- Katılım
- 4 Eylül 2015
- Mesajlar
- 59
- Tepkime puanı
- 0
Ahmet Hulisi
DUA
bu konudaki Rasûlullâh’ın birkaç buyruğunu nakletmeye çalışalım size...
“Kader'i ancak dua değiştirir. Ömrü ise ancak iyilik uzatır. Şüphesiz ki, kişi işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”
“Kazayı’yı ancak dua geri çevirir... Ömrü ise iyilik uzatır.”
“Tedbirin kadere faydası olmaz; dua’nın ise gelmiş ve gelmemiş musîbetlere faydası vardır; şüphesiz ki belâ iner, dua onu karşılar ve kıyamete kadar çarpışırlar.”
sen, bilesin ki, yeryüzünde "halifesin!"
halife olarak sana, gönlüne, "beynine" bahşedilmiş yüce güçlerden haberin var mı?
dua ile zikir ile, o muhteşem beynin ile, kendindeki mekanizmayı harekete geçirebileceğinden haberin var mı?.. "en güçlü silah" olarak sana bağışlanmış dua
mekanizmasını biliyor musun?
gökte ve ötende sandığın "tanrını" terket; sonsuz ve sınırsız Allah'a yönel;
O'nun, her noktada ve zerrede mevcut olduğunu farket;
ve O'nu "gönlünde" bulmaya çalış!
sonra iste O'ndan, ne istersen!..
eşini, işini, aşını; ister mevlânı, ister şifanı!
bil ki, seni, her isteğine ve her arzuna kavuşturacak tek şey "dua" ve "zikir"'dir, bil ki dostum;
her zerrede tüm özellikleriyle mevcut olan ve kendinden gayrının varlığı asla söz konusu olmayan "Allah, senden sana icabet edecektir!..."
fakir, garîp, nice kişiler "dua ve zikir" ile nice"zalimsultanları" helâk ettiler!. nice yoksullar, büyük zenginliklere hep "dua ve zikir ile eriştiler!..
nice, dertli, sıkıntılı, hastalıklı, ezâ, çile çekenler,
hep kurtuluşu, selâmeti "dua ve zikir'de" buldular!..
“dua müminin silahıdır” diyor Rasûlullâh Muhammed Mustafa AleyhisSelâm...
bu konudaki bir başka hadîs-î kudsî de şöyle:
“Ey Âdemoğlu, dua senden, icabet benden; istiğfar senden, bağışlamak benden; tövbe senden, kabul etmek benden; şükür senden, fazlasıyla vermek benden; sabır senden, yardım benden... Ne istedin ki benden sana vermedim...”
İşte yukarıdaki hadîs-î kudsî’yi destekleyen bir âyeti kerîme:
“BANA DUA EDİN, SİZE İCABET EDEYİM!” (40.Mu’min: 60)
“RABB-ÜL ÂLEMÎN OLAN ALLÂH DİLEMEDİKÇE, SİZ DİLEYEMEZSİNİZ.” (81.Tekviyr: 29)
yani, sizde ortaya çıkan bu istek,
gerçekte Allâh istemiş olduğu için sizde ortaya çıkmaktadır! eğer, Allâh istememiş olsaydı, siz dahi o şeyi isteyemezdiniz.
dua ederken bazı hareketler oldukça önemlidir...
dua ederken, kollar koltuk altı görülecek bir şekilde yana açılıp, eller yüze paralel bir şekilde öne uzatılmalıdır.
takriben yüzden otuz santimetre mesafede parmak aralıkları hafif açık olan ellerin, parmaklardan çıkan ışınların, alından çıkan ışınlarla ilerde bir birleşim yapacak şekilde yönlendirilmesi son derece faydalıdır.
ellerden parmak uçlarından yayılan dalgalarla, beyinden “yönlendirilen” dalgalar, bir noktada birleşerek lazer ışını gibi etki ederek belli hususların oluşmasında son derece önemli rol oynarlar.
Bakın bu konuda Hazreti Rasûl AleyhisSelâm ne buyuruyor:
— Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allâh’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icabet edilir...
— Acele nasıl olur yâ Rasûlullâh?..
—Dua ettim ettim, kabul olmadı, der (de vazgeçer)... İşte bu yanlıştır; olana kadar ısrar etmek gerekir.
"dua" esas itibarıyla, beynin yönlendirilmiş dalgalarıdır Bu sebepledir ki, konsantrasyon ne derece güçlü olursa, DUA’ya icabet de o derece süratli olur... bunun için denmiştir, “mazlumun duası yerde kalmaz; âh alan felâh bulmaz!”
evet, eller ileri kollar açık dua demiştik... efendimiz böyle yapmış...çölde yaralı bir hâlde kendilerini bulan, yaralarını temizleyen, onları iyileştiren kimseleri öldürüp kaçanlar için Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) ayakta, elleri yukarıda tarif ettiğimiz biçimde açık olarak ashab ile beraber dua etmiş ve kaçan kişiler çok kısa süre içinde bulunarak yaptıklarının karşılığını almışlardır.
ayakta, eller tarif ettiğimiz biçimde avuç içleri yüze, kollar ileriye dönük olarak parmak uçları aracılığıyla yönlendirilmiş dalgalar şeklinde yapılan "dua" gibi, ayrıca, "secde" hâlinde yapılan "dua" da son derece etkilidir.
namazın, yani gece kılınan bir namazın son secdesinde, çeşitli kusurlarını itiraf edip, onlardan bağışlanma dilendikten sonra "dua" edilirse; ve istenen şeyin mahiyetine göre, birkaç gün üst üste veya günaşırı bir şekilde bu çalışmaya devam edilirse; takdiri ilâhî, o şeyin oluşmasına mutlaka cevap verir... çünkü; o "dua’nın" ısrarla devamına müsaade olunması, o duaya icabet edileceğinin de göstergesidir. zira, Allâh, kabul etmeyeceği "dua’ya" ısrarla devam şansı tanımaz. kişi, bir konudaki "dua’sında" ısrarlı değilse, o "duanın" yerine gelme şansı da son derece düşüktür.
"secde" hâlinde yapılan dua, hele kusurların itirafından sonra olursa, son derece güçlüdür demiştik. Niçin?
"secde"hâlinde, bedendeki kan yoğun bir biçimde başa, beyne akmakta, oksijen ve diğer enerji kaynakları tarafından beyin son derece mükemmel şekilde beslenmektedir. bu sebeple de çok güçlü dalgalar yayabilmektedir ayrıca gene secde hâlinde yapılan kusurları itiraf fiiliyle çok güçlü bir konsantrasyon ve yönelim meydana gelmekte, bu da arzulanan şey doğrultusunda güçlü dalgalar yayılmasına vesile olmaktadır "dua’yı" güçlendiren ve gerçekleştiren en önemli faktör ise "dua" anında, kişinin şuurunun "vehim"(kuruntu)tasarrufundan uzak kalmasıdır ve bu hâl de, secde yani, benlik kavramının kalktığı bir hâldir nitekim bu konuda bizi uyaran Hazreti Rasûl (s.a.v.), “şeksiz şüphesiz, kabul olacağından emin olunarak” dua edilmesini tavsiye etmiştir.
