Evlenirken attığınız adım

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,018
Tepkime puanı
424
islamda evlilik, islamda aile hayatı, dini bakımdan aile, müslümanlıkta aile, islamiyette aile

310mr8.gif



Evlenirken attığınız adım ne kadar büyüktü bilmem? Ne kadar koşmayı istediniz eşinizle?
Yorulunca birbirinize nasıl destek verdiniz? Kim taşıdı diğerini, kim kaldırdı düşeni? İlk adımı birbirinizden mi beklediniz yoksa? Neler düşlediniz bu uzun soluklu maratona başlarken? Hani hep derler ya, “Evlilik aşkı öldürür!” diye. Bu söze ne kadar inanıyorsunuz bilmem. Toplumdaki ailelere bakınca sözlerin beyinlerdeki etkisinin çok fazla olduğu görülüyor, yaşanıyor. Böyle sözlere yenileri ilave edilip değiştirilmedikçe; bizler dünyamızın cenneti yuvalarımızı kurmakta zorlanacak gibiyiz.


Sizin yuvanız cennet gibi mi? Yoksa…

istiyorum ki, yuvaları cennet yapma yolunda adımlar atalım. Ne dersiniz? Evlerimizde yepyeni beyaz sayfalar açmaya, o mutlu ilk adımı yeniden atmaya hazır mısınız? Evliliğe Hazır Olun Evlenmek kolay, sürdürmek zordur. Çaba, gayret, sabır, eğitim ister. Biz ehliyet alırken bile sürücü kursuna gideriz, trafik bilgilerini ezberleriz.
Ama evlenirken… Evlilik nedir? Niçin evleniyoruz? Cevaplarını gerçekten bilmek istiyor muyuz?
Evlilikle ilgili hayaller kuruyor, koltuklara, takılara, çeyizlere milyarlar veriyoruz. Ama “Geçinme Sanatı” ve “Evlilikte Çatışma Çözme Sanatı”, “Mutlu Olma Sanatı” gibi hayatımızı etkileyecek konularda bilgi edinmiyor ve rasgele bir evlilik felsefesi ile evleniyoruz. Bu felsefeyi de zaten bizden önce büyüklerimiz belirliyor.

“Gelinlikle çıktığın bu eve kefenle dönebilirsin!” ya da “Ayrılık --------liktir!” gibi. Şimdi bu felsefe değişti tabiî,

“Sakın çekme, geçinemezsen bırak gel!”, “Gidebileceği yere kadar, ölene kadar değil!” şeklinde..

Boşanma dillerde sakız olmuş.Fedakârlık ve sabır ise unutulan şeyler. Evlilikleri sürdürme çabası yok. Eşler de birbirine güvenmiyor.

Güven olmayınca, saygı ve sevgi dünden terk ediyor yuvaları. “Evlilik Felsefesi” olmadan, eşler ortak bir kültürle, ortak bir hedefe kilitlenmeden mutluluk olmuyor. Evlilik dilinde, kavramları yeniden yorumlamalı aslında.


Ben-sen yerine, biz Kullanma yerine, paylaşım “Taş fırın” ya da “light” yerine, “beyefendi”, “adam gibi adam” olmak (İstanbul beyefendisi) “Bireysel özgürlükçü” bayan yerine, “ailece özgürlüğü benimseyen” hanımefendi olmak Sevgiyi öldüren “emirler” yerine, sevgiye yol açan “ricâlar”…

“Kızdım, içime gömdüm” demek yerine, “açık iletişim” kurmak..“Tekdir (azarlamak)” yerine “takdir” gibi.(Takdir edilen davranış mutlaka tekrar eder.)

Aklınızdan Geçmişin Olumsuz Anılarını Silin Olumlu düşünün güzel anılarınızı hatırlayın. (Yok ki, deyip kötüleri değil.) Evlendiğiniz eşiniz; sizin dünyanız ve âhiretinizdeki yerinizi belirlemede en etkin kişidir. Sizin için çok önemlidir. O, babanızın, annenizin gelini, damadı değil; sizin kaderinizdir.

(Kader deyince insan kendisinin etkisini unutup, boyun eğerek,başkasını suçlamamalı) Sizin eşinizdir, (bu bir.)


Düğün karmaşasında yaşanan artılar eksiler, “şu isteklerim oldu, şunlar olmadı”lar artık bitti.

Bunun suçlusu eşiniz değil. (bu iki.)

