5. Bu hayırlı olma durumu daha çok açıklığa kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle buyruluyor: "Rabbin sana verecek."
Bu lâm, 'deki lâm gibi başlangıç lâmı olarak takdirinde olması da, her ikisinin yemin olması da caiz görülmüştür. İki durumda da cümlenin mânâsını vurgulayarak desteklemek içindir. Yemin ile tekit (vurgu), daha kuvvetlidir.
SEVFE, gelecekte bir şeyin vuku bulup gerçekleşeceğini ifade eden tenfis edatıdır. "senin Rabb'in" isminin, "o" şeklinde zamir olarak söylenmeyip de böyle açık isim olarak söylenmesiyle "senin Rabb'in" ve "sana" denilerek hitabın tekrarlanması, Rab'lık tecellilerinin ard arda gelmesiyle lütuf üzerine lütuftur. Yani, muhakkak sana böyle hayırdan hayıra kendisine ait Rab'lık lütufları ard arda gelen ve seni böyle terbiye edip seçerek yetiştiren Rabbin, ilerde sana öyle lütuflarda bulunacak, ihsan ve ikramından sana öyle verecek, öyle verecek ki sen tamamen razı olacak, rızaya ereceksin, bütün dileklerin gerçekleşecek, hiçbir üzüntü ve keder, hiçbir sıkıntı ve "acaba ne olacak" diye meraklı bekleyiş durumu kalmayacak derecede huzur ve sonsuzluk âleminde hoşnut olacaksın. Bu razı ve hoşnut olma makamı, kendisinden razı olunma (merdiyye) makamından önce gelen makamından daha yüksek olarak makamıdır. "Radiye-merdiyye" makamı, nefsin meyil ve arzularından soyutlanarak mutlak şekilde Hakkın leh ve aleyhindeki kaza ve kaderi, cemal ve azameti hükümlerine razı olup her işinde kendinin değil, yalnız Hakk'ın rızasını arayıp yüce Allah katında razı olunan bir kul olmaya çalışma makamıdır. Bu "merdiyye-radiye" makamı ise, kendisinin yüce Allah katında razı olunan bir kul olduğunu gerçek bir şekilde gösterip tanıtan cemal tecellisinde nefsin bütün meyillerinin dahi lehinde olarak, gelişerek arzu ettiği gayeye ermek suretiyle hoşnutluk makamı; "Rabb'inin seni bir makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsrâ, 17/79) buyurulan, övülen Muhammed aleyhisselâtü vesselama ait olan makamdır.
Bu lütuf ve ihsanın muzari (gelecek zaman) kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle ilgili değerli bir vaad olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki nefsi feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru, fetihler ile dini yüceltmek ve hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde başarılı olma gibi gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek daha sonraları meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim hicretle başlayan ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar ile İslâm'ın yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber "Ahiret yurdu işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64), "Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır."(A'râf, 7/169), "Kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı ödenecek." (Âl-i İmran, 3/185) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret hayatında olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır. İbnü Ebu Hatim Hasen'in "o şefaattir" dediğini rivayet etmiştir. İbnü Merduye ve Ebu Nuaym "Hilye"de Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Cafer Muhammed b. Ali Hüseyin Hazretlerine, "Ne dersin, dedim, Iraklı'ların bahsettikleri şefaat hakları mıdır?" "Evet" dedi ve şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ben, Rabb'im bana "Razı oldun mu Ey Muhammed?" deyinceye kadar ümmetime şefaat edeceğim. O vakit, "Evet, ey Rabbim! Razı oldum." diyeceğim. Sonra bana yönelip şöyle dedi: Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır." (Zümer, 39/53) âyeti dersiniz. "Evet, biz öyle deriz" dedim. "Fakat, dedi, biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "Rabb'in sana, sen razı oluncaya kadar verecek." âyetidir ve o şefaattir" dedi.
İbnü Cerir İbnü Abbas'ın bu âyet hakkında şöyle dediğini tesbit etmiştir: Muhammed (s.a.v.)'in rızasından birisi de Ehl-i Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir. Hatib el-Bağdadî'nin "Telhisu'l-Müteşabih" adlı eserinde, İbnü Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, "Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir." denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son derece merhametli ve şefkatlidir.