"dua’nın" tesirini kesen en önemli güç, gene kişinin kendisinde bulunan "vehim-vesvese kuvvesidir...
kişide, "vehim-vesvese" ne derece gerilemiş ise, "duas’sı" da o derece keskin ve süratli bir şekilde gerçekleşir
Allâh’a yakîn elde etmiş kişilerin "dua’sının" kabulündeki en önemli etkenlerden biri de,
o kişilerdeki "vehim-vesvesenin" oldukça düşük olmasıdır ayrıca, bu kişilerin, yaptıkları çalışma ve lütfu ilâhî sonucu olarak, çeşitli ilâhî güçlerin yapılarında ortaya çıkması da, elbette ki "dua’larının" süratle gerçekleşmesinde önemli bir faktördür.
ayrıca, dua konusunda, "şeytan" vasfıyla bilinen "cinler’in" insana çok yanlış fikirler telkini de söz konusudur;
ki bu da insanı bu çok etkili silahı kullanmaktan mahrum bırakır tam içinizden dua etmek gelmişken, "şeytan ismiyle, şeytaniyet vasıfları dolayısıyla lakaplanmış olan cinler", hemen bir vesvese verirler... örneğin:
“aman canım niye dua edeyim, nasıl olsa kaderde varsa olur...”
“dua etsem de etmesem de iş olacağına varır, ne diye dua edeyim?..”
ve, böylelikle siz, dua etmekten vazgeçip; en güçlü "silah" olan dua’dan mahrum kalırsınız dua’dan mahrum kalmak, dua etmemek suretiyle de nelerden mahrum kaldığınızı asla hayal bile edemezsiniz işte bu yüzdendir ki, Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm bakın bize neler tavsiye ediyor:
“Nalınınızın tasmasına, koyununuzun otuna kadar her şeyi Allâh’tan isteyiniz.”
“Allâh’ın fazlı kereminden isteyiniz, çünkü istenilmesinden hoşlanır...”
“Şüphesiz ki Allâh, ısrarla DUA eden kullarını çok sever.”
“Hassas olduğunuz saatlerde DUA etmeyi ganimet biliniz... Çünkü bu hâl rahmet saatinin hâlidir.”
bu son yazmış olduğum hadîs-î şerîf’te işaret edilen mânâ şudur: hassas olduğunuz demek, tamamıyla bir konuya konsantre olmaktan ileri gelen bir biçimde, son derece duygusal olma anlamı taşır. işte bu an, kişinin tamamıyla "Allah’a", net bir biçimde yönelmesi, anlamını taşır ve bu yöneliş, beynin tümüyle tek bir gayeye yönelik biçimde, kendisindeki ilâhî güçlerin ortaya konulması sonucunu doğurur dua’nın gerçekleşmesinde en önemli faktör, kişinin kendisini aradan çıkartarak; dilinde dua’yı okuyan, beyninde o talebi oluşturan olarak Hak’ın kalmasıdır bu takdirde;
“BİR İŞİN OLMASINI DİLERSE 'OL' DER VE OLUR!” (2.Bakara: 117)
Gayrı ihtiyarî hemen aklımıza gelebilir; canım DUA’nın da yeri mi olur? DUA etmek için özel yer mi arayacağız? Yerin ne münasebeti vardır DUA ile?..
Evet, her yerde DUA edilebilir!.. DUA için özel bir yer aramaya zaruret yoktur!
Ancak...
İnsan beyninin çalışma sistemi ve bulunduğu yerin manyetik alanı ile bulunduğu alandaki ışınsal ortam son derece yakından bağlantılıdır.
Yeraltındaki “ley hatlarının” oluşturduğu müspet enerji hatlarının gücünü arkasına alması, o beyin için son derece önemli olduğu gibi; ayrıca, beyinin içinde bulunduğu ortamı kaplayan ışınsal alanının oluşturduğu tesirler dahi son derece önemlidir.
dua eden kişinin çevresindeki kişilerin beyin dalgaları, kendisininki ile birleşerek son derece güçlü dalgalar üretilebileceği gibi; toplu dua’lar dahi büyük tesirler meydana getirir bu sebeptendir ki Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm şöyle buyurur:
“Üç kişi bir araya geldikleri zaman, birlikte ettikleri DUA’yı ALLÂH geri çevirmez.”
niçin belirli yerler? mesela nereleri?..
Kâbetullâh’ta yapılan DUA’lar, Arafat’ta yapılan DUA’lar, Medine’de Hz. Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın makâmında yapılan DUA’lar, Efes’te Meryem Ana Evi’nde yapılan DUA’lar, İstanbul’da Eyyûb Sultan namıyla bilinen sahabeden zâtın makâmında yapılan DUA’lar; bunun gibi her beldede, o beldedeki bilinen evliyaullâhtan olan zevâtın makâmlarında yapılan DUA’lar, daima güçlü DUA’lar olarak yerini bulur.
Burada iki önemli faktör mevcuttur:
1. O yerin kendi manyetik alanının yaydığı enerji...
2. O yere defnedilmiş zâtın ruhaniyetinin yaymış olduğu enerji...
ayrıca manevî gücü yüksek olduğuna inanılan kişinin huzurunda, bir cemaat eşliğinde yapılan du’lar da son derece yüksek tesir gücüne sahip olarak tespit edilmiştir
ZİKİR
ZİKİR konusunda halkımızın çok korktuğu bir husus vardır; elbette bunda en büyük faktör de “menfi şartlandırma”dır...
“Çok tespih çekme, deli olursun!..” türünden, kasıtlı ya da kasıtsız söylentilerin kesinlikle belli olan bir yönü vardır ki -o da “bilinçsizlik” olan ters şartlandırmadır- insanları zikir konusunda son derece ürkütmüştür.
Kur’ân-ı Kerîm her hâlükârda, ayakta, otururken, yan yatarken sürekli zikir yapılmasını tavsiye ederken; maalesef bu bilinçsiz çevreler insanları ellerinden geldiğince zikirden uzak tutmaya çalışmaktadırlar..
Evet, insan daima üç hâlden birindedir... Ya ayaktadır, ya oturuyordur, veyahut da yatmaktadır... İşte, yukarıdaki âyet, her üç hâlde de zikredilmesi gerektiğini bize açık seçik vurgulamaktadır.
Öyleyse bize düşen, elden geldiğince, zikir yapmaktır!.. Nerede olursak olalım, ister abdestli, ister abdestsiz, olabildiğince zikir yapmak suretiyle beynimizi geliştirelim, Allâh’a yakîn elde edelim.
Bizim, nice içki içen ve hatta alkolik olan kişiye zikir tavsiyemiz vardır ki, bunlar meyhanede içki içerken zikre başlamışlardır... Bir elinde içki kadehi, diğer elinde tespihle işe başlayan bu kişiler; zikrin beyinde yaptığı yeni açılımların sonucu kendilerinde meydana gelen idrakla bir süre sonra içkiyi bırakmışlar, ve daha sonra da kendi içlerinden gelen bir şekilde, hiçbir dış baskı olmaksızın beş vakit namaz kılıp, Hacc’a gitmişlerdir.
şunu kesinlikle ifade edeyim ki, çok tespih çekmek yüzünden hiçbir normal insan deli olmaz!
Ama şurası kesindir ki, çevresinde normal gibi tanınan oysa gerçekte şizoid ya da megaloman olan pek çok insan vardır!.. Bunların bu hasta durumları genellikle otuz beş-kırk yaşlarından sonra bazen de daha ileri yaşlarda ortaya çıkar... Hatta bazen de bir vesile olmazsa, hiç ortaya çıkmadan kapalı olarak bu dünyadan geçer giderler...
İşte, bu esasen hasta yapılı olan kişilerden biri, bir vesileyle tespih çekmeye başlamış ve daha sonra da yine bir vesileyle hastalığı ortaya çıkmışsa, art niyetli kişiler tarafından bu durum hemen tespih çekmeye ve zikir yapmaya bağlanarak, insanlar dinden ve zikirden soğutulur.
Oysa, normal yapılı, sağlıklı, akıl-mantık bütünlüğüne sahip bir insanda, zikrin asla hiçbir zararı yoktur!.. Aksine, bu tür bazı hastalıkları olan kişilerde dahi zikrin bazı faydaları olmakta; onların taşkın hâlleri zikir yoluyla oldukça kontrol altına alınabilmekte veya çok çok içe kapanık hâlleri daha dışa açılmaya yönlendirilebilmektedir...
Her ne kadar, düne kadar Türkiye’de tarikatlar yasak idiyse de, basında okuduğumuz ve çevremizden duyduğumuz kadarıyla, Türkiye’de neredeyse her beldede bir şeyh vardır ve bunların, belki de toplam Türkiye nüfusunun yarısına yakın derviş topluluğu vardır... Yani en azıyla Türkiye’de on milyon zikir yapan insan söz konusudur. Bu sayının yüzde ya da binde ya da on binde kaçı, eskiden normalken, tespih çekmek yüzünden akıl hastası olmuştur?..
Şunu kesin olarak ifade edelim ki; normal, sağlıklı, mantıksal bütünlük içinde yaşayan hiçbir insan, zikir çekmeye başlaması yüzünden deli olmaz, kafayı üşütmez! Şayet, belki on binde bir kişi böyle bir sebepten hasta oldu denirse, “onun geçmişini araştırın” deriz. Ya genetiğinde ya da doğuştan gelen sebeplerle bu hastalığın o kişide mevcut olduğu açık-seçik görülecektir.
ZİKİR, bize göre, bir insanın dünyada yapabileceği, en yararlı çalışma türüdür.
ZİKİR, her ne kadar “Allâh’ı anma” diye tercüme edilirse de, böyle bir ifade son derece yetersizdir.
1. ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin mânâsı istikametinde, beyin kapasitesini arttırır.
2. ZİKİR, beyinden üretilen ışınsal enerjinin RUH’a, yani bir tür holografik ışınsal bedene yüklenmesini ve böylece ölüm ötesi yaşamda güçlü bir RUH’a sahip olunmasını sağlar
3. ZİKİR, tekrar edilen mânâlar istikametinde beyinde anlayış, idrak ve o mânâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.
4. ZİKİR, Allâh’a yakîn sağlar.
5. ZİKİR, ilâhî mânâlar ile tahakkuku temin eder.
işte, birkaçını saydığımız bu özellikler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de, “ZİKİR” son derece övülen bir çalışma olarak belirtilmiş ve bu konuda ZİKRE önem vermeyenler şiddetle uyarılmışlardır:
“Kim (dünyevî-dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! Muhakkak ki bunlar onları (hakikate erme) yolundan alıkoyarlar da, onlar hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler!” (43.Zuhruf: 36-37)
“Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları - kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir!” (58.Mücâdele: 19)
“Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin!” (33.Ahzâb: 41)
“Kim zikrimden (hatırlattığım hakikatinden) yüz çevirir ise, muhakkak ki onun için (beden-bilinç kayıtlarıyla) çok sınırlı yaşam alanı vardır ve onu kıyamet sürecinde kör olarak haşrederiz.” (20.Tâhâ: 124)
“O hâlde beni zikredin (anın-düşünün) ki sizi zikredeyim...” (2.Bakara: 152)
“Kullarım sana BEN’den sorarlarsa, şüphesiz ki ben Kariyb’im (anlayış sınırı kadar yakın!) (“şahdamarından yakınım” âyetini hatırlayalım)... Yönelip isteyene (dua) icabet ederim...” (2.Bakara: 186)
“ŞEYTAN, ağzını ‘Âdemoğlu’nun kalbine koymuştur. O Allâh’ı zikrettikçe şeytan çekilir... Gaflete düşüp zikri bırakınca kalbini yutar!..” bu hâdis-i şerîf teşbih yani benzetme yollu bir anlatımdır... kişi Allâh’ı zikrettikçe, cinler ondan uzak dururlar ve ona vesvese vererek düşüncelerini bulandıramazlar; ama zikir terk edilince, cinler onun beynini istedikleri gibi etkileyerek hüküm altına alır, mânâsındadır.
Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor: Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, “köpek” sözcüğü okununca “havlamak” gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor. Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor.
Ahmed Hulûsi, 1986’da yayımlanan “İNSAN VE SIRLARI” kitabının, “Dünyadaki En Önemli Çalışma Zikir” adlı bölümünde bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Yaklaşık 14 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak cüzi bir kısmı doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girer; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşması imkânsızdır. Beyin, doğum anından sonra dışarıdan gelen ışın etkileriyle yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebet âtıl durmak için varedilmiş demek değildir bu...”
“Allâh ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim... ‘Allâh’ kelimesinin beyinde hatırlanması demek, bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir biyoelektriğin akışı demektir... Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akışı söz konusudur... Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır...”
Belleğin işlevi, John Horgan, “Dağınık İşlevler” makalesinde aynı konuyu şöyle açıklıyor: “Bu deney beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre de bölümlere ayrılıyor.”
Ahmed Hulûsi’nin, yine “İNSAN VE SIRLARI” adlı kitabındaki yanıtı ise şöyle: “Zikir yaptığınız zaman yani Allâh’a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman beyinde ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde, manyetik bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa tekrarlanan kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik, daha da güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor.”
ZİKİR birkaç çeşittir ve öncelikle ikiye ayrılır:
1. Genel zikir
a. Ruhaniyet zikri
b. Özel gayeye yönelik zikir
2. Özel zikir
a. Özel gayeye yönelik zikirler
b. Kişiye özel zikirler
Demiştik ki, belirli kelimelerin veya kelime gruplarının beyinde tekrarının adıdır ZİKİR...
Yapılan her zikirde, ne kelime olursa olsun, beyinde belirli bir frekansta dalga boyu üretilerek, beynin görev dışı olan hücreleri, o frekansla programlanır.
Şayet CİNNÎ ilhamla gelmiş bir kelime ya da Budistlerin meşhur “om” kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikamette bir gelişme sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek birtakım ilhamlar almaya başlar ve bunun sonunda, verilen ilhamlara göre, kendini UZAYLI, EVLİYA, MEHDİ NEBİveya ALLÂH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder...
Buna karşılık bir de İslâmî kaynaklarca öğretilen GENEL ZİKİRLER vardır ki; bunlar tamamıyla, kişinin Ruh gücünün artmasına ve Rabbine yaklaşmasına vesile olur…
Bu GENEL ZİKİRLER’e hemen bir iki misal verelim...
“SubhanAllâhi ve bihamdihi”
“SubhanAllâhi velhamdulillâhi ve lâ ilâhe illAllâhu vAllâhu ekber”
Bir de GENEL ZİKİR sınıflaması içinde yer alan “Özel gayeye yönelik” zikirler vardır; ilim talebine yönelik, kusurunu itirafa ve bağışlanmaya yönelik zikirler gibi... Hemen bunlara da örnek verelim:
“Rabbi zidniy ilmâ”
“Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inniy küntü minez zâlimiyn”
ÖZEL ZİKİR, esas olarak kişinin durumunu çeşitli yönlerde geliştirmeyi hedef alan, özel gayeler istikametinde gelişmeyi amaç edinen zikirlerdir.
ÖZEL ZİKİRLER, esas itibarıyla kişinin beyin programına, yani kendine has özellikleri, karakteristiği, kişisel arzu ve hedefine göre düzenlenen zikir formülleridir... Bu zikir terkipleri, belirli âyet ve hadislere dayanan dualar ile, o kişide kısa sürede gelişme sağlayacak, ilâhî isimler gruplarından oluşur...
Tarikatlarda verilen zikir formülleri günümüzde genellikle hep GENEL ZİKİR kapsamında olduğu için gelişme sürecini de otuz-kırk yıl gibi çok uzun zaman dilimlerine yaymaktadır.
Oysa, bu özel zikir formüllerini deneyenler, kendilerinde bir-iki sene gibi çok kısa süreler içinde büyük gelişmeler hissetmektedirler.
ÖZEL ZİKRİN, özel gayeye yönelik bölümünde yer alan bazı zikirlere misal vermek gerekirse, bu konuda şunları örnek olarak söyleyebiliriz:
“Allâhümme inniy es’elüke hubbeke”
“Allâhümme elhimniy rüşdiy”
“Kuddûs’üt tâhiru min külli sûin”
ÖZEL ZİKİR bölümündeki (b) şıkkında yer alan kişiye özel zikirler ise...
MÜRİYD
KUDDÛS
FETTAH
HAKİYM
RAHMÂN
RAHIYM
VEDUD
CÂMİ’
RÂFİ’ gibi...
Ve daha bunlar gibi Allâh’ın değişik isimlerinden oluşur. Bunlar kişinin beyin programının ihtiyaç gösterdiği bir biçimde; kişiye özel sayılar ile formüle edilerek çekilir ve kişi üzerindeki etkileri kısa sürede açığa çıkar.
Ancak, burada hemen şunu ilave edelim; bu zikir çalışması içinde, zikirle açılan ek kapasitenin değerlendirilmesi sırasında yoğun olarak ilime ağırlık verilmesi ve artan kapasitenin ilim ile değerlendirilmesi şarttır. Aksi hâlde bu kapasitenin cinnî ilhamlar istikametinde programlanması söz konusu olabilir ki; bu da hiç iyi olmaz...
Zikrin ne olduğunu tam anlamamış kişilerin, zikir yapılırken uyulması zorunlu şart olarak öne sürdükleri bir husus vardır; zikri tenhada, kimsenin olmadığı bir yerde, sessizlikte yapacaksın! Bu son derece yanlış bir zorlamadır ve asla şart değildir.
Tenhada bir yerde, yalnız başına olunan bir yerde, tefekkürle yapılan zikrin elbette birçok faydalı yönleri vardır ve bu asla inkâr edilemez...
Ancak, imkânı olamayan, bu yüzden zikir yapamaz, yapmamalıdır gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır. Her yerde, her zaman zikir yapılabilir demiştik. Nitekim, gerek Kur’ân-ı Kerîm’deki “ayakta, otururken ve yatarken” zikredilmesi gerektiğini bildiren âyet, gerekse de çarşı pazarda “Lâ ilâhe illAllâhu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdu yuhyi ve yumitu ve huve hayyun lâ yemûtu ebeden biyed’ihil hayr, ve huve alâ külli şeyin Kaadir” zikrinin yapılmasının hadsiz hesapsız ecir getirdiğini anlatan hadîs-î şerîf kapsamında, deriz ki her yerde her zaman zikir yapılır ve yapılmalıdır!
Zikir yaparken mutlaka tefekkür şart mıdır? Veya namaz kılarken -ki o da dua ve zikirdir- aklına başka şeyler gelmesi namazı bozar mı? Zikir veya namaz sırasında akla başka şeyler gelirse, okunulan dua ve zikirlerin gene de faydası dokunur mu?..
Kesin olarak söyleyelim ki, zikir yapılırken veya namaz kılarken akla gelen şeyler, yapılan çalışmaya asla zarar vermez.
Beyin, aynı anda sayısız konuda ve yönde faaliyet göstermektedir ki, bunların her biri de kendisi ile alâkalı bölümlerce ifa edilmektedir ve hepsi de yerini bulur!
Mesela, yolda yürürken, bir yandan tespih çekip, bir yandan başka şeyler düşünür, bir yandan da çevrenizi seyredersiniz. Bu faaliyetin her biri beyinde ayrı ayrı birimlerde değerlendirilir ve hepsi de yerini bulur... Mesela; evde bir yandan bir şeyler okuyup bir yandan tespih çekersiniz, bir yandan odada konuşulanlar kulağınıza gelir bir yandan da televizyona gözünüz kayabilir. Bunların hepsini de aynı anda yapabilirsiniz. Bu, beyninizin gelişmişlik derecesi ve çok yönlü çalışabilme özelliğiyle alâkalıdır. Manevî yönü olan kişiler, bütün bunların üstüne, bir de manevî irtibatlar hâlinde olup, onların da hakkını rahatlıkla edâ edebilirler.
Burada mühim olan, beyinde yapılan çalışma ve onun neticesinin otomatik bir biçimde ruha yüklenmesidir. Siz ister farkında olun, ister hiç fark etmeyin, değişmez! Nitekim, misal vermiştik, meyhanede içki içerken, rakı kadehi elde zikre başlayan kişi, devamı sonunda Hacc’a gidecek duruma erişmiştir sekiz ayda! Dolayısıyla, zikir için yalnızlığa çekilmek şart değildir.
Zikirden söz edildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:
— Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyleyelim? Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı? Allâh, sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?
Elbette, bu sorunun cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer! Öyleyse, dilimiz döndüğünce, bunun da izahını yapalım...
Bilelim ki; sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır! Olay beyinde, o anda içten yani kozmik boyuttan veya kozmik âleme ait bir varlıktan gelen; ya da dıştan yani çevremizde algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan gelen bir impulsla yani bir mikrodalga -ışınsal etki- ile başlar.
Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biyomanyetiği, sonra biyoelektriği ve daha sonra da biyoşimik yapısı tesir alır... Biyoşimik yapı aldığı tesirle kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar biyoelektrik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum söz konusu ise olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu algılarız!
Yani esas olan, dışta algıladığımız ses-görüntü değil, bir üst boyutta cereyan eden ışınsal yapı-biyoelektrik-biyoşimik üçlü sistemidir!
Şayet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek, anlayacağız ki; önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!
İnsan ise, kendi öz gerçeğini, Allâh’ı tanımak için var edilmiş, yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir. İnsanın kendini bu beden sanması, Kur’ân tâbiriyle “aşağıların en aşağısında var olması”; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “cennet hayatı” diye tanımlanmasına sebep olduğu için, insana tek bir görev düşmektedir: KENDİNİ ÖZ YAPISINDA TANIMAK!
Bunu da din, “NEFSini bilen RABbini bilir” diye formüllemiştir.
İşte, madde boyutunu asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının -beş duyu- kaydından ve onun getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; ışınsal evren gerçeğini fark edip idrak edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır.
Zikir, ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek bir sebepledir ki, Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.
Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir. Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir ki; bu da “zikir kelime ve kavramlarını” oluşturur.
Yani, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler hâlinde mevcut olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş hâline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.
Ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek bir sebepledir ki, Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.
Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir. Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir ki; bu da “zikir kelime ve kavramlarını” oluşturur.
Yani, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler hâlinde mevcut olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş hâline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.
Ve en az hayatında bir kere, kesinlikle, Kur’ân-ı Kerîm’i Arapça orijinal kelimeleriyle beyninde tekrar etmek ve bunu RUHUNA yani bir tür holografik ışınsal bedenine yüklemek zorundadır! Ki, ölüm ötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan bu bilgi kaynağından yararlanabilsin!
Ayrıca, bu kelimelerin Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun bir diğer sebebi de şudur: Bu Arapça kelimeleri, eğer Türkçe’ye çevirmeye kalkarsanız, bazen bir sayfa, bazen daha fazla yazmak zorunda kalırsınız; o anlamı verebilmek, o mânâyı kavrayabilmek için. Oysa, bunu tek kelime olarak tekrar imkânı mevcutken!..
Bilmem anlatabildim mi, zikirin neden daima geldiği orijinal lisanıyla yapılması gerektiğini?..
Kaynak: https://www.ahmedhulusi.org/tr/kita...cin-arapca-kelimeler-kullanilir#ixzz3mtC80Scm
DUA
bu konudaki Rasûlullâh’ın birkaç buyruğunu nakletmeye çalışalım size...
“Kader'i ancak dua değiştirir. Ömrü ise ancak iyilik uzatır. Şüphesiz ki, kişi işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”
“Kazayı’yı ancak dua geri çevirir... Ömrü ise iyilik uzatır.”
“Tedbirin kadere faydası olmaz; dua’nın ise gelmiş ve gelmemiş musîbetlere faydası vardır; şüphesiz ki belâ iner, dua onu karşılar ve kıyamete kadar çarpışırlar.”
sen, bilesin ki, yeryüzünde "halifesin!"
halife olarak sana, gönlüne, "beynine" bahşedilmiş yüce güçlerden haberin var mı?
dua ile zikir ile, o muhteşem beynin ile, kendindeki mekanizmayı harekete geçirebileceğinden haberin var mı?.. "en güçlü silah" olarak sana bağışlanmış dua
mekanizmasını biliyor musun?
gökte ve ötende sandığın "tanrını" terket; sonsuz ve sınırsız Allah'a yönel;
O'nun, her noktada ve zerrede mevcut olduğunu farket;
ve O'nu "gönlünde" bulmaya çalış!
sonra iste O'ndan, ne istersen!..
eşini, işini, aşını; ister mevlânı, ister şifanı!
bil ki, seni, her isteğine ve her arzuna kavuşturacak tek şey "dua" ve "zikir"'dir, bil ki dostum;
her zerrede tüm özellikleriyle mevcut olan ve kendinden gayrının varlığı asla söz konusu olmayan "Allah, senden sana icabet edecektir!..."
fakir, garîp, nice kişiler "dua ve zikir" ile nice"zalimsultanları" helâk ettiler!. nice yoksullar, büyük zenginliklere hep "dua ve zikir ile eriştiler!..
nice, dertli, sıkıntılı, hastalıklı, ezâ, çile çekenler,
hep kurtuluşu, selâmeti "dua ve zikir'de" buldular!..
“dua müminin silahıdır” diyor Rasûlullâh Muhammed Mustafa AleyhisSelâm...
bu konudaki bir başka hadîs-î kudsî de şöyle:
“Ey Âdemoğlu, dua senden, icabet benden; istiğfar senden, bağışlamak benden; tövbe senden, kabul etmek benden; şükür senden, fazlasıyla vermek benden; sabır senden, yardım benden... Ne istedin ki benden sana vermedim...”
İşte yukarıdaki hadîs-î kudsî’yi destekleyen bir âyeti kerîme:
“BANA DUA EDİN, SİZE İCABET EDEYİM!” (40.Mu’min: 60)
“RABB-ÜL ÂLEMÎN OLAN ALLÂH DİLEMEDİKÇE, SİZ DİLEYEMEZSİNİZ.” (81.Tekviyr: 29)
yani, sizde ortaya çıkan bu istek,
gerçekte Allâh istemiş olduğu için sizde ortaya çıkmaktadır! eğer, Allâh istememiş olsaydı, siz dahi o şeyi isteyemezdiniz.
dua ederken bazı hareketler oldukça önemlidir...
dua ederken, kollar koltuk altı görülecek bir şekilde yana açılıp, eller yüze paralel bir şekilde öne uzatılmalıdır.
takriben yüzden otuz santimetre mesafede parmak aralıkları hafif açık olan ellerin, parmaklardan çıkan ışınların, alından çıkan ışınlarla ilerde bir birleşim yapacak şekilde yönlendirilmesi son derece faydalıdır.
ellerden parmak uçlarından yayılan dalgalarla, beyinden “yönlendirilen” dalgalar, bir noktada birleşerek lazer ışını gibi etki ederek belli hususların oluşmasında son derece önemli rol oynarlar.
Bakın bu konuda Hazreti Rasûl AleyhisSelâm ne buyuruyor:
— Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allâh’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icabet edilir...
— Acele nasıl olur yâ Rasûlullâh?..
—Dua ettim ettim, kabul olmadı, der (de vazgeçer)... İşte bu yanlıştır; olana kadar ısrar etmek gerekir.
"dua" esas itibarıyla, beynin yönlendirilmiş dalgalarıdır Bu sebepledir ki, konsantrasyon ne derece güçlü olursa, DUA’ya icabet de o derece süratli olur... bunun için denmiştir, “mazlumun duası yerde kalmaz; âh alan felâh bulmaz!”
evet, eller ileri kollar açık dua demiştik... efendimiz böyle yapmış...çölde yaralı bir hâlde kendilerini bulan, yaralarını temizleyen, onları iyileştiren kimseleri öldürüp kaçanlar için Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) ayakta, elleri yukarıda tarif ettiğimiz biçimde açık olarak ashab ile beraber dua etmiş ve kaçan kişiler çok kısa süre içinde bulunarak yaptıklarının karşılığını almışlardır.
ayakta, eller tarif ettiğimiz biçimde avuç içleri yüze, kollar ileriye dönük olarak parmak uçları aracılığıyla yönlendirilmiş dalgalar şeklinde yapılan "dua" gibi, ayrıca, "secde" hâlinde yapılan "dua" da son derece etkilidir.
namazın, yani gece kılınan bir namazın son secdesinde, çeşitli kusurlarını itiraf edip, onlardan bağışlanma dilendikten sonra "dua" edilirse; ve istenen şeyin mahiyetine göre, birkaç gün üst üste veya günaşırı bir şekilde bu çalışmaya devam edilirse; takdiri ilâhî, o şeyin oluşmasına mutlaka cevap verir... çünkü; o "dua’nın" ısrarla devamına müsaade olunması, o duaya icabet edileceğinin de göstergesidir. zira, Allâh, kabul etmeyeceği "dua’ya" ısrarla devam şansı tanımaz. kişi, bir konudaki "dua’sında" ısrarlı değilse, o "duanın" yerine gelme şansı da son derece düşüktür.
"secde" hâlinde yapılan dua, hele kusurların itirafından sonra olursa, son derece güçlüdür demiştik. Niçin?
"secde"hâlinde, bedendeki kan yoğun bir biçimde başa, beyne akmakta, oksijen ve diğer enerji kaynakları tarafından beyin son derece mükemmel şekilde beslenmektedir. bu sebeple de çok güçlü dalgalar yayabilmektedir ayrıca gene secde hâlinde yapılan kusurları itiraf fiiliyle çok güçlü bir konsantrasyon ve yönelim meydana gelmekte, bu da arzulanan şey doğrultusunda güçlü dalgalar yayılmasına vesile olmaktadır "dua’yı" güçlendiren ve gerçekleştiren en önemli faktör ise "dua" anında, kişinin şuurunun "vehim"(kuruntu)tasarrufundan uzak kalmasıdır ve bu hâl de, secde yani, benlik kavramının kalktığı bir hâldir nitekim bu konuda bizi uyaran Hazreti Rasûl (s.a.v.), “şeksiz şüphesiz, kabul olacağından emin olunarak” dua edilmesini tavsiye etmiştir.
"dua’nın" tesirini kesen en önemli güç, gene kişinin kendisinde bulunan "vehim-vesvese kuvvesidir...
kişide, "vehim-vesvese" ne derece gerilemiş ise, "duas’sı" da o derece keskin ve süratli bir şekilde gerçekleşir
Allâh’a yakîn elde etmiş kişilerin "dua’sının" kabulündeki en önemli etkenlerden biri de,
o kişilerdeki "vehim-vesvesenin" oldukça düşük olmasıdır ayrıca, bu kişilerin, yaptıkları çalışma ve lütfu ilâhî sonucu olarak, çeşitli ilâhî güçlerin yapılarında ortaya çıkması da, elbette ki "dua’larının" süratle gerçekleşmesinde önemli bir faktördür.
ayrıca, dua konusunda, "şeytan" vasfıyla bilinen "cinler’in" insana çok yanlış fikirler telkini de söz konusudur;
ki bu da insanı bu çok etkili silahı kullanmaktan mahrum bırakır tam içinizden dua etmek gelmişken, "şeytan ismiyle, şeytaniyet vasıfları dolayısıyla lakaplanmış olan cinler", hemen bir vesvese verirler... örneğin:
“aman canım niye dua edeyim, nasıl olsa kaderde varsa olur...”
“dua etsem de etmesem de iş olacağına varır, ne diye dua edeyim?..”
ve, böylelikle siz, dua etmekten vazgeçip; en güçlü "silah" olan dua’dan mahrum kalırsınız dua’dan mahrum kalmak, dua etmemek suretiyle de nelerden mahrum kaldığınızı asla hayal bile edemezsiniz işte bu yüzdendir ki, Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm bakın bize neler tavsiye ediyor:
“Nalınınızın tasmasına, koyununuzun otuna kadar her şeyi Allâh’tan isteyiniz.”
“Allâh’ın fazlı kereminden isteyiniz, çünkü istenilmesinden hoşlanır...”
“Şüphesiz ki Allâh, ısrarla DUA eden kullarını çok sever.”
