Adsız sansız bir hizmet eri

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
adsizsansizbirhizmeteri.jpg



Gazetede bir fotoğraf... Siyahî talebeler arasında bir öğretmen.. Ömer Öğretmen. Boğazımda hıçkırıklar düğümleniyor. Altılı, yedili yaşların tozpembe dünyasına gömülüyorum.

Seksenli yılların başında, ihtilâl yorgunu bir kasabada çocuk olmak... Hatıralar, o günlerin acılarıyla dolu: Büyüklerimizin sağ-sol kavgaları, marşlar eşliğinde yürüyüşleri, ellerine tutuşturulan bir kutu boyayla duvarlara yazdıkları büyük lâflar, silâh sesleri, hapisler ve idamlar... Bir de Ömer... İlkokulun ilk gününde tanıdım onu. Mavi berrak gözler, sarı perçemleri gözlerine inmiş lepiska saçlar, ürkek bakışlar... Siyah önlüğünü kuşanmış, omzunda kumaştan çantası, dedesinin eline sıkı sıkıya tutunmuştu. Ak sakallı dedenin onu yanımdaki sıraya getirişini, saçlarımı okşayışını, "Bu Ömer, benim torunum." deyip ikimize de dualar edişini hatırlıyorum.

Kara tahtaya, tozlu sıralara, toprak bahçeye "merhaba" dediğimiz o gün, o dua ile başladı dostluğumuz. Gün doğumundan gün batımına kadar yan yanaydık. Çevremizi saran fırtınaya rağmen çocuktuk nihayet... Teneffüslerde okulun toprak bahçesine koştuğumuzda dünya bizimdi. Küçük bir kuyu eşeler, rengârenk misketleri, o kuyuya isabet ettirmek için yarışır; bir yırtık top peşinde, bir o kaleye bir bu kaleye koşar dururduk. Okul çıkışı, çamurlu dereye varır, bizim ellere has sert çamurdan dünyalar kurardık. Mavi gök kubbenin altında, doyasıya oynardık. Çelik-çomak, yedi kiremit, bezirgânbaşı, dokuztaş... Evin yolunu unuttuğumuz vakitlerde dalından kiraz, bağından üzüm yemenin keyfine diyecek yoktu. Kasabamızın tepelerinin zümrüt yamaçlarından ırmağa iner, yorgunluğumuzu onun billur sularında giderirdik.

Uzak bir gezegenden gelmiş sanırdım Ömer'i. Sağ-sol kavgalarının hepimizi ayrı ayrı kamplara böldüğü günlerde, o başka ufuklarda kanat çırpardı. Bir merhamet âbidesi gibiydi. Onun izbe bir köşeye terk edilen kedi yavrularını, günlerce nasıl beslediğini, elindeki üç beş kuruşla bir ibadet neşvesi içinde hep iyilikler kovaladığını hiç unutamam. Mahallenin ağır ağabeylerine takılıp balığa gidişimizi, güçbelâ tutulan balıkları -kaşla göz arası- ırmağa salıverişini ve bu yüzden yediği tatlı-sert azarları da... Her yağmurun ardından evlerimizin arasındaki patika yolda, su birikintilerinde can çekişen karıncaları kurtarmak için gösterdiğimiz gayreti tebessümle hatırlarım.

Hayal pencereme konan "Ömer"li hatıralarda hiç solmayan bir yüz daha vardır: O gül kokulu, mübarek ihtiyar... Ömer'e hem annelik, hem babalık yapan dedesi...

Molla Dede derlerdi ona. Güngörmüş, çile çekmiş, bilge bir çınar... Yanı başında özenle giydirilmiş, tertemiz kokan, güneş sarısı bir çocuk, bir taze fidan; Ömer... Camide saf tutarken, tarlada, çarşıda, hâsılı her yerde aynı tablo. Onlar bir elmanın iki yarısı gibi, birbirlerinden hiç ayrılmazdı. Molla Dede, yitip gidenleri onun mavi gözlerinde arar, sarı perçemlerini gözyaşlarıyla ıslatırdı. İçinden ırmak geçen kasabanın en naif, en dokunaklı fotoğrafıydı bu.

Molla Dede'nin torununu görenler kayıtsız kalamaz, illa ki o lepiska saçları okşar, annesinden, babasından "hey gidi..." ile başlayan bahisler açarlardı. Ömer, nasıldı bir babanın kanatları altında yaşamak ve nasıl bir yâr idi anne bilemezdi.

Bir öksüzü ve yetimi sevindirmek muradıyla kimi harçlık, kimi şeker, kimi oyuncak vermek ister, işte o ân Ömer'i hüzün sarar, başını iki yana sallayarak bunları nazikçe reddederdi. Kimi zaman dedesinin elinden tutmuş yürürken, bir hayırsever, olanca şefkatiyle yaklaşır, Ömer'in eline üç beş lira sıkıştırmak, solgun yüzüne bir tebessüm gamzesi düşürmek isterdi; fakat Ömer her defasında aynı vakur tavrı sergilerdi. Bazen ısrarlarla baş edemez, dedesine sığınır, kulağına usulca fısıldardı: "Dede sen al, ben ancak senin elinden alırım."

Bir bayram günü, eline tutuşturulan sadaka onu nasıl da incitmişti. Tenha bir yerde sessizce ağlıyordu. Henüz bir yaşında iken kaybettiği annesinin, babasının yokluğunu, en çok böyle ânlarda hissettiğini bilirdim. Avucunda buruşturduğu kâğıt parayı, oracıkta bir yere atıp koşması, hâlâ gözlerimin önündedir. Ona bu asil inadı veren güç neydi, çözemezdim.

Mübarek bir dedenin gölgesinde büyümek miydi, yoksa yavrusuna veda etmeye hazırlanan yaralı bir annenin "Allah'ım, yavrumu sana emanet ediyorum. Ona, kimsenin eline bakmayacak onuru ver." diye yakarışları mıydı şahsiyetini şekillendiren?

Ne çocukluğumuzda, ne de yeniyetmelik çağlarımızda değişti Ömer. El açmadı, boyun bükmedi, kimsesizliğini belli etmedi kimselere.

Tahta sıralara, tozlu bahçeye veda etmeye hazırlandığımız o yaz mevsiminde, Molla Dede'sini kaybetti Ömer. O mübarek ihtiyar, aziz bir emanet gibi üzerine titrediği Ömer'ine hangi yakıcı hislerle veda edip gidiverdi, kim bilir?

Dedesinin tabutu başında içli içli gözyaşı döken bu çocuk, o masalsı çağdan dondurulmuş bir ân gibidir; hayalimde öylece kalan.

O hazan günlerinde öğretmen okulunu kazanışımız, İlâhî rahmetin bir yetim üzerinde tecellisi gibiydi. Uzak bir hayalin peşi sıra çamurlu derelere, zümrüt yamaçlara, çağlayanlı ırmaklara veda ettik. Henüz on birimizde gurbetle tanıştık.

Lise, üniversite derken yıllar acı tatlı sahneleriyle akıp geçti. Hep güzel insanlarla kesişti yollarımız... Lügatimize eklenen o kelimeler; hizmet, himmet, fedakârlık...

Çocukluk hayalimizin bir duaya dönüşüp kabul olması... Çiçeği burnunda iki öğretmendik artık.

Ömer, bir kutlu sevdanın peşi sıra yollara düştü. Dünya haritasına serpiştirilen fidanlardan bir fidan oldu. Binlerce kilometre kat edip uzak ülkelere vardı; heybesi bilgi dolu, gönlünde insan sevgisi...

İlk defa ayrı düşmüştük.

Ya bir iyilik hareketinin ön saflarında, ya hasta bir talebesinin başında sabahlarken buldum telefonun diğer ucunda Ömer'i... Bir ülkeden diğer bir ülkeye, bir yangından diğer bir yangına koştu, koştu... Mahrumiyetlerin kol gezdiği coğrafyalarda bir ışık, bir ümit olmak için gayret edip durdu hep.

Ondan gelen mektupları, aziz birer hatıra gibi saklarım hep. O mektupların her biri, adanmışlığın, yaşamak için yaşatmanın inceliği ile doludur. O mektuplarda, Türkçe öğrenen bir talebenin konuştuğu ilk kelimede duyulan heyecan dile gelir kimi zaman: "Onlar bizim konuşmayı yeni öğrenen çocuklarımız gibi..." Her satırında bir hasretin izdüşümleri; "Bu bayram benim yerime annemin, babamın, dedemin mezarlarına var, bir Yasin oku ve selâmlarımı ilet onlara..."

Bazen o masalsı çağa olan hasretini dillendirir Ömer:"Nedendir bilemiyorum. Rüyalarımda çocukluğumuzun kırlarında dolaşıyor, göllerinde yüzüyor, yamaçlarında yine el ele serbestçe koşuyoruz." diyor ve ekliyordu: "Bir gün o güzel günleri yâd edelim, yine o oyunlarımızı oynayalım, sonra çağlayanlı gölleri olan ırmağın serin sularına atalım kendimizi..."

Kimi satırlar ise bir vasiyet gibiydi: "Gurbette verirsem son nefesimi... Şu yamaçta bir ağacın altına gömülmek isterim. Mezar taşım, insanımızın buralara kadar geldiğine şahitlik etsin..."

Soğuk bir hastane odasında kaleme almıştı son mektubunu Ömer. Ah! Çok yakın bir dostun, amansız bir hastalığın elinde günbegün soluşunu bilmek, fakat yanında olamamak! Gömüldüğüm tozpembe dünyadan uyanırken, buğulu gözlerle önümdeki gazeteye bakıyorum.

Gazetede bir fotoğraf... Siyahî talebeler arasında nur yüzlü, gül yüzlü bir öğretmen. Kim bilir kaç zamandır göremediğim, hem pek yakın, hem pek uzak, sarışın, sıcak bir yüz. Fotoğraf altına düşülmüş cümleler: "Ömer Öğretmen son yolculuğuna talebelerinin omzunda uğurlandı."

"Hayat, sonsuzluğun içinde, küçük bir parantezdir." demişti bir gün. Çocukluk günlerimin mahzun bakışlı öksüz ve yetimi, o küçük parantezin içine ümidi, sevgiyi, vefayı yazıp aceleci kuşlar gibi sessizce gidiverdi.
 

Gönül sızım

Özel Kardeşimiz
Yönetici
Süper Mod
Moderatör
Katılım
26 Temmuz 2011
Mesajlar
19,432
Tepkime puanı
185
"Gurbette verirsem son nefesimi... Şu yamaçta bir ağacın altına gömülmek isterim.
Mezar taşım insanımızın buralara kadar geldiğine şahitlik etsin..."
 
Üst Alt