Alûsî'de "Dürr-i mensur"dan naklen zikredildiği üzere Müslim İbnü Ömer Hazretlerinin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmiştir: Resulullah (s.a.v.) İbrahim (a.s) hakkındaki "Kim benim peşimden gelirse o bendendir." (İbrahim, 14/36) âyetini, İsa (a.s) hakkındaki "Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır..."(Mâide, 5/118) âyetini okudu. İki elini kaldırdı da "Allah'ım! Ümmetim, Ümmetim!" dedi ve ağladı. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ey Cebrail! Git Muhammed'e söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni utandırmayacağız." Bu güzel vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak gerekir ki peygamberin rızası Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan bir şeye peygamberin razı olması düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın kendisinden razı olduğu kul olmamış olur. Allah'ın izni olmayınca da kimsenin şefaat etmesine ihtimal yoktur. "Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?.."(Bakara, 2/255)
Allah ise küfre razı olmaz. "Kulları hesabına küfre razı olmaz."(Zümer, 39/7), "Lakin Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve isyanı size kötü gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir."(Hucurat, 49/7) Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden gitmekle uygundur. "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir." hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, "Ümmetî" yani "benim ümmetim" denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden olmanın kıymetini tesbit içindir. Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil değildir. Gerçi Hz. Muhammed (s.a.v)'e verilen lütfun faydalarından dünyada kâfirlerin dahi istifade ettiğinde kuşku yoksa da, bu istifade iman bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret için büyük zarar ve korkunç azap olur.
Buna karşı, "Madem ki Allah, razı oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad etmiştir. Bu vaadi alan peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes hakkında bir "genel af" ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan razı olmamalıydı. Muhammed (s.a.v)'in yaratılmışlara gösterdiği hoşgörü ve şefkat bunu gerektirirdi." demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü, şirk ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak ve hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere feda etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere yöneltmekle ahiret mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara ne Allah razı olur, ne de kul. Allah, kulları hesabına fasıklık, küfür ve isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza bulunduğunu varsaymak onu "rıza makamı"ndan düşürmeye kalkışmak olur. "O gün ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası bir kelime söyleyemez. O da doğruyu söyler."(Nebe', 78/38) âyeti gereğince hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri yoktur. Bununla beraber "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı suç işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53) âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir. Kuşku yok ki "bütün günahlar" sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil olmamak gerekir ki bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin de "Rabb'inizin merhametine sığının ve ona teslim olun."(Zümer, 39/51) hitabıyla Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet ve himayesine sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir. Geçmişteki günahlar büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle ümitsizliğe düşenlerin Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya erebileceklerini, yani "İslâm daha önce olanları keser atar." yeni doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere teşvik için değildir. Allah ve peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle ilgisi olmayan, azabı görünceye kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe ve sığınma adımı atmayan, küfürde israr eden inatçı azgınların o genel aftan ne hisseleri olabilir ki Peygamber onu istesin, Allah'ın onlar için hazırladığı ve onların kendi elleriyle, kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin söndürülmesine Allah ve Peygamber razı olsun! Bunlar hakkında bir önceki sûrede "Her kim cimrilik eder ve kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa onu da en zor olana hazırlayacağız." (Leyl, 92/8-10) ve "Ben size bir ateş haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O ki, yalanlamış ve yüz çevirmiştir." (Leyl, 92/14-16) buyurulmuştur. Bu sûrede de "Senin için daha hayırlıdır" denilerek hayrın Peygamber'e tahsis edilmesiyle onların bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir. "Benim ardımdan gelen bendendir." (İbrahim, 14/36) mânâsınca Peygamber'in ardından giden de ondandır.
Özetle, bu hayırlı olmada, bu Muhammed (s.a.v.)'e verilen lütufta ümmete şefaat meselesi pek önemli bir asıldır. Bundan ümmetin hissesi de peygambere uymasıyla uygunluk arzetmektedir. Bununla beraber lafzın genelliğine nazaran, lütfun sadece şefaatten ibaret olması da gerekmez. Onun için Ebu Hayyan'ın açıkladığı gibi demişlerdir ki: En uygun olanı, bunun dünyadaki lütufları da, her türü ile ahiretteki lütufları da içine alacak şekilde genel olmasıdır. Elbette ahiretteki lütuflar dünyadakilerden çok büyüktür.
Resulullah (s.a.v.) için daima sonrası öncesinden daha hayırlı olduğu meselesine gönül rahatlığı ile inanmayı anlatmak için daha önceden görülen büyük nimetler örnek gösterilerek konu ispatlanmak üzere bu sûrenin inmesinden önce de sonunun önünden hayırlı olageldiği bir istikra (tümevarım) tarzında hatırlatılarak buyuruluyor ki: