[FONT=Georgia, serif]GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bilir misiniz gıybet nedir?" "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurdu. "Ya söylediğim kardeşimde varsa?" denildi. "Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun." buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında "Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut 'topal" demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)'den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim haya örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur." İbnü Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o, babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar." Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur: "Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir...[/FONT]
[FONT=Georgia, serif]
Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak, aklen ve şer'an kötülüğünü ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse orada bulunmayıp söylenen sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması dolayısıyla bir ölü, hem de kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun kötülüğünü söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek ve özellikle o saldıranın zannınca da fena ve bundan dolayı kurtlu bir leş halinde bulunan bu etleri hırs ve iştah ile seve seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere tasvir buyuruluyor ki ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar da dikkatten kaçmayacak kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan da inkara ihtimali olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka, fiili genelleme ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti yemekle, hem de sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna işaret ediliyor. Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak bir canavar derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde Hanefi ulemâsının gösterdikleri öfke ve sövme yoluyla olması kaydı da, bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü etini yemek duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi Ebu's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre mânâ şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. O'nun için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan korunun. Burada atıf vâvı, bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır, tevbeyi kabulde ve rahmetini bereketlendirmede çok belağat sahibidir.
TEVVÂB, ism-i şerifi, tevbesi pek çok mânâsına mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği mübalağada üç özellik vardır.
1- Kendisine tevbe eden ve yönelen kulları çok demektir.
2- Öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile affolunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir. Tevbe ve iman ile Allah onu da affeder. "Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.
3- Tevbeyi kabulde çok fasih'tir. Öyle ki tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî sahabeden iki kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e gönderdiler, peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir." demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?" buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu ki bu âyet inmişti.
Bu şekilde müminlerin kardeşliği ve ahlakın en güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten sonra hitap bütün insanlara duyurularak buyuruluyor ki:
13- Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.
ŞUÛB: Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. "Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur." (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.
[/FONT][FONT=Georgia, serif]
ETKÂ, takvadan ism-i tafdil'dir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir. Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve tücâh gibi harfine, harfi de bakvâ gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki,
"Allah'tan hakkıyla korununuz." (Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar. "Ufak tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32) âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Helâl, belli haram da bellidir, yane şeran açıklanmıştır." Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu hadisi naklettikten sonra der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva olamayacaktır. Bu ise "Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar." (Fâtır, 35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu "Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır." düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta "Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi insanların en şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun." Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında değersiz." İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: Dünyanın şerefi zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."
[/FONT]