan ve gerekse Mekkelilerden olayın canlı tanığı olan kimseler vardır. Dolayısıyla bu Âyetlerin müteşâbihliği söz konusu değildir. Sûre, peygamberimiz, arkadaşları ve o günün tüm insanları tarafından gayet iyi ve net bir şekilde anlaşılmıştır.
Bu Âyetin müteşâbih kabul edilerek üzerinde fazla durulmaması veya yapılan açıklamaların tutarsız ve yanlış oluşu, طير - tayr sözcüğünün "kuşlar" olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Buna benzer bir yanlış da ileride Neml Sûresinde hüdhüd sözcüğünün "kuş" olarak değerlendirilmesi şeklinde karşımıza çıkacaktır.
طير - tayr sözcüğüne "iki kanatla uçmak" anlamının verilmesi aslında Kur'ân'a uymamaktadır. Çünkü En'âm Sûresinin 38. Âyetinde . Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi de sizin gibi birer ümmettir, denilmektedir. Bu Âyette geçen يطير - yetıru fiili sadece "uçar" anlamında olup "kanatlarıyla/iki kanadıyla" uçtuğu anlamı verilmek için ayrıca بجناحين - bi cenahayni sözcüğü ilave edilmiştir. Eğer طير - tayr sözcüğü "kanatlarıyla uçar" anlamında olsaydı, بجناحين - bi-cenahayni sözcüğüne gerek kalmaz, "iki kanadıyla" ifadesi Âyette zikredilmezdi. Bu durumda طير - tayr sözcüğünden "iki kanatla uçan kuşlar" anlamı çıkarmak yanlıştır.
Arapça'da bazı sözcükler özel anlamlar ifade eder. Örnek olarak isra sözcüğü, "gece yürüyüşü" demektir, sadece "yürümek" anlamına gelmez. Tayr sözcüğü de iddia edildiği gibi "iki kanatla uçmak" anlamına gelmez, En'âm Sûresinin 38. Âyetinin gösterdiği gibi sadece "uçmak" anlamına gelir.
Sözcüğün Kur'ân'a uygun olan bu anlamı esas alındığında,
Nahl Sûresinin 79. Âyetinde de geçen tayr sözcüğünü "kuşlar" anlamında değil, "bulutlar" anlamında kabul etmek daha isabetli olacaktır.
(Nahl; 79) Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan uçanlara [kuşlara, bulutlara] bakmadılar mı? Onları Allah'tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir kavim/halk için elbette ki Âyetler [açık kanıtlar] vardır.
Yine
Mülk Sûresinin 19. Âyetindeki صفّات - saffat ve يقبضن - yagbidne sözcüklerine gerçek anlamları verilirse bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Bugüne kadar tefsirciler ve dilbilimciler tarafından "sürüler, topluluklar, öbek öbek, gruplar" şeklinde çevrilen "ebabil" sözcüğü için de bu anlam kabul edilebilir.
4. Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur yağdırıyorlardı.
Tefsirlerin tümünde ترميهم - termîhim fiili, رمى - remyün mastarından türetilen "fiili müzari, müfred, müennes" bir kalıp olarak alınmıştır. Fiilin kök anlamı "atmak"tır. Taş atmak, ok atmak gibi işler remy ile ifade edildiği gibi, مرمى - mermi sözcüğü de bu kökten türetilmiştir. Remy ayrıca istiare yoluyla "sövmek" ve "iftira atmak" anlamlarında da kullanılmaktadır. (Nûr Sûresinin 4 , 6 , 23. Âyetlerine bkz.)
ترميهم - termîhim fiilinin kökü رمى - remyün olarak kabul edilince, doğal olarak Âyet "ki bunlar onlara ateşte pişmiş taşlar atıyorlardı" şeklinde açıklanmakta, bu açıklama da atılan şeylerin ne olduğu hakkında yorumculara "atmak" fiili ile ilgili hayalî çağrışımlar yaptırmaktadır.
Mukâtil'e göre; "Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üçtaş atıyordu. Öldürecekleri kişinin isimleri üzerinde yazılı olan bu taşlar o adamı öldürüyordu. Taşlar düştüğü yeri delip öte taraftan çıkıyordu. Mesela; eğer bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu."
İkrime, İbn Abbas'tan: "O taşlar herhangi birinin üzerine düştüğünde orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu taşların en küçüğü mercimek, en büyüğü ise nohut kadardı" [19-2]
Biz bu olayın tefsirlerdeki bildik açıklamalardan farklı cereyan ettiği görüşündeyiz. Bunu izah etmeden önce Âyetteki şu üç hususun öncelikle incelenmesi gerekir:
Birinci husus: ترميهم - termîhim fiilinin hangi kökten türediğidir. Arapça lügat kitaplarına göre termîhim fiilinin yine رم ى - r-m-y harflerinden oluşan fakat mim harfi esre olarak okunan remiyün sözcüğünden de türemiş olması mümkündür. İsim olarak "yağmuru iri ve yere sert inen bulut" anlamına gelen bu sözcük filleştirilirse, "bulut iri ve yere sert inen yağmuru yağdırıyor" demek olur. Ayrıca r-m-y sözcüğünü "atmak" anlamında alıp bulutların taş atmalarını mecaz olarak "Taş yağdırmak" anlamıyla anlamanın da herhangi bir sakıncası yoktur.
İkinci husus: بحجارة - bi hicaretin ifadesinin başındaki ب - be harf-i cerrinin, cümleye kattığı anlamdır. Nahv ilminde "harf-i cer" denilen "be" edatı [bağlandığı sözcükte "bi" olarak okunur], cümleye "ilsak, teaddiye, sebebiyye, istiane, musahabe, bedel, mükabele, kasem, tefdiye" anlamları katar. Bu Âyeti yorumlayanlar ve çevirenler bugüne kadar "be" edatının cümleye "ilsak [mecazi]" anlam kattığını kabul etmişler ve ifadeyi "pişmiş taşları" olarak manalandırmışlardır. Bize göre ise bu edat cümleye مصاحبة . musahabe = yoldaşlık, birliktelik anlamı katmakta olup "pişmiş taşlar ile birlikte" şeklinde manalandırılmalıdır.
Üçüncü husus: سجّيل - siccîl sözcüğünün Kur'ân'daki kullanımlarıdır. Biz, siccîl sözcüğünün eski Farsça'dan [Pehlevîce] Arapça'ya geçmiş bir sözcük olduğu ve aslının da "seng-i gil" kilden, topraktan yapılmış pişmiş taş anlamına geldiği hakkında bir itirazda bulunmuyoruz. Sadece bu sözcüğün Kur'ân'ın başka Âyetlerindeki kullanımına da dikkat çekmek istiyoruz. Siccîl sözcüğü, konumuz olan bu Âyet dışında Kur'ân'da iki yerde daha geçmektedir:
(Hûd 82) Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş, pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık.
(Hicr; 74) O kentin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık."
Yerin üstünün altına getirildiği"ni anlatan bu ifadelerin, Hicr Sûresinin 73. Âyetinde geçen Sonra, şafakla birlikte çığlık/uğultu onları yakalayıverdi ifadesi ile birlikte düşünülmesi hâlinde, Âyetlerde anlatılanın bir volkan patlaması ve onunla eşzamanlı bir deprem olduğu kanaati oluşmaktadır. Nitekim Hud Sûresinin 82. Âyetinde منضود - mendûdin = istiflenmiş sözcüğü ile nitelenen "pişmiş çamurdan yapılan taşlar" ifadesi, âdeta bir yanardağın püskürttüğü lâvların [cüruf] yığınlar oluşturduğunu anlatmaktadır. Şu hâlde, Kur'ân'ın yukarıdaki Âyetlerde siccilden taşlar ifadesini lâv [cüruf] anlamında kullanmasından yola çıkarak siccilden taşlar 'ın bu Âyette de aynı anlamda kullanıldığını çıkarsamak mümkündür. Bu durumda, bir yanardağ ifrazatı olan "siccîl taşları"nın rüzgâr yardımı ile taşınıp şiddetli bir yağmur ile birlikte "Fîl Ashâbı"nın üzerine yağmış olması ihtimal dâhiline girmektedir.
Yukarıdaki hususlar dikkate alınarak 3. ve 4. Âyetleri şu şekilde ifade etmemiz mümkün olmaktadır: Ki [gönderilen öbek öbek bulutlar] onlara lâvlar [cüruf, pişmiş taşlar] ile birlikte büyük taneli, sert yağmur yağdırıyorlardı. Fîl Sûresi 3, 4. Âyetlerine bkz.