“Hassas olduğunuz saatlerde DUA etmeyi ganimet biliniz... Çünkü bu hâl rahmet saatinin hâlidir.”
bu son yazmış olduğum hadîs-î şerîf’te işaret edilen mânâ şudur: hassas olduğunuz demek, tamamıyla bir konuya konsantre olmaktan ileri gelen bir biçimde, son derece duygusal olma anlamı taşır. işte bu an, kişinin tamamıyla "Allah’a", net bir biçimde yönelmesi, anlamını taşır ve bu yöneliş, beynin tümüyle tek bir gayeye yönelik biçimde, kendisindeki ilâhî güçlerin ortaya konulması sonucunu doğurur dua’nın gerçekleşmesinde en önemli faktör, kişinin kendisini aradan çıkartarak; dilinde dua’yı okuyan, beyninde o talebi oluşturan olarak Hak’ın kalmasıdır bu takdirde;
“BİR İŞİN OLMASINI DİLERSE 'OL' DER VE OLUR!” (2.Bakara: 117)
Gayrı ihtiyarî hemen aklımıza gelebilir; canım DUA’nın da yeri mi olur? DUA etmek için özel yer mi arayacağız? Yerin ne münasebeti vardır DUA ile?..
Evet, her yerde DUA edilebilir!.. DUA için özel bir yer aramaya zaruret yoktur!
Ancak...
İnsan beyninin çalışma sistemi ve bulunduğu yerin manyetik alanı ile bulunduğu alandaki ışınsal ortam son derece yakından bağlantılıdır.
Yeraltındaki “ley hatlarının” oluşturduğu müspet enerji hatlarının gücünü arkasına alması, o beyin için son derece önemli olduğu gibi; ayrıca, beyinin içinde bulunduğu ortamı kaplayan ışınsal alanının oluşturduğu tesirler dahi son derece önemlidir.
dua eden kişinin çevresindeki kişilerin beyin dalgaları, kendisininki ile birleşerek son derece güçlü dalgalar üretilebileceği gibi; toplu dua’lar dahi büyük tesirler meydana getirir bu sebeptendir ki Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm şöyle buyurur:
“Üç kişi bir araya geldikleri zaman, birlikte ettikleri DUA’yı ALLÂH geri çevirmez.”
niçin belirli yerler? mesela nereleri?..
Kâbetullâh’ta yapılan DUA’lar, Arafat’ta yapılan DUA’lar, Medine’de Hz. Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın makâmında yapılan DUA’lar, Efes’te Meryem Ana Evi’nde yapılan DUA’lar, İstanbul’da Eyyûb Sultan namıyla bilinen sahabeden zâtın makâmında yapılan DUA’lar; bunun gibi her beldede, o beldedeki bilinen evliyaullâhtan olan zevâtın makâmlarında yapılan DUA’lar, daima güçlü DUA’lar olarak yerini bulur.
Burada iki önemli faktör mevcuttur:
1. O yerin kendi manyetik alanının yaydığı enerji...
2. O yere defnedilmiş zâtın ruhaniyetinin yaymış olduğu enerji...
ayrıca manevî gücü yüksek olduğuna inanılan kişinin huzurunda, bir cemaat eşliğinde yapılan du’lar da son derece yüksek tesir gücüne sahip olarak tespit edilmiştir
ZİKİR
ZİKİR konusunda halkımızın çok korktuğu bir husus vardır; elbette bunda en büyük faktör de “menfi şartlandırma”dır...
“Çok tespih çekme, deli olursun!..” türünden, kasıtlı ya da kasıtsız söylentilerin kesinlikle belli olan bir yönü vardır ki -o da “bilinçsizlik” olan ters şartlandırmadır- insanları zikir konusunda son derece ürkütmüştür.
Kur’ân-ı Kerîm her hâlükârda, ayakta, otururken, yan yatarken sürekli zikir yapılmasını tavsiye ederken; maalesef bu bilinçsiz çevreler insanları ellerinden geldiğince zikirden uzak tutmaya çalışmaktadırlar..
Evet, insan daima üç hâlden birindedir... Ya ayaktadır, ya oturuyordur, veyahut da yatmaktadır... İşte, yukarıdaki âyet, her üç hâlde de zikredilmesi gerektiğini bize açık seçik vurgulamaktadır.
Öyleyse bize düşen, elden geldiğince, zikir yapmaktır!.. Nerede olursak olalım, ister abdestli, ister abdestsiz, olabildiğince zikir yapmak suretiyle beynimizi geliştirelim, Allâh’a yakîn elde edelim.
Bizim, nice içki içen ve hatta alkolik olan kişiye zikir tavsiyemiz vardır ki, bunlar meyhanede içki içerken zikre başlamışlardır... Bir elinde içki kadehi, diğer elinde tespihle işe başlayan bu kişiler; zikrin beyinde yaptığı yeni açılımların sonucu kendilerinde meydana gelen idrakla bir süre sonra içkiyi bırakmışlar, ve daha sonra da kendi içlerinden gelen bir şekilde, hiçbir dış baskı olmaksızın beş vakit namaz kılıp, Hacc’a gitmişlerdir.
şunu kesinlikle ifade edeyim ki, çok tespih çekmek yüzünden hiçbir normal insan deli olmaz!
Ama şurası kesindir ki, çevresinde normal gibi tanınan oysa gerçekte şizoid ya da megaloman olan pek çok insan vardır!.. Bunların bu hasta durumları genellikle otuz beş-kırk yaşlarından sonra bazen de daha ileri yaşlarda ortaya çıkar... Hatta bazen de bir vesile olmazsa, hiç ortaya çıkmadan kapalı olarak bu dünyadan geçer giderler...
İşte, bu esasen hasta yapılı olan kişilerden biri, bir vesileyle tespih çekmeye başlamış ve daha sonra da yine bir vesileyle hastalığı ortaya çıkmışsa, art niyetli kişiler tarafından bu durum hemen tespih çekmeye ve zikir yapmaya bağlanarak, insanlar dinden ve zikirden soğutulur.
Oysa, normal yapılı, sağlıklı, akıl-mantık bütünlüğüne sahip bir insanda, zikrin asla hiçbir zararı yoktur!.. Aksine, bu tür bazı hastalıkları olan kişilerde dahi zikrin bazı faydaları olmakta; onların taşkın hâlleri zikir yoluyla oldukça kontrol altına alınabilmekte veya çok çok içe kapanık hâlleri daha dışa açılmaya yönlendirilebilmektedir...
Her ne kadar, düne kadar Türkiye’de tarikatlar yasak idiyse de, basında okuduğumuz ve çevremizden duyduğumuz kadarıyla, Türkiye’de neredeyse her beldede bir şeyh vardır ve bunların, belki de toplam Türkiye nüfusunun yarısına yakın derviş topluluğu vardır... Yani en azıyla Türkiye’de on milyon zikir yapan insan söz konusudur. Bu sayının yüzde ya da binde ya da on binde kaçı, eskiden normalken, tespih çekmek yüzünden akıl hastası olmuştur?..