Yuvanızda birbiriniz için yaptığınızı düşündüğünüz iyilikler, fedakârlıklar yok. Yapılan fedakarlık “yuvanız” için, yani senin için değil, bizim için. Artık sizi isteyen çok zengin, makam mevki sahibi kişilerin önemi yok. Onlar da yok Evlilik için iki kişi yeterlidir ve o iki kişi sizsiniz. Eşler zihinlerinde binlerce kişiyle evlenirse oturdukları 2 kişilik koltukta, akıllarındaki kişilerle oturmak zorunda kalırlar ve sığamazlar. O ev, o koltuk, onlara dar gelir. Ne demiştik “geçmiş” geçti artık. Şimdi, “şimdi” var.

Ama birçok insan, geçmişin pişmanlıkları, geleceğin endişesi
ile şimdiyi yaşayamadan, çoğu zaman bir gün bile yaşamadan bu hayattan göçüp gidiyor.
(Siz farklı olun, farklı olmaya da kararlı!..)


Farklılıklarınızı Kabul Edin Evliliklerde atılan ilk adım, alınan tembihler (!) çerçevesinde eşimizi,

kendi isteğimiz yönünde, aklımızdaki eş tipine benzetme ve bu uğurda her türlü kabalığı mübah görme eğilimidir. Gelin bir sahne canlandıralım gözümüzde: İki eş, iki eliniz gibi olsun. Ellerinizi yan yana koyun. Üstüne yuvanız olan evi temsilen de bir kitap koyun. Sağlamca duruyor değil mi?
Şimdi, eşlerin birbirine benzetme çabasıyla, çatışmadan bıkan eşin, artık otomatik bir makine gibi hissizleşerek eşinin istediği kişi olduğunu düşünelim. O zaman evlilikte iki kişi yoktur. (Zâhirde var, ama gerçekte yoktur.) Tek kişi vardır. Böylece iki elinizi üst üste koyun ve evinizi simgeleyen
kitabı üstüne koyun. Eski sağlamlığında mı? Hele buna bir de zaman zaman zorunlu boyun eğişteki tepkileri koyarsak, sarsıntı şok bir depreme dönüşmez mi? Yıkılmaz mı yuva? Her insan kendisidir. Parmak izi gibi eşsizdir. Onu tanımak ve farklılıkları olduğu gibi kabul etmek gerekir. İletişimde bir ilke vardır, bu bizim de dilimizde olmalı: “Ben, sen değilim, Sen de, ben değilsin, Ben senin gibi olmak için gelmedim bu dünyaya, Sen de benim gibi olmak için gelmedin bu dünyaya”
Bu eşlerin birbirine isyanı değildir. Bencillik de değildir.

Ancak farklılıklar güç katar, renk katar hayata.
Nasıl ki, her yörenin bir mutfağı olması, ülkemiz için zenginlikse;
İslâmî çizgideki her farklı adım da güzelliktir.
Mesela Kâbe’ye yönelerek namaz kılan insanları düşünelim.
Bazıları yan yana, ama karşı karşıya gibidirler.
Bunlar, görüntüde karşı gibi ama nasıl aynı amaca hizmette iseler,
kadın ve erkekler de farklılıkları ile hayatı zenginleştirirler.
Birbirinin üstünü değildirler. Hiçbir insan, hayata cinsiyeti
gereği üstün başlamaz.
Hepsi aynı temizliği, aynı potansiyeli taşırlar.
Kadın ve erkekler psikolojileri gereği, hayata birbirlerinden farklı bakarlar.
Bu farklılıkları bilmek çatışmaları çözmede ilk adımdır. Nedir bu farklılıklar
şöyle bir bakalım:


a) Erkekler genellikle sonuca odaklanırlar. Kadınlar, sonuçla birlikte,

sonuca giden yoldakilere de
Mesela: Olay, yemek yemekse; erkekler, yemeğin hemen
sofraya konmasına;
hanımlarsa masanın örtüsüne, takım olan çatal kaşığa,
günlük yemek takımının konmasına uğraşır. Beyler bu durumda hanımları
tembellikle suçlamaya başlar. Tabiî ki karşı atak, her evde değişebilir.
Yani hanımların ince ruhu, erkekler tarafından gereksiz
teferruat olarak anlaşılmamalı.
Tabiî hanımlar da erkeklerin kestirmeden sonuç istediğini
unutmamalı, tedbir almalı.

b) Hanımlar bir anda birden çok işe odaklanabilirler.

