- Katılım
- 2 Eylül 2011
- Mesajlar
- 3,869
- Tepkime puanı
- 37
Erzincan terzi baba
Erzincan’da yetişen, bir büyük evliyâdır,
Ledünnî ilimlerde, o, geniş bir deryâdır.
Anne ve babasının, isteği üzerine,
Küçükten başlamıştı, terzilik mesleğine.
Dünyâya zerre kadar, hiç etmezdi muhabbet,
Âhiret ahvâline, ediyordu hep rağbet.
Her iğne batırışta, zikrederdi Rabbini,
Zîrâ Allah sevgisi, doldurmuştu kalbini.
İğneyi çekerken de, Allah derdi o yine,
Zîrâ O’ndan gayrisi, hiç gelmezdi kalbine.
Halîm ve selîm olup, mütevâzi idi pek,
Hâlini, insanlardan, gizler idi Mübârek.
Fakîrleri çok sever, bunu belli ederdi,
Onlar ile oturmak, çok hoşuna giderdi.
Bir fakîr seyyah geldi, Erzincan’a bir zaman,
Üstündeki paltosu, görünmezdi yamadan.
Kirli ve yırtık idi, sökülmüştü her yeri,
Onu diktirmek için, gezdi hep terzileri.
Ve lâkin hiç birisi, dikmedi paltosunu,
Hattâ eline bile, almadı kimse onu.
O zavallı fakîre, hiç kıymet vermiyerek,
Savdılar başlarından, istihzâ eyleyerek.
Dediler ki: “Şurada, git bul Terzi Baba’yı,
O diker üstündeki, bu pejmürde abayı,
Böyle âdi işleri, vaktimiz yok yapmaya,
Götür bunu, o yapsın, gelme artık buraya.”
Zavallı fakîr yolcu, buldu Terzi Baba’yı,
Dedi: “Diker misiniz, üstümdeki abayı?”
Buyurdu ki: “Tabiî, bırak onu sen bana,
İnşallah hemen başlar, bitiririm yarına.”
Aldı onu, yıkadı, temizledi ilk önce,
Söküklerini dikip, tâmir etti güzelce.
Ertesi gün o fakîr, geldiğinde dükkâna,
“Paltonuz hazır” deyip, kalktı ve verdi ona.
Lâkin öyle bir hâle, getirmişti ki onu,
Fakîr tanıyamadı, kendinin paltosunu.
Zîrâ baktı, yıkanmış, temizlenmiş, dikilmiş,
Yepyeni gördü onu, sanki hiç giyilmemiş.
Çok sevinip şükretti, Allahü teâlâya,
“Borcum ne kadar?” diye, sordu Terzi Baba’ya.
Buyurdu ki: “Borcun yok, âfiyetle giy onu,
Zîrâ ben, Allah için, diktim senin paltonu.”
Fakîr açtı elini, dedi ki: “Yâ İlâhî!
Evliyâ kullarından, eyle sen, bunu dahî.”
O günlerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de,
Talebesinden olan, Abdullah-ı Mekkî’ye,
Bir icâzet vererek, demişti ki kendine:
“Sen de bu emâneti, verirsin bir ehline.”
Gönderdi sonra onu, hemen Anadolu’ya,
Ki aldığı feyzleri, saçıversin oraya.
Buyurdu: “Oralarda, bulunca bir ehlini,
O nasipli kimseye, ver bu emânetini.”
“Peki efendim!” deyip, bir grup insanlarla
Anadolu’ya doğru, Bağdat’tan çıktı yola.
Mesâfeler katedip, Erzurum’a geldiler,
Oradan da Erzincan, şehrine yöneldiler.
Erzincan sınırına, yaklaşınca mübârek,
Bir an yoldaşlarına, yüzünü döndürerek,
Dedi ki: “Hocamızdan, aldığım emâneti,
Vereceğim o şahsın, yakındır vilâyeti.
Zîrâ bana bir koku, geliyor ki bu yerde,
O zât, bu yakınlarda, bir yerdedir belki de.”
Erzincan sınırına, doğru ilerledikçe,
O kokunun şiddeti, artıyordu gittikçe.