Şunu kesin olarak ifade edelim ki; normal, sağlıklı, mantıksal bütünlük içinde yaşayan hiçbir insan, zikir çekmeye başlaması yüzünden deli olmaz, kafayı üşütmez! Şayet, belki on binde bir kişi böyle bir sebepten hasta oldu denirse, “onun geçmişini araştırın” deriz. Ya genetiğinde ya da doğuştan gelen sebeplerle bu hastalığın o kişide mevcut olduğu açık-seçik görülecektir.
ZİKİR, bize göre, bir insanın dünyada yapabileceği, en yararlı çalışma türüdür.
ZİKİR, her ne kadar “Allâh’ı anma” diye tercüme edilirse de, böyle bir ifade son derece yetersizdir.
1. ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin mânâsı istikametinde, beyin kapasitesini arttırır.
2. ZİKİR, beyinden üretilen ışınsal enerjinin RUH’a, yani bir tür holografik ışınsal bedene yüklenmesini ve böylece ölüm ötesi yaşamda güçlü bir RUH’a sahip olunmasını sağlar
3. ZİKİR, tekrar edilen mânâlar istikametinde beyinde anlayış, idrak ve o mânâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.
4. ZİKİR, Allâh’a yakîn sağlar.
5. ZİKİR, ilâhî mânâlar ile tahakkuku temin eder.
işte, birkaçını saydığımız bu özellikler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de, “ZİKİR” son derece övülen bir çalışma olarak belirtilmiş ve bu konuda ZİKRE önem vermeyenler şiddetle uyarılmışlardır:
“Kim (dünyevî-dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! Muhakkak ki bunlar onları (hakikate erme) yolundan alıkoyarlar da, onlar hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler!” (43.Zuhruf: 36-37)
“Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları - kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir!” (58.Mücâdele: 19)
“Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin!” (33.Ahzâb: 41)
“Kim zikrimden (hatırlattığım hakikatinden) yüz çevirir ise, muhakkak ki onun için (beden-bilinç kayıtlarıyla) çok sınırlı yaşam alanı vardır ve onu kıyamet sürecinde kör olarak haşrederiz.” (20.Tâhâ: 124)
“O hâlde beni zikredin (anın-düşünün) ki sizi zikredeyim...” (2.Bakara: 152)
“Kullarım sana BEN’den sorarlarsa, şüphesiz ki ben Kariyb’im (anlayış sınırı kadar yakın!) (“şahdamarından yakınım” âyetini hatırlayalım)... Yönelip isteyene (dua) icabet ederim...” (2.Bakara: 186)
“ŞEYTAN, ağzını ‘Âdemoğlu’nun kalbine koymuştur. O Allâh’ı zikrettikçe şeytan çekilir... Gaflete düşüp zikri bırakınca kalbini yutar!..” bu hâdis-i şerîf teşbih yani benzetme yollu bir anlatımdır... kişi Allâh’ı zikrettikçe, cinler ondan uzak dururlar ve ona vesvese vererek düşüncelerini bulandıramazlar; ama zikir terk edilince, cinler onun beynini istedikleri gibi etkileyerek hüküm altına alır, mânâsındadır.
Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor: Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, “köpek” sözcüğü okununca “havlamak” gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor. Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor.
Ahmed Hulûsi, 1986’da yayımlanan “İNSAN VE SIRLARI” kitabının, “Dünyadaki En Önemli Çalışma Zikir” adlı bölümünde bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Yaklaşık 14 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak cüzi bir kısmı doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girer; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşması imkânsızdır. Beyin, doğum anından sonra dışarıdan gelen ışın etkileriyle yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebet âtıl durmak için varedilmiş demek değildir bu...”
“Allâh ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim... ‘Allâh’ kelimesinin beyinde hatırlanması demek, bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir biyoelektriğin akışı demektir... Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akışı söz konusudur... Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır...”
Belleğin işlevi, John Horgan, “Dağınık İşlevler” makalesinde aynı konuyu şöyle açıklıyor: “Bu deney beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre de bölümlere ayrılıyor.”
Ahmed Hulûsi’nin, yine “İNSAN VE SIRLARI” adlı kitabındaki yanıtı ise şöyle: “Zikir yaptığınız zaman yani Allâh’a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman beyinde ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde, manyetik bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa tekrarlanan kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik, daha da güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor.”
ZİKİR birkaç çeşittir ve öncelikle ikiye ayrılır:
1. Genel zikir
a. Ruhaniyet zikri
b. Özel gayeye yönelik zikir
2. Özel zikir
a. Özel gayeye yönelik zikirler
b. Kişiye özel zikirler
Demiştik ki, belirli kelimelerin veya kelime gruplarının beyinde tekrarının adıdır ZİKİR...
Yapılan her zikirde, ne kelime olursa olsun, beyinde belirli bir frekansta dalga boyu üretilerek, beynin görev dışı olan hücreleri, o frekansla programlanır.
Şayet CİNNÎ ilhamla gelmiş bir kelime ya da Budistlerin meşhur “om” kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikamette bir gelişme sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek birtakım ilhamlar almaya başlar ve bunun sonunda, verilen ilhamlara göre, kendini UZAYLI, EVLİYA, MEHDİ NEBİveya ALLÂH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder...
Buna karşılık bir de İslâmî kaynaklarca öğretilen GENEL ZİKİRLER vardır ki; bunlar tamamıyla, kişinin Ruh gücünün artmasına ve Rabbine yaklaşmasına vesile olur…
Bu GENEL ZİKİRLER’e hemen bir iki misal verelim...
“SubhanAllâhi ve bihamdihi”
“SubhanAllâhi velhamdulillâhi ve lâ ilâhe illAllâhu vAllâhu ekber”
Bir de GENEL ZİKİR sınıflaması içinde yer alan “Özel gayeye yönelik” zikirler vardır; ilim talebine yönelik, kusurunu itirafa ve bağışlanmaya yönelik zikirler gibi... Hemen bunlara da örnek verelim:
“Rabbi zidniy ilmâ”
“Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inniy küntü minez zâlimiyn”
ÖZEL ZİKİR, esas olarak kişinin durumunu çeşitli yönlerde geliştirmeyi hedef alan, özel gayeler istikametinde gelişmeyi amaç edinen zikirlerdir.
ÖZEL ZİKİRLER, esas itibarıyla kişinin beyin programına, yani kendine has özellikleri, karakteristiği, kişisel arzu ve hedefine göre düzenlenen zikir formülleridir... Bu zikir terkipleri, belirli âyet ve hadislere dayanan dualar ile, o kişide kısa sürede gelişme sağlayacak, ilâhî isimler gruplarından oluşur...
Tarikatlarda verilen zikir formülleri günümüