Ekmeği paylaşmanın güzelliği

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
ekmegipaylasmak.jpg


Tanıştığımız ilk günden beri ısrar ediyordu: “Hocam, arkadaşları da al gel, beraber bir yemek yiyelim.”

Yok, diyemedim. “Müsait bir zamanda geliriz.” dedim. Nasip kısmet. Aradan altı ay geçmiş. Tabii bu sürede muhabbetimiz de ilerledi. İşyeri ziyaretleri, telefon konuşmaları, oğlunun ders durumları derken iyice ısındık birbirimize.

Sıcakkanlı, güler yüzlü, iyi giyimli. Yaşını hiç göstermez. Genç gözükür. Konuşurken kelimeler tane tane dökülür ağzından. Her sözü kıvamındadır. Düşünce süzgecinden geçirircesine dikkatli ve ağır ağır konuşur. Yanlış bir söz söylemekten imtina eder. Muhatabının gözlerinin içine bakar. Söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığına göre sözünün kıvamını ayarlar. Sağ kaşı biraz çatık ve diğerine göre daha yukarıda. Buğday rengi yüzünde çocukluktan kalma olduğu belli silik yara izleri.

Önemli bir meseleyi konuşurken konsantre oluyor, resmî bir havaya bürünüyor. Sonradan fark ettim, oğlu da konuşurken aynı ciddiyette. Yani bir bakıma genetik yapıları öyle.

Arkadaşlarımın morale ihtiyacı var. Haftanın son günü. Yoğun tempodan arta kalan tatlı yorgunlukları yüzlerine yansıyor. Aradım Durdu Ağabey’i. “Hani sene başında bir davetin vardı ya, işte o hakkımı şimdi kullanabilir miyim?” dedim. “Fakat Enes’in dersine giren öğretmenleri de yanımda getirmek istiyorum.”

“Hay hay hocam, ne demek, başım gözüm üstüne, daha memnun olurum.” dedi.

Akşam için anlaştık.

İşyerinin yakınında küçük salaş bir dükkâna götürdü bizi. Tahta sandalyeler, eski zaman iskemleleri, eskimeye yüz tutmuş ceviz masalar tabiî bir ortam oluşturmuş. Açık havada oturduk. Aylardan mart. Börtü böcek hareketlenmiş. Cemrenin sıcaklığı dokunmuş her yana. Akşamın alacası kaybolmaya yüz tutmuş. Ilık tatlı bir rüzgâr hafiften tenimize dokunuyor. Ocağın yakınındayız. Burnumuza gelen nefis kokular, midemizi harekete geçirmeye başladı bile. Akşam yemeğini haftanın bu son günü, dışarıda yemeği düşünenler de var. Üniversite öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim üç genç, duvar dibinde küçük çocuklarına iki koldan yemek yedirmeye çalışan bir karı koca, içeride kalabalık bir grup…

“Hocam, buranın kebapları güzel olur.” dedi. “Etleri güvenilir. Yiyince fark edeceksiniz.”

Tebessüm ettim. “Muhabbetiniz daha tatlı.” dedim. Utangaç bir gülümseme yayıldı yüzüne. Sırtımı sıvazladı. “Aslan hocam!” dedi. Bizi görünce keyfi nasıl da yerine geliyor. Hüsnüzannı çok fazla. Rabb’im mahcup etmesin.

Birkaç arkadaşı tanımıyormuş, tanıştırdım. Bizim matematik öğretmeni Ahmet Bey’le tanıştırırken hoş bir sürpriz yaşandı. Meğer Durdu Ağabey’imizi evvelden tanırmış.

“Ben” dedi, “Eski yerinizdeyken dayımın çay ocağında çalışırdım. Size çay getirirdim. Doğrusu sizi şimdi böyle görünce çok sevindim.”

Duygulandı. “Ya öyle mi?” dedi. Biraz daha sokuldu masaya. “Nerden nereye işte? Madem söz buraya geldi, anlatayım hocam.” dedi. Sofranın başında, huzurun imbiğinden geçmiş bir hüzne kapıldı. Bizi bir merak sarıp sarmaladı. Yeni bir gönül seferine çıkacağımızı anladım. Baktım herkes dikkat kesilmiş. Nefesler tutulmuş. Garson işini seri yapıyor. Eğilip usulca “Acelemiz yok, rahat ol.” dedim.

Kısa boylu, beyaz önlüklü garson masaya salataları koyarken o konuşmaya başladı.

“Ben, daha o zamanlar bu işleri bilmezdim hocam. Doğrusunu söylemek gerekirse pek de hoş olmayan bir hayatım vardı. Gününü gün etmenin sevdasındaydım. Tek derdim, para kazanmaktı. Çok para kazanınca iyi giyinecek, güzel evlere, pahalı arabalara sahip olacaktım. Anlayacağınız gönlüme göre yaşayacaktım. Birçok cahilliğim olmadı değil. Nefis işte. İyiliği emredecek hâli yok ya. Neyse uzatmayayım. Ailemin baskısıyla evlendim. Onlar derlenip toparlanacağımı ümit ettikleri için bir an önce evlenmemi istiyorlardı. Evet, eskiye göre derlenip toparlanmıştım; ama yine de bazı alışkanlıklarım devam ediyordu. Fakat içimde bir huzursuzluk var. Bir türlü aradığımı bulamıyordum. Yaptıklarım, içimi acıtıyor. Günlerce pişmanlık nöbetlerine giriyordum. Mutsuzdum. Yanlarında çare aradığım dostlar, bana deniz suyu oluyorlar. Susuzluğum kanmıyor, hep daha fazlasını, hep daha fazlasını istiyordum.”

Sesinin tınısı kayboldu. Sağında oturan oğlu Enes’e baktı. Alnından öptü.

“Eşim benimle ne hayallerle evlendi belki de. Onun da aradığını bulamadığını hissediyordum. Önceden mutsuzluğum tek banaydı. Eşimin de günahına girdiğimi düşündükçe daha bir kahroluyordum.”

Sözün burasında gözleri buğulandı. Sesi çatallandı. Bir yudum su aldı. Bakışlarını bana çevirdi. “Benim hayatım nasıl değişti hocam, biliyor musun?” dedi. Belli ki nicedir içini dökmek istiyordu. Konuşmasını bir şükür olarak algıladım.

“Nasıl oldu Ağabey?” dedim, “İyice merak ettim şimdi.”
“Ben bir rüya ile değiştim hocam.” dedi.

Masa başındaki herkes kulak kesildi. Enes, biraz daha sokuldu babasına. Bakışlarında ağır bir merak. İlk defa dinleyeceği rüyanın tesirine şimdiden kendini kaptırmış, babasının sırrına vakıf olmanın tatlı heyecanıyla dolu.

Eskinin çaycı çırağı bizim matematik öğretmeni Ahmet Bey, çocukluğunun Durdu Ağabey’inin nasıl olup da böylesine bir dönüş yaptığının merakıyla kendinden geçmiş, sofrada nefesler tutulmuştu.

Yoldan geçen arabaların seslerine, çınarlara tünemeye çalışan serçelerin yorgun sesleri karışıyor, kalorifer kurumlarıyla rengi değişmiş bir kedi masamıza yakın asmanın dibinde yönünü bize çevirmiş, patilerini temizliyordu.

“Rüyamda üç kişi gördüm hocam.” dedi.
Dokunaklıydı sesi.

“Hayırdır ağabey, kimdi onlar?” dedim. Öyle ya, bir rüya ile değişmişse, o rüyada yer alanlar da sıradan insanlar değildi elbet.

“Söyleyeceğim hocam. Yeşillik, yayla bir yerdeydiler. Ardıçlar, kamalaklar, iğneli çamlarla kaplı bir ormanın içinde hafif yamaç bir yerdi burası. Yolum oradan geçiyor. Yeşilliğin orta yerinde yalnız bir ardıç var. Onun hemen dibinde de bir pınar. Ardıç suyu iyi olur, der eskiler. Su içeceğim. Üç kişi o pınarın başında oturuyor. Üzerlerinde bembeyaz elbiseler. Başlarında yeşil sarık. Yüzleri pırıl pırıl. Ortadakinin yüzü hafif pembe. O daha bir parlak. Selâm veriyorum. Selâmıma mukabele ediyorlar. Önlerinde yeni açıldığı belli bir sofra duruyor. Henüz ekmekler bölünmemiş. Sağ taraftaki zat ayağa kalkıyor. Soframıza buyurmaz mısın evlât, diyor. Aç mıyım tok muyum, o ân anlayamıyorum. Beni bir görünmez el, sofraya doğru çekiyor. Ekmeğimize ortak olmaz mısın, diyor tekrar o billur ses. Çağıltısı içimde yankılanıyor. Hayır, diyemiyorum. Hayır, diyemediğim için de apayrı bir mutluluk doluyor kalbime. Meraklı bakışlarla onları süzüyorum. Biz kimiz biliyor musun, diyor.”

İnce esmer yüzlü coğrafya öğretmeni Murat Bey, salataya uzattığı çatal elinde, boş bulunup lafa giriyor. “Kimmiş Durdu Ağabey?”
Ilık bir tebessümle masadakileri süzüyor. Bir yudum su daha içiyor. Sonra sözüne devam ediyor:

“Aşinalık ararcasına yüzlerine bakıyorum. Gözlerimin içine bir aydınlık sökün ediyor. Baktığımı göremez oluyorum. Hayır, diyorum, sizi tanıyamadım. Ben diyor, aynı billur ses, Ebû Bekir (ra). Yaylanın rüzgârı içimi titretiyor. İrkiliyorum. Ellerine kapanmak istiyorum, adım atamıyorum. Tazimle soluna dönüyor. Bu da Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), diyor. Titremem artıyor. Utancımdan yüzüne bakamıyorum. Kendi kendime söyleniyorum. Ya hâlime nigehbân olurlarsa, ya beni suyun başından kovarlarsa. Diğer dostumuz da Ömer (ra) diyor. Yanlışlarımla doğrularımı teraziye koyuyorum. Bir başka utangaçlık sarıp sarmalıyor beni. Soğuk soğuk terliyorum. Pınarın şırıltısı artıyor. İçim pınarlarca yıkanmaya duruyor. Kuşlar pınarın başına su içmeye iniyor. Eğilip su içme arzusuna kapılıyorum. Önlerinde bir çavdar ekmeği. Ekmeğimizi bizimle bölüşmez misin, diyor aynı ses. Bölüşmez misin? Elindeki ekmeğin bir parçasını bölüp uzatıyor. Elim ekmeğe uzanıyor. Nasılsa bir fırsatını bulup soruyorum. Böyle nereye gidiyorsunuz efendim, diyorum. ‘Bu şehirde bir yetim varmış, onun yanına gidiyoruz.’ diyorlar.”


Masanın başında hepimiz bir duygu tufanına tutulmuştuk. Arkadaşlarımın yüzlerine baktım. Rüyanın aydınlığında yitip gitmişler. Bakışlar bir noktaya sabitlenmiş. Gözler nemlenmiş. Duyduklarımız karşısında diyecek bir şey bulamadık. Koskoca bir sessizlik çöktü. Başlarımız önde, yaşananları yeni baştan düşünmeye başladık. Dillerimiz lâl olmuş. Hiçbirimiz sözün bitmesini istemiyoruz.

Başımı sarı, loş ışıkların ardındaki derin mavi karanlığa çeviriyorum. Rüyanın koyunda kendime bir yer bulmanın hayaline kapılıyorum. Serçelerin telâşları azalmış. İçimde bir ardıç suyu arzusu uyanıyor. Çocukluğumda olduğu gibi, eğilip kalın çatlak dudaklarımla kana kana içmek istiyorum.

Kısa bir sessizlikten sonra devam etti. “İşte böyle hocam. Ben bir rüyadan süzülüp gelen adamım.”

Şiir gibiydi sözü.

Bu fasıl, yemek masasında anlatılmamalıydı, diyorum kendi kendime. İçimde bir ezilmişlik.

“Uyandığımda soğuk soğuk terliyordum. Benim can havliyle uyanmamla eşim de uyanmıştı. Hâlimi görünce telâşlandı. Ne oldu sana böyle, dedi.

Yok bir şey, dedim. İnanmadı. Israr etti, söylemedim. Kalktı bir bardak su getirdi.
Rüyamdan kimseye bahsetmedim.

Birkaç gün kendime gelemedim. İşyerinde dalgınlığımı gören bizim tezgâhtar, utana sıkıla, ağabey bir sıkıntı yok değil mi, dedi. İşlerin iyi olduğunu biliyor. Çok şükür kazancımız yerinde. Cevap vermediğimi görünce ötesini sormadı. Bir şeylerin yanlış gittiğinin zaten farkındaydım. Gördüğüm o rüya, beni derinden sarstı. Bir çıkış yolu bulmalıydım.”

“Nasıl buldunuz peki bu çıkış yolunu?” dedim. Fırsatını bulmuşken daha çok konuşturmak istiyordum. O konuştukça kalbim kanatlanıyordu.

“Rüyadan bir hafta sonra, yan dükkân komşum, ikindi sonu yanıma geldi. Akşam seni sohbete götüreceğim, dedi. O güne kadar birkaç defa daha teklif etmişti; ama o tarakta bezim olmadığı için hiç oralı olmamıştım. Gördüğüm rüyanın üstüne, uzun bir aradan sonra tekrar bu teklifi yapınca tamam gidelim, dedim.”

“Salonda on beş kişi kadar vardı. Böyle kalabalık yerleri de pek sevmezdim.

Daha önce görmediğim kalın kaplı kitaptan bir şeyler okundu. Okunan yerler izah edildi. Müzakere edildi. Sorular soruldu. Ben dut yemiş bülbül gibi susuyordum. Adap erkân bilmediğim için de pot kırmaktan korkuyordum. Bir saat kadar sürdü. Son*rasında çay ikram edildi. Doğrusu o gün içtiğim çayın tadı bambaşkaydı. Okunanlar, ruhum tâ derinliklerine işlemişti. Sohbet çıkışı evlere dağılırken, nasıl oldu bilmem, dedim ki, diğer sohbet ne zaman? Beni ona da çağırın. Baktım bizim komşunun gözlerinin içi gülüyor. Sen yeter ki iste dostum, elbette çağırırız, dedi.”

“O da fırsatı ganimet bildi, sizin peşinizi bırakmadı öyle mi?” dedim.

Güldü. Beyaz dişleri gözüktü.

“Doğru diyorsun hocam. Peşimizi bırakmadılar. İyi ki de bırakmamışlar. Hamdolsun o gün bugündür, bu muhabbet halkasının içindeyiz. O tatlı rüya ile ekmeğin bölüşülmesi gerektiğini öğrendik. Şimdi de biz ekmeğimizi bölüşmeye çalışıyoruz. Nerede başı okşanacak bir yetim, ruhu öksüz bırakılmış genç varsa, gücümüz yettiğince onların kapısının tokmağına dokunuyoruz.”

Yemekler masaya bırakıldığında, söz demi kıvamını bulmuş, en güzel gıdayı kalbimiz almıştı. Gönlümüzün pası silinmişti. Ellerimiz yemeklere uzanırken, içimizde ekmeği paylaşmanın güzelliği vardı.


(alıntı)​
 
Üst Alt