Ne zaman ki az sonra, Erzincan’a geldiler,
Gökyüzünden o yere, nûr yağıyor gördüler.
Hem Abdullah-ı Mekki, hem dahî diğerleri,
Gördüler gökten inen, o nûr-u illâhîyi.
“Aradığım şehir, burasıdır” diyerek,
Kenar bir mahâllede, ikâmet eylediler.
Onlar teşrîf edince, bu beldeye nihâyet,
İnsanlar akın akın, eylediler ziyâret.
Her gelen hayran kaldı, onun sohbetlerine,
Ziyâretçi sayısı, çoğaldı günden güne.
Lâkin o, gelenlere, tek tek dikkat ederek,
Birini arıyordu, emâneti verecek.
Nihâyet Terzi Baba, teşrîf etti oraya.
O içeri girince, hemen kalktı ayağa.
Çağırıp, tam yanında, oturttu kendisini.
Şaşırttı bu iltifat, cemâatin hepsini.
Ona olan ilgiden, hayrete düştüler hep,
Dediler: “Bir terziye, bu iltifat ne acep?”
Lâkin o, görüyordu, onun temiz kalbini,
Zîrâ erbâbı anlar, mücevherin kadrini.
Sonra Terzi Baba’ya, buyurdu ki: “Kardeşim!
Bende bir emânet var, hocamdan almış idim.
Seni lâyık görürüm, emâneti vermeye,
Sen buna müstehaksın, vermem onu gayriye,
Bu, sana çok menfaat, çok nîmet sağlayacak,
İnsanlar akın akın, sana doğru koşacak.
Bunun için sâdece, sen Allah diyeceksin,
Onun karşılığında, çok şeye ereceksin.”
Dedi ki: “Ey efendim, nedir aslı bu işin?
Ben aslâ Allah demem, dünyalık bir şey için.”
Buyurdu ki: “Kardeşim, bu sözün ne güzeldir,
Benim dahî murâdım, bunu temin etmektir.
Benim bu teklîfime, evet dersen sen hemen,
Dünyâ muhabbetinden, kurtulursun tamâmen.
Bu, öyle bir nîmet ki, benzeri yoktur daha,
Dünyâdan uzaklaşıp, yaklaşırsın Allah’a.
Sen bu güzel sözünle, isbat ettin kendini.
Mübârek olsun sana, uzat şimdi elini.”
Sonra bir himmet ile, baktı Terzi Baba’ya,
Yükseltti tasavvufta, çok yüksek bir noktaya.
Değişti, olgunlaştı, o anda birden bire,
Kavuştu çok kıymetli, mânevî nîmetlere.
Abdullah-ı Mekkî’nin, bir himmetli nazarı,
Bir anda yükseklere, çekti o bahtiyârı.
Birkaç gün daha kalıp, yanında, en nihâyet,
Verdi Terzi Baba’ya, o gün mutlak icâzet.
O günden îtibâren, girdi başka bir hâle,
Zîrâ o, tasavvufta, ermişti tam kemâle.
Mânevî ilimlerin, deryâsına dalmıştı,
Artık o, büyük âlim, yüksek velî olmuştu.
Her konuştuğu hikmet, ibretti her bakışı,
Değişmişti bir anda, onun hayat akışı.
İnsanlar da bu hâli, başladı fark etmeye,
Gelmeye başladılar, ondan istifadeye.
Sohbetini dinleyen, kendinden geçiyordu,
Bu dünyâdan soğuyup, Hakk’a yaklaşıyordu.
Gelen hayran olurdu, onun yüksek hâline,
Zîrâ nûr saçıyordu, o herkesin kalbine.
Ziyâretçi sayısı, gün be gün artıyordu,
Bâzıları bu işe, mânâ veremiyordu,
Hakkında dedi-kodu, başladı en nihâyet,
Zîrâ kötü insanlar, eksik değildi elbet.
Derlerdi: “Bildiğimiz, şu câhil Terzi Baba,
Halk niçin akın akın, ona gider acabâ?”
Önce, yalnız câhiller, söylerdi böyle, ancak,
Sonra okumuşlar da, etti buna iştirak.
Bâzı ilim ehli de, katılınca onlara,
Erzincan’ın müftisi, şöyle dedi o ara:
“İmtihana çekelim, çağırarak kendini,
Cevap veremeyince, o da bilsin haddini.
Deriz ki: “Terzi Baba, habersizdir ilimden,
Gitmesin kimse ona, bu günden îtibâren”
Dâvetiye gönderdi, sonra Terzi Baba’ya;
“Filan gün, filan sâat, lütfen gelin buraya!”
O imtihan günü de, gelmiş idi nihâyet,
Terzi Baba dâvete, etti o gün icâbet.
Gördü ki Erzincan’da, ne kadar hoca, hâfız,
Kim varsa din adamı, müezzin, imâm, vâiz.
Toplanmışlar bir yere, bu zevâtın cümlesi,
Teşekkül ettirmişler, bir imtihan meclisi.
İçeri girer girmez, sual etti müftîye:
“Beni, ne maksat ile, dâvet ettiniz?” diye.
Dedi: “Seni buraya, çağırdık imtihana,
Bâzı dînî suâller, soracağız biz sana.”
Sordu Terzi Baba’ya, fıkıhtan birkaç suâl,
Lâkin o, doyurucu, cevaplar verdi derhâl.
Gâyeleri zor sorup, susturmaktı kendini.
O ise cevap verip, mahcup etti hepsini.
Son olarak sordu ki: “Peki ey Terzi Baba!
Sıfât-ı sübûtiyye, kaç tanedir acaba?”
Buyurdu ki: “Sekizdir, sıfât-ı sübûtiyye,
Ve lâkin size göre, sanki inmiş yediye.
Hayat, ilim, irâdet, kelâm, tekvîn, sem’, basar
Sıfat-ı sübûtiyye, size göre bu kadar.”
Şaşırdı müfti birden, dedi: “Ey Terzi Baba!
Ne demek istiyorsun, bu sözünle acaba?”
Buyurdu ki: “Ey müftî, sözüm açıktır gâyet,
Sıfât-ı sübûtiyye, sekizdir hepsi elbet,
Lâkin bu, Erzincan’da, sanki inmiş yediye
Yok mudur size göre, kudret-i ilâhiyye?
Mâlesef Erzincan’da, yaşayan bu ahâli,
İnkâr mı ederler ki, kudret-i ilâhîyi.
Allah’ın kudretine, inansalardı eğer,
Bu dedi-kodulara, vermezlerdi bir değer.
Derlerdi ki, “Bu terzi, ümmîdir gerçi, fakat,
Onu âlim yapmaya, kâdirdir cenâb-ı Hak.
Zîrâ her an, her şeye, kâdirdir Hak teâlâ,
Bir ümmîyi, bir anda, yapabilir evliyâ.”
Böyle bilseler idi, Allahü teâlâyı,
İmtihan etmezlerdi, şimdi Terzi Baba’yı.”
Mahcup oldu bu sefer, müftî ile o hey’et,
Dediler ki: “Siz büyük, bir velîsiniz elbet.”
Ellerine kapanıp, özürler dilediler,
“Bilmeden sizi üzdük, bizi affet” dediler.
O, Erzincan halkını, yıllarca etti tenvîr,
Kararmış gönüllere, verdi çok feyiz ve nûr
Bin sekiz yüz kırk yedi, yılında bu velî zât,
Yine bu memlekette, eyledi Hakk’a vuslat.
Hayattayken feyz ve nûr, saçıyorken kalbinden,
Şimdi aynı feyzleri, saçmaktadır kabrinden.
Erzincan halkı onun, kıymetini bilirler,
Onu her vesîleyle, ziyârete giderler.
Zîrâ o, o beldenin, feyz ve bereketidir,
Onun vesîlesiyle, çok murâda erilir.
Erzincan, onun ile, olmaktadır Erzincan,
Zîrâ onunla gelir, bu beldeye rûh ve can.
Yâ Rab, Terzi Baba’nın, hatır ve hürmetine,
Rahmet eyle bizlere ve hemşehrilerine
Erzincan’da yetişen, bir büyük evliyâdır,
Ledünnî ilimlerde, o, geniş bir deryâdır.
Anne ve babasının, isteği üzerine,
Küçükten başlamıştı, terzilik mesleğine.
Dünyâya zerre kadar, hiç etmezdi muhabbet,
Âhiret ahvâline, ediyordu hep rağbet.
Her iğne batırışta, zikrederdi Rabbini,
Zîrâ Allah sevgisi, doldurmuştu kalbini.
İğneyi çekerken de, Allah derdi o yine,
Zîrâ O’ndan gayrisi, hiç gelmezdi kalbine.
Halîm ve selîm olup, mütevâzi idi pek,
Hâlini, insanlardan, gizler idi Mübârek.
Fakîrleri çok sever, bunu belli ederdi,
Onlar ile oturmak, çok hoşuna giderdi.
Bir fakîr seyyah geldi, Erzincan’a bir zaman,
Üstündeki paltosu, görünmezdi yamadan.
Kirli ve yırtık idi, sökülmüştü her yeri,
Onu diktirmek için, gezdi hep terzileri.
Ve lâkin hiç birisi, dikmedi paltosunu,
Hattâ eline bile, almadı kimse onu.
O zavallı fakîre, hiç kıymet vermiyerek,
Savdılar başlarından, istihzâ eyleyerek.
Dediler ki: “Şurada, git bul Terzi Baba’yı,
O diker üstündeki, bu pejmürde abayı,
Böyle âdi işleri, vaktimiz yok yapmaya,
Götür bunu, o yapsın, gelme artık buraya.”
Zavallı fakîr yolcu, buldu Terzi Baba’yı,
Dedi: “Diker misiniz, üstümdeki abayı?”
Buyurdu ki: “Tabiî, bırak onu sen bana,
İnşallah hemen başlar, bitiririm yarına.”
Aldı onu, yıkadı, temizledi ilk önce,
Söküklerini dikip, tâmir etti güzelce.
Ertesi gün o fakîr, geldiğinde dükkâna,
“Paltonuz hazır” deyip, kalktı ve verdi ona.
Lâkin öyle bir hâle, getirmişti ki onu,
Fakîr tanıyamadı, kendinin paltosunu.
Zîrâ baktı, yıkanmış, temizlenmiş, dikilmiş,
Yepyeni gördü onu, sanki hiç giyilmemiş.
Çok sevinip şükretti, Allahü teâlâya,
“Borcum ne kadar?” diye, sordu Terzi Baba’ya.
Buyurdu ki: “Borcun yok, âfiyetle giy onu,
Zîrâ ben, Allah için, diktim senin paltonu.”
Fakîr açtı elini, dedi ki: “Yâ İlâhî!
Evliyâ kullarından, eyle sen, bunu dahî.”
O günlerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de,
Talebesinden olan, Abdullah-ı Mekkî’ye,
Bir icâzet vererek, demişti ki kendine:
“Sen de bu emâneti, verirsin bir ehline.”
Gönderdi sonra onu, hemen Anadolu’ya,
Ki aldığı feyzleri, saçıversin oraya.
Buyurdu: “Oralarda, bulunca bir ehlini,
O nasipli kimseye, ver bu emânetini.”
“Peki efendim!” deyip, bir grup insanlarla
Anadolu’ya doğru, Bağdat’tan çıktı yola.
Mesâfeler katedip, Erzurum’a geldiler,
Oradan da Erzincan, şehrine yöneldiler.
Erzincan sınırına, yaklaşınca mübârek,
Bir an yoldaşlarına, yüzünü döndürerek,
Dedi ki: “Hocamızdan, aldığım emâneti,
Vereceğim o şahsın, yakındır vilâyeti.
Zîrâ bana bir koku, geliyor ki bu yerde,
O zât, bu yakınlarda, bir yerdedir belki de.”
Erzincan sınırına, doğru ilerledikçe,
O kokunun şiddeti, artıyordu gittikçe.
Ne zaman ki az sonra, Erzincan’a geldiler,
Gökyüzünden o yere, nûr yağıyor gördüler.
Hem Abdullah-ı Mekki, hem dahî diğerleri,
Gördüler gökten inen, o nûr-u illâhîyi.
“Aradığım şehir, burasıdır” diyerek,
Kenar bir mahâllede, ikâmet eylediler.
Onlar teşrîf edince, bu beldeye nihâyet,
İnsanlar akın akın, eylediler ziyâret.
Her gelen hayran kaldı, onun sohbetlerine,
Ziyâretçi sayısı, çoğaldı günden güne.
Lâkin o, gelenlere, tek tek dikkat ederek,
Birini arıyordu, emâneti verecek.
Nihâyet Terzi Baba, teşrîf etti oraya.
O içeri girince, hemen kalktı ayağa.
Çağırıp, tam yanında, oturttu kendisini.
Şaşırttı bu iltifat, cemâatin hepsini.
Ona olan ilgiden, hayrete düştüler hep,
Dediler: “Bir terziye, bu iltifat ne acep?”
Lâkin o, görüyordu, onun temiz kalbini,
Zîrâ erbâbı anlar, mücevherin kadrini.
Sonra Terzi Baba’ya, buyurdu ki: “Kardeşim!
Bende bir emânet var, hocamdan almış idim.
Seni lâyık görürüm, emâneti vermeye,
Sen buna müstehaksın, vermem onu gayriye,
Bu, sana çok menfaat, çok nîmet sağlayacak,
İnsanlar akın akın, sana doğru koşacak.
Bunun için sâdece, sen Allah diyeceksin,
Onun karşılığında, çok şeye ereceksin.”
Dedi ki: “Ey efendim, nedir aslı bu işin?
Ben aslâ Allah demem, dünyalık bir şey için.”
Buyurdu ki: “Kardeşim, bu sözün ne güzeldir,
Benim dahî murâdım, bunu temin etmektir.
Benim bu teklîfime, evet dersen sen hemen,
Dünyâ muhabbetinden, kurtulursun tamâmen.
Bu, öyle bir nîmet ki, benzeri yoktur daha,
Dünyâdan uzaklaşıp, yaklaşırsın Allah’a.
Sen bu güzel sözünle, isbat ettin kendini.
Mübârek olsun sana, uzat şimdi elini.”
Sonra bir himmet ile, baktı Terzi Baba’ya,
Yükseltti tasavvufta, çok yüksek bir noktaya.
Değişti, olgunlaştı, o anda birden bire,
Kavuştu çok kıymetli, mânevî nîmetlere.
Abdullah-ı Mekkî’nin, bir himmetli nazarı,
Bir anda yükseklere, çekti o bahtiyârı.
Birkaç gün daha kalıp, yanında, en nihâyet,
Verdi Terzi Baba’ya, o gün mutlak icâzet.
O günden îtibâren, girdi başka bir hâle,
Zîrâ o, tasavvufta, ermişti tam kemâle.
Mânevî ilimlerin, deryâsına dalmıştı,
Artık o, büyük âlim, yüksek velî olmuştu.
Her konuştuğu hikmet, ibretti her bakışı,
Değişmişti bir anda, onun hayat akışı.
İnsanlar da bu hâli, başladı fark etmeye,
Gelmeye başladılar, ondan istifadeye.
Sohbetini dinleyen, kendinden geçiyordu,
Bu dünyâdan soğuyup, Hakk’a yaklaşıyordu.
Gelen hayran olurdu, onun yüksek hâline,
Zîrâ nûr saçıyordu, o herkesin kalbine.
Ziyâretçi sayısı, gün be gün artıyordu,
Bâzıları bu işe, mânâ veremiyordu,
Hakkında dedi-kodu, başladı en nihâyet,
Zîrâ kötü insanlar, eksik değildi elbet.
Derlerdi: “Bildiğimiz, şu câhil Terzi Baba,
Halk niçin akın akın, ona gider acabâ?”
Önce, yalnız câhiller, söylerdi böyle, ancak,
Sonra okumuşlar da, etti buna iştirak.
Bâzı ilim ehli de, katılınca onlara,
Erzincan’ın müftisi, şöyle dedi o ara:
“İmtihana çekelim, çağırarak kendini,
Cevap veremeyince, o da bilsin haddini.
Deriz ki: “Terzi Baba, habersizdir ilimden,
Gitmesin kimse ona, bu günden îtibâren”
Dâvetiye gönderdi, sonra Terzi Baba’ya;
“Filan gün, filan sâat, lütfen gelin buraya!”
O imtihan günü de, gelmiş idi nihâyet,
Terzi Baba dâvete, etti o gün icâbet.
Gördü ki Erzincan’da, ne kadar hoca, hâfız,
Kim varsa din adamı, müezzin, imâm, vâiz.
Toplanmışlar bir yere, bu zevâtın cümlesi,
Teşekkül ettirmişler, bir imtihan meclisi.
İçeri girer girmez, sual etti müftîye:
“Beni, ne maksat ile, dâvet ettiniz?” diye.
Dedi: “Seni buraya, çağırdık imtihana,
Bâzı dînî suâller, soracağız biz sana.”
Sordu Terzi Baba’ya, fıkıhtan birkaç suâl,
Lâkin o, doyurucu, cevaplar verdi derhâl.
Gâyeleri zor sorup, susturmaktı kendini.
O ise cevap verip, mahcup etti hepsini.
Son olarak sordu ki: “Peki ey Terzi Baba!
Sıfât-ı sübûtiyye, kaç tanedir acaba?”
Buyurdu ki: “Sekizdir, sıfât-ı sübûtiyye,
Ve lâkin size göre, sanki inmiş yediye.
Hayat, ilim, irâdet, kelâm, tekvîn, sem’, basar
Sıfat-ı sübûtiyye, size göre bu kadar.”
Şaşırdı müfti birden, dedi: “Ey Terzi Baba!
Ne demek istiyorsun, bu sözünle acaba?”
Buyurdu ki: “Ey müftî, sözüm açıktır gâyet,
Sıfât-ı sübûtiyye, sekizdir hepsi elbet,
Lâkin bu, Erzincan’da, sanki inmiş yediye
Yok mudur size göre, kudret-i ilâhiyye?
Mâlesef Erzincan’da, yaşayan bu ahâli,
İnkâr mı ederler ki, kudret-i ilâhîyi.
Allah’ın kudretine, inansalardı eğer,
Bu dedi-kodulara, vermezlerdi bir değer.
Derlerdi ki, “Bu terzi, ümmîdir gerçi, fakat,
Onu âlim yapmaya, kâdirdir cenâb-ı Hak.
Zîrâ her an, her şeye, kâdirdir Hak teâlâ,
Bir ümmîyi, bir anda, yapabilir evliyâ.”
Böyle bilseler idi, Allahü teâlâyı,
İmtihan etmezlerdi, şimdi Terzi Baba’yı.”
Mahcup oldu bu sefer, müftî ile o hey’et,
Dediler ki: “Siz büyük, bir velîsiniz elbet.”
Ellerine kapanıp, özürler dilediler,
“Bilmeden sizi üzdük, bizi affet” dediler.
O, Erzincan halkını, yıllarca etti tenvîr,
Kararmış gönüllere, verdi çok feyiz ve nûr
Bin sekiz yüz kırk yedi, yılında bu velî zât,
Yine bu memlekette, eyledi Hakk’a vuslat.
Hayattayken feyz ve nûr, saçıyorken kalbinden,
Şimdi aynı feyzleri, saçmaktadır kabrinden.
Erzincan halkı onun, kıymetini bilirler,
Onu her vesîleyle, ziyârete giderler.
Zîrâ o, o beldenin, feyz ve bereketidir,
Onun vesîlesiyle, çok murâda erilir.
Erzincan, onun ile, olmaktadır Erzincan,
Zîrâ onunla gelir, bu beldeye rûh ve can.
Yâ Rab, Terzi Baba’nın, hatır ve hürmetine,
Rahmet eyle bizlere ve hemşehrilerine