Erkekler ise odaklandıkları işi daha iyi yapma gayretiyle,
çoğunlukla başka bir işle ilgilenmezler.
Hanımlar hem konuşup, hem örgü örebilir, hem de elleriyle
çevreye müdahale edebilirken Erkekler yalnız bir işe; çok iyi odaklanırlar.
Bu yüzden araba kullanırken, TV seyrederken hanımı dinleyemeyebilir.
Sadece sonunda baş sallayıp, “ne demiştin” diye tekrarlatabilirler.
Hanım da bir söylediğini 3-4 kez tekrarladığında, önemsenmediğini
düşünebilir.
Bu yaratılışın gerçeği, kendinizi üzmeyin, eşiniz tv seyrederken,
kitap, gazete okurken, bilgisayar başındayken ona müdahale etmeyin.
Odak noktasını kendinize çevirin.

c) Kadın ve erkeklerin stres tepkileri birbirinden farklıdır.

Kadınlar strese girince konuşur. Erkekler strese girince susar.
Ayrıca, kadınların günlük konuşma ihtiyacı günde 24 bin kelime,
erkeklerinki ise 12 bin kelimedir.
Erkekler çalışıyorsa, genelde bu sermayelerinin tamamını ya da
10 binini kullanıyor.
Kadınlar çalışıyor, toplantılara günlere gidiyorsa bile,
24 bin kelimenin ancak 12 - 18 binini kullanıyor.
Geriye akşam evde paylaşılması gereken; erkek için 2 bin,
kadın için 12 bin kelime kalıyor? Bu durumda,
uyuklayan erkeklerin başında konuşan hanımların olması
ya da telefon faturalarının yüksek gelmesi tabiî değil mi?
Konuşmak gerçekten bir ihtiyaçtır.
Dinlenilmek, önemsenmek de her insanın vazgeçilmez ihtiyacıdır.
Dinlediğiniz, duygularını hissettiğiniz insanın varlığını kabul edersiniz,
sesini duyduğunuzun değil Hanımlar konuşurken, akıl almak ister,
ama çözüm için emirler duymak istemez. Konuşarak rahatlar.
“Sen daha iyi bilirsin” cümlesini eşinden eleştirisiz,
îmâsız bir ses tonuyla duymak ister.
Erkeklerse genelde problemlerini çözene kadar susarlar,
içlerine kapanırlar.
Hanımın yardım isteğini reddederler. Kendileri çözüm üretmek isterler.
Hanım bu reddedilişi, uzaklaşmayı, kişiliğine bir haksızlık olarak algılar
ve üzülüp eşinin üstüne daha çok gider.
Oysa düşünün gerilen bir lastik nasıl geri dönüyorsa, bu geçici
durum da biter.
Siz üstüne giderek bitiş sürecini uzatmış olursunuz.
Beyler de hanımının yardım isteğini anlayışla karşılamalı,
reddecekse bile nazikçe yapmalı ki, karşılıklı incinmeler yaşanmasın.
Biz birlikteyiz, ama farklı yaratılışlardayız, bu unutulmamalı.
Herkes karşısındaki eşini kendisi gibi biliyor.
Ama karşımızdakinin nasıl olduğu daha önemli.
Çünkü herkes kendine ait bir dille kendisine ulaşılmasını istiyor.
Erkekçe ve kadınca..
Bu iki dili de gerektiği yerde, muhatabımız için kullanmalıyız.
Kadına hitaben kadınca,
Erkeğe hitaben erkekçe,
Tıpkı Kur’ân’ın dili gibi.

Sorunlara Eşinizle Birlikte Ortak Çözüm Bulun

Millet olarak herkesin sorununa, devlet politikalarına,
her yere rahatça burnumuzu sokup çözüm teklifleri geliştiririz.
Ne var ki, kendi problemlerimizi çözme konusunda böyle bir
hassasiyet gösteremeyiz.
Biz çözümün parçası olmayınca; çevredeki bütün akraba ve komşular,
arkadaşlar bizim yerimize söz sahibi olur.
Oysa Nasrettin Hoca’nın baklava örneği ne güzeldir.
Sorun bizimse size ne, sizinse bana ne. (Duyarsızlığı kasdetmiyorum.
Aile problemlerini kastediyorum. Müminler birbirinin kardeşidir elbette.)
Sorunlar karşısında eşler tek vücut olmalı.
Tartışmalar, aileyi yıkmaz. Aileyi yıkan herkesin sorunu konuşmadan
içine atmasıdır.
Çünkü içe atılan sorunlar içimizde “pimi çekilmiş bomba”
gibi bir zaman gelir patlar.
Bunun yerine çözmek, konuşmak en doğrusudur.
Çiftler birlikte gelişmeli ve değişmelidir. Biri kendisini geliştirip,
diğeri aynı kalınca, ailenin atmosferi de değişir.
Bu konuya özellikle hanımlar dikkat etmelidir.
Çocuklarla, evle ilgilenip, kendimizi onlara adarken gelişen,
değişen eşlerimize çoğu zaman yetişemiyoruz.
Hiç kimse bizden “saçımızı süpürge etmemizi” istemiyor.
Bunu önemsemiyor. Ama kendimizi geliştirmek, her zaman önemlidir.
Sonra birden kendisini “evin ve eşinin annesi” gibi bulan hanım,
eşinin “anne beni eversene” isteğine muhatap oluveriyor.
Çok şahit olduğum bu manzaraların bitmesi gerektiğine inanıyorum.
Eşinizin gizli özelliklerini paylaşmanız eşsiz bir hazineye
sahip olmanız demektir.


Ailece Değişik Faaliyetler Yapın

Aile bağlarını güçlendiren faaliyetlere (bayramlar, tatiller,
aile yemekleri gibi) önem verin.
Aile toplantıları tüm ailenizin, konuşabilen en küçüğünün bile,
mutlu olduğu anlar olarak hafızanızda kalsın.
Eğitimde kalıcılık, ancak duygulara hitap edildiğinde sağlanabilir.
Eğer yuvanızda huzur ve mutluluk varsa, yüzlerde tebessüm.
Dillerde takdirler, tatlı sevgi nağmeleri varsa,
Sevgi, saygı, güven, mutluluk o yuvada çoktan yerini almıştır.
Gülden terazi kurulur
Gül, gül ile tartılır..
Gül yüzle, gül kokulu cennet bahçesi yuvalar,
Mutluluğa geleceğe cennete umut kapısı açar.

310mr8.gif

 

Turab

Teknik Ekip
Yönetici
Admin
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
7,018
Tepkime puanı
424
islami evlilik

islami evlilik, evlenirken hayal kurma, islami evlilik hakkında, islami evlilik nasıl olmalı, dinde evlilik, evlilik ve müslüman

islamievlilik.jpg




Çocuklar, bilhassa kız çocukları, küçücük yaşlarından itibaren güzel bir günün hayaliyle büyürler: Evlenecekleri günün!.. Kızlar, beyaz atlı prenslerini beklerken, erkekler de masallar ülkesindeki kralın güzel kızına kavuşmak için gün sayarlar. Her iki taraf da, en güzel, en mesut, en özgür günleri geçirmek için, o anlamlı günün gelmesini iple çekerler.


Gel zaman git zaman büyürler, olgunlaşırlar ve nihayet kızların kapılarına gelip gidenler artmaya başlar. “Bu mu olsun, daha iyisi, daha güzeli, daha zengini gelir mi?” düşüncesiyle gelip gidenlere alıcı gözüyle bakılır, nihayet birine karar kılınır. Bu süreç, bazen isteyerek, bazen ise âile baskısıyla neticelenir. İşte asıl kızılca kıyamet bundan sonra başlar.


Hayaller âleminde, bulutlar ülkesinde, masallar diyarında gezen gelin ve damat, kendilerini bir anda hayatın gerçekleri ile yüzleşir vaziyette bulur. Bir taraftan iki ayrı dünyanın insanı, bir çatı altında birbirini anlamak, ortak bir dil bulmak, birlikte hayatı tanımak zorunda kalmıştır. Diğer taraftan geçim şartları, sorumluluklar, haklar, vazifeler, ev işi, gelen-giden, komşu, akraba, kayınpeder-kayınvâlide, görümce, bacanak… Derken doğan çocuklar, onların ihtiyaçları, beklentileri, okulu, hastalığı, yemesi-içmesi… Hayat, devam edip gitmektedir.


Her iki taraf da, çok hazır olmadıkları bir curcunanın içinde bulmuştur kendini… Sonra hayıflanmalar, eskiye özlemler, homurdanmalar, -iş, daha da kötüye giderse- bağırmalar, çağırmalar, suçlamalar… Ve acı son!..


Aslında böyle mi olmalıdır?
Filmi tekrar başa saracak olursak…
Çocuklar, âile içinde “büyük”lerinin nasıl yaşadığını görerek “hayatın gerçekleri”nden hiç kopmasalar… Anne ve babalar, çocuklarını, ucundan kenarından işlerinin içine çekerek hem insanı, hem âileyi, hem iş hayatını ufak ufak öğretseler… Sonra evlilik günleri yaklaştıkça, bir “âile”nin ne demek olduğunu, iki tarafın birbirine karşı hak ve sorumluluklarını yavaş yavaş hissettirseler…


Daha da ötesinde çocuklarına sabrı, kanaati, anlayışı, konuşmayı, dinlemeyi, insanlarla geçimli olmayı, gerektiğinde alttan almayı, çocuk yetiştirmeyi, evdeki eşyaları tasarruflu kullanmayı, taştan su çıkarmayı, hâlinden râzı olmayı öğretseler…


Çocuklar, hayallerinde tozpembe bir dünya kurmadan kendilerine; anne ve babalar, onlara, kendilerini bekleyen riskleri, tehlikeleri, engelleri fark ettirseler…
* * *
Evet, günümüzde birçok anne-baba, evlatlarının rahat etmesini istiyor:
“–Aman evladımın eli sıcak sudan soğuk suya deymesin.”


“–Ben çalışayım, onlar dinlensin!” diyor ve onları, ev işlerinden, hayatın gerçek yüzünden yavaş yavaş uzaklaştırıyor.


Daha sonra evlilikle ilgili nasihatlere sıra geliyor:
“–Aman kızım, sakın kendini ezdirme, altta kalma!.. Bak, ben biraz alttan aldım, üstüme hücum ettiler. Sakın sen benim düştüğüm durumlara düşme!.. Eğer o adam, seni üzecek olursa, hiç arkana bakma, kapımız her zaman açık, buyur gel!”


Ya da erkeklere hitapla:
“–Aman bırak bu huysuzu!.. Başka kız mı yok?!”


“–Sen niye evlendin ki!.. Zaten erkeğin elinin kiri değil mi? Niye böyle bir yükün altına girdin?! Evlilikmiş, çocukmuş, sen hayatını yaşamaya bak!.. Boş ver bu meşakkatli işleri!..”


Acaba gerçekten bu ve benzeri şefkat dolu (!) nasihatler, evliliği kolaylaştırıyor mu, yoksa zorlaştırıyor mu? En küçük bir kötü söz veya kötü muâmeleye mâruz kalan kadınlar ya da erkekler, evi terk ettiklerinde daha mı mutlu oluyorlar? Varsa çocukları, annesiz ve babasız kendilerini daha özgür, daha başarılı, daha özgüvene sahip mi hissediyor?


Tamam, belki eskilerin “Kan yutsan kızılcık şerbeti diyeceksin!”, “Kol kırılır yen içinde kalır.” ya da “Kız, evinden çıktıktan sonra bir daha evine ancak ziyaret için gelebilir.” düşünceleri, günümüzde pek de kabul görmüyor. Bu düşüncelerin, kadınları ezdiğini, onları çıkmaza soktuğunu, her türlü zulme revâ hâle getirdiğini söyleyenler yok değil!..


Peki, bu iki uç nokta arasında bir yol yok mu? Erkeklerin âileyi çekip çevirdiği, vazife ve sorumluluklarının farkında olduğu, iki tarafın da ezilmediği, birbirini ezmeye/kendi kudretini göstermeye çalışmadığı “nebevî nûrdan beslenen bir yuva” yok mu? Olamaz mı? Yani illâ bir tarafın diğerine zorba bir tahakküm kurması, dişini göstermesi mi gerekiyor?
Açıkçası ne hayallerin gerçek dünya ile bir alâkası var, ne de sadece eskinin yerleşmiş hüküm ve alışkanlıkları her türlü meseleyi çözebilecek durumda…


Günümüzde, bence, Peygamber Efendimizin âile hayatını anlamamız ve yaşamamız gerekli… Erkek ve kadının, kendi fıtratına uygun, sınırlarını bilen, edeb ve nezâketle karşı tarafın hukukunu gözettiği bir âile yuvası… Hayatın bütün zorluklarını mümkün mertebe birlikte göğüsleyen… Birbirine sahip çıkan, seven, koruyan… Birbiriyle istişâre eden, çözümü birlikte arayan… Savaşta da, barışta da, iyi günde de, kötü günde de bağlılık, sadâkat ve muhabbetini unutmayan bir âile yuvası kurmalıyız. Eğer varsa, böyle yuvaları çoğaltmalıyız, vesselâm…


Alıntıdır...
 
Üst Alt