Özetle, bu iki Âyetten şu anlaşılmaktadır: Rabbimiz "Fîl Ashâbı"nın üzerine iri taneli, sert yağmur yağdıran bulutlar yollamıştır. Bu bulut, "boran"dır. Kur'ân'daki açıklamalara göre, yağmur ve fırtına Allah'ın ordularındandır. Müminler birçok savaşta bu orduların yardımı ile zafer kazanmışlardır. Boran, olay yerine ulaşırken yol boyunca volkanik dağlardan toparladığı "siccîlden taşları [pişmiş taşları, cürufları]" olay mahallinde yağmuruyla, dolusuyla birlikte "Fîl Ashâbı"nın üzerine yağdırmıştır.
Boran denen afet, yıldırım, çakım, gök gürültüsü, kuvvetli rüzgâr, sağanak hâlinde yağmur veya dolu ile birlikte beliren şiddetli bir atmosfer olayıdır. Genellikle de sıcak ülkelerde görülmektedir.
Görüldüğü gibi, sözcükler bizim verdiğimiz gibi manalandırılırsa, kesinlikle zorlama yorumlara ve tutarsız söylentilere gerek kalmamaktadır. Âyetler ve Sûre gayet net olarak anlaşılmaktadır.
Eski kaynaklarda yer alan bazı açıklamalar ve coğrafî belgeler de bizim verdiğimiz anlamları desteklemektedir. Şöyle ki:
Gerek Hicaz bölgesinin küçük ölçekli haritalarında ve gerekse uzaydan çekilen uydu haritalarında, olayın vuku bulduğu bölgede krater çukurları görülmektedir. Ayrıca olay mahalline yakın yerlerde oluşmuş bu volkanik dağlar ve tepeler bugün de mevcut bulunmaktadır.
İbn-i İshâk'ın Siretü İbn İshâk adlı eserinde belirttiğine göre, "Fîl Olayının meydana geldiği yerde bir süre ot bile yetişmemiştir. Daha sonra da yörenin bitki örtüsü değişmiştir." [19-3]
Şair Eslet oğlu Ebû Kays, bir şiirinde onların üstüne taş yağdığını ve bu taşların onları cüceler gibi ezdiğini anlatır.
Yine Emevîler devrinin şairlerinden olan Ferezdak, Fîl Olayına değinmiş ve "Allah, Kâbe'yi korumak için yağdırdığı taşları Haccac b. Yûsuf'un üzerine de yağdırsın. Bu taşlar Fîli süren Habeşli askerlere değdi ve onları helâk etti" [19-4] şeklinde bir ifade kullanmıştır. Dikkat edilirse, Ferezdak "taş attıkları" şeklinde bir ifade kullanmamış, "taş yağması"ndan bahsetmiştir.
Yine Siretü'n - Nebeviyye 'de yer aldığına göre, bazı şairler ve yazarlar "Fîl Olayı" günü simsiyah bir bulutun yükseldiğini ve bu bulutun Habeşlileri helâk ettiğini yazmışlardır.
Bazı rivayetlerde de, olayın vuku bulduğu yörede o sırada şiddetli bir fırtına ve rüzgâr meydana gelmiş olduğu bildirilmektedir.
5. Böylece onları bir yenik bitki yaprağı gibi kılıverdi.
Âyette geçen عصف - asf kelimesi, ağacın kuru yaprağıdır. Asf kelimesi, Rahmân Sûresinin 12. Âyetinde de kullanılmıştır; ذوالعصفوالرّيحان - zü'l-asfı ve'r-reyhân = yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler. Yaprağın "yenik" diye nitelendirilmesi, onun çürüdüğünü, öğütüldüğünü ifade eder. "Yenik" ifadesiyle böceklerin onu yiyip parçaladığı ya da hayvanların onu yiyip çiğneyip öğüttüğü andaki hali anlatılmaktadır. Bu ifade, boranla yağan taşların onların bedenlerini nasıl paramparça ettiklerini somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bizce bu anlatımın "Fîl Ashâbının çiçek veya kızamık hastalıkları ile helâk edilirkenki hâllerinin tasviridir" şeklinde yorumlanmasına, Âyet dizimlerinin farklılaştırılmasına, anlatılanların müteşâbihliğine hükmedilmesine, kısacası bu Sûrenin bu gün için anlaşılamayacağı görüşünün ileri sürülmesine hiçbir gerek yoktur. 1. Âyette yer alan "keyfiyet/nasıllık" belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta ve Sûre en güzel şekilde anlaşılmaktadır.