- Katılım
- 23 Nisan 2011
- Mesajlar
- 3,344
- Tepkime puanı
- 25
ANAYASA
Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını: bu organların, kuruluş, teşkilâtlanış ve işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı) altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu belirleyip gösteren temel belge. Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki, bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir. Başka söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilâtını ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve ilkelerin bütünüdür.
Devletin dayandığı temel yasa olarak anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak; korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar. İşte bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet", "sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin yapılmasına imkân verir.
Anayasa Türleri: Aslında anayasaları yapılış şekli, kaynağı, muhtevası, hukuk sistemi içindeki konumu vb. gibi açılardan türlere ayırmak mümkün olabilir. Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde durulması yerinde olur:
Yazısız-Yazılı Anayasalar: Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki yasalardan farklılık gösterdiği görülür. Başka söyleyişle anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına, devletin şekline, özetle bu ve benzer konulara ilişkin kuralların bütünüdür. İşte bu noktada anayasanın öteki yasalardan farklı biçimde olduğu hususu, yani hazırlanma ve değiştirilme usûl ve organlarının farklılığı önem arzetmektedir. Bu bakımdan belli usûl ve organlar tarafından yazılı bir şekilde meydana getirilen anayasaya, yazılı anayasa; buna karşılık anayasaya ilişkin kuralların bu tarzda yazılı olarak değil de, örf ve âdetlere, geleneklere göre oluşturulmasına da "yazısız" (teamülî) anayasa denilir.
Bir milletin toplumsal yaşayışının esası kabul edilecek bir yazılı kurallar bütünü oluşturacak; yöneticilerin seçim, görev ve yetkilerini belirlemek sûretiyle keyfî davranışlarını önleyecek; toplum fertlerinin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak bir düşünce sisteminin meydana getirilmesi insanlık tarihinin önemli bir arayışı olmuştur. Anayasacılık hareketi bu bakımdan üzerinde dikkatle durulan bir gelişmedir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve düşünce tarihi bu konuda son yüzyıllardaki Batı dünyasında ortaya çıkan gelişmeleri odak kabul ettiğinden, bütün değerlendirmeleri de bu bağlamda yapma "alışkanlığından" uzak duramamıştır.
Anayasacılık hareketinin tarihi seyir içinde geçirdiği süreci, bu bakımdan Batı'da son yüzyıllarda kaydedilen gelişmeler ile sınırlandırmak, hakikatin anlaşılmasında yeterli gözükmemektedir. Anayasacılık hareketi bakımından Hz. Peygamber'in, dolayısıyla onun önderliğinde aslî unsurunu müslümanların oluşturduğu temel bir yasaya bağlı bir toplum ve üstün otorite kuruluşunun Medine (Yesrib) de ortaya çıktığı görülmektedir. Gerçekten, Arabistan'ın özel durumu bir tarafta tutulsa bile, Hicret'in gerçekleştiği milâdi yedinci yüzyıla kadar, temel bir yasanın, toplumun ve üstün otoritenin (devletin) belirlenmesi ve kurulmasında benzer bir olaya tarihte rastlamıyoruz. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra gerçekleşen ve Medine'deki "kozmopolit" toplum yapısını bir ümmet ve bir siyasî teşkilât bütünlüğüne kavuşturmasında, çeşitli sosyal grupların "konsensusu"nun sağlanmasında, "sosyal sözleşme" diyebileceğimiz bu esas, temel yasa olmuştur. Muhâcir ve Ensâr gruplarının oluşturduğu müslüman topluluk yanında Yahudiler, Hristiyanlar, hatta putperestler siyasi bir "camia" olma iradelerini bir konsensus şeklinde beyan etmişlerdir. İşte bu konsensusa dayalı "temel esas" denebilir ki, dünya tarihinde ilk yazılı anayasal hareket ve belgedir. Nitekim kırkyedi maddeden oluşan bu anayasal belgenin 1. maddesi, amacı da belirlemektedir:
"Bu kitap (yazı, anayasal belge) Hz. Peygamber Muhammed (s.a.s.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara bağlı olanlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)."
2. Madde devletin insan unsurunu da ihtiva edecek bir tanım yapmaktadır: "işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler." Sonraki maddelerde "ümmeti" oluşturan toplulukların birbirleriyle ilişkilerinde riayet edecekleri esaslar belirlendiği gibi, her topluluğun inançları da gözönünde tutularak hak ve özgürlükleri tesbit edilmiş, sınırları çizilmiştir. Bu anayasal belgenin Anayasa hukuku açısından tahlili, İslâm hukukunun "sosyal sözleşme"ye dayandığı anlamına alınmamalıdır. Unutulmaması gereken husus bu anayasal belgenin düzenlenmesi sırasında İslâm'ın hükümleri Allah tarafından vahyedilmekteydi. Ancak bir müslüman fert ve toplumunun inanç esasları, hayatı düzenleyecek kuralları öz halinde indirilmişti. Dolayısıyla müslüman insan tipi ve topluluğu, şartların oluşmasıyla kurulup düzenlenecek yapının çekirdeğine sahipti. Yani İslâm'ın hukukî özü; siyasî yapılanma formu, ferdî ve sosyal hayatı düzenleme kabiliyet ve esnekliği, müslüman olmayan toplulukların (Yahudiler, Hristiyanlar, Putperestler) şart ve durumları gibi hususlar da dikkate alınarak uygulamaya konulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Râşit halifelerden sonraki dönemlerde, siyasî oluşumlar belli oranda ayrı tutulursa, bu anayasal belgenin ruhu korunmuştur denebilir. Nitekim zımmîlerin hukukî, siyasî ve sosyal statüleri ve bunun uygulanması, İslâm devleti hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe devam etmiştir.
Hz. Peygamber'in önderliğinde hazırlanan bu belge, yeryüzündeki anayasa hareketlerinde olduğu gibi, İslâm hukukunun kaynağı şeklinde değerlendirilmemelidir. Burada çok önemli bir farkın gözden uzak tutulmaması gerekir. Meselâ yeryüzündeki, özellikle Batı'daki anayasaların kaynağını hukukî, siyasî ya da sosyal bir belge oluştururken, İslâm hukuku böyle beşerî bir kaynağa değil, vahye dayalıdır. Böylelikle İslâm hukukunda anayasa meselesi öteki anayasalardan farklı bir değerlendirmeyi zorunlu kılar.
Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını: bu organların, kuruluş, teşkilâtlanış ve işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı) altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu belirleyip gösteren temel belge. Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki, bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir. Başka söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilâtını ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve ilkelerin bütünüdür.
Devletin dayandığı temel yasa olarak anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak; korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar. İşte bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet", "sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin yapılmasına imkân verir.
Anayasa Türleri: Aslında anayasaları yapılış şekli, kaynağı, muhtevası, hukuk sistemi içindeki konumu vb. gibi açılardan türlere ayırmak mümkün olabilir. Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde durulması yerinde olur:
Yazısız-Yazılı Anayasalar: Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki yasalardan farklılık gösterdiği görülür. Başka söyleyişle anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına, devletin şekline, özetle bu ve benzer konulara ilişkin kuralların bütünüdür. İşte bu noktada anayasanın öteki yasalardan farklı biçimde olduğu hususu, yani hazırlanma ve değiştirilme usûl ve organlarının farklılığı önem arzetmektedir. Bu bakımdan belli usûl ve organlar tarafından yazılı bir şekilde meydana getirilen anayasaya, yazılı anayasa; buna karşılık anayasaya ilişkin kuralların bu tarzda yazılı olarak değil de, örf ve âdetlere, geleneklere göre oluşturulmasına da "yazısız" (teamülî) anayasa denilir.
Bir milletin toplumsal yaşayışının esası kabul edilecek bir yazılı kurallar bütünü oluşturacak; yöneticilerin seçim, görev ve yetkilerini belirlemek sûretiyle keyfî davranışlarını önleyecek; toplum fertlerinin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak bir düşünce sisteminin meydana getirilmesi insanlık tarihinin önemli bir arayışı olmuştur. Anayasacılık hareketi bu bakımdan üzerinde dikkatle durulan bir gelişmedir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve düşünce tarihi bu konuda son yüzyıllardaki Batı dünyasında ortaya çıkan gelişmeleri odak kabul ettiğinden, bütün değerlendirmeleri de bu bağlamda yapma "alışkanlığından" uzak duramamıştır.
Anayasacılık hareketinin tarihi seyir içinde geçirdiği süreci, bu bakımdan Batı'da son yüzyıllarda kaydedilen gelişmeler ile sınırlandırmak, hakikatin anlaşılmasında yeterli gözükmemektedir. Anayasacılık hareketi bakımından Hz. Peygamber'in, dolayısıyla onun önderliğinde aslî unsurunu müslümanların oluşturduğu temel bir yasaya bağlı bir toplum ve üstün otorite kuruluşunun Medine (Yesrib) de ortaya çıktığı görülmektedir. Gerçekten, Arabistan'ın özel durumu bir tarafta tutulsa bile, Hicret'in gerçekleştiği milâdi yedinci yüzyıla kadar, temel bir yasanın, toplumun ve üstün otoritenin (devletin) belirlenmesi ve kurulmasında benzer bir olaya tarihte rastlamıyoruz. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra gerçekleşen ve Medine'deki "kozmopolit" toplum yapısını bir ümmet ve bir siyasî teşkilât bütünlüğüne kavuşturmasında, çeşitli sosyal grupların "konsensusu"nun sağlanmasında, "sosyal sözleşme" diyebileceğimiz bu esas, temel yasa olmuştur. Muhâcir ve Ensâr gruplarının oluşturduğu müslüman topluluk yanında Yahudiler, Hristiyanlar, hatta putperestler siyasi bir "camia" olma iradelerini bir konsensus şeklinde beyan etmişlerdir. İşte bu konsensusa dayalı "temel esas" denebilir ki, dünya tarihinde ilk yazılı anayasal hareket ve belgedir. Nitekim kırkyedi maddeden oluşan bu anayasal belgenin 1. maddesi, amacı da belirlemektedir:
"Bu kitap (yazı, anayasal belge) Hz. Peygamber Muhammed (s.a.s.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara bağlı olanlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)."
2. Madde devletin insan unsurunu da ihtiva edecek bir tanım yapmaktadır: "işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler." Sonraki maddelerde "ümmeti" oluşturan toplulukların birbirleriyle ilişkilerinde riayet edecekleri esaslar belirlendiği gibi, her topluluğun inançları da gözönünde tutularak hak ve özgürlükleri tesbit edilmiş, sınırları çizilmiştir. Bu anayasal belgenin Anayasa hukuku açısından tahlili, İslâm hukukunun "sosyal sözleşme"ye dayandığı anlamına alınmamalıdır. Unutulmaması gereken husus bu anayasal belgenin düzenlenmesi sırasında İslâm'ın hükümleri Allah tarafından vahyedilmekteydi. Ancak bir müslüman fert ve toplumunun inanç esasları, hayatı düzenleyecek kuralları öz halinde indirilmişti. Dolayısıyla müslüman insan tipi ve topluluğu, şartların oluşmasıyla kurulup düzenlenecek yapının çekirdeğine sahipti. Yani İslâm'ın hukukî özü; siyasî yapılanma formu, ferdî ve sosyal hayatı düzenleme kabiliyet ve esnekliği, müslüman olmayan toplulukların (Yahudiler, Hristiyanlar, Putperestler) şart ve durumları gibi hususlar da dikkate alınarak uygulamaya konulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Râşit halifelerden sonraki dönemlerde, siyasî oluşumlar belli oranda ayrı tutulursa, bu anayasal belgenin ruhu korunmuştur denebilir. Nitekim zımmîlerin hukukî, siyasî ve sosyal statüleri ve bunun uygulanması, İslâm devleti hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe devam etmiştir.
Hz. Peygamber'in önderliğinde hazırlanan bu belge, yeryüzündeki anayasa hareketlerinde olduğu gibi, İslâm hukukunun kaynağı şeklinde değerlendirilmemelidir. Burada çok önemli bir farkın gözden uzak tutulmaması gerekir. Meselâ yeryüzündeki, özellikle Batı'daki anayasaların kaynağını hukukî, siyasî ya da sosyal bir belge oluştururken, İslâm hukuku böyle beşerî bir kaynağa değil, vahye dayalıdır. Böylelikle İslâm hukukunda anayasa meselesi öteki anayasalardan farklı bir değerlendirmeyi zorunlu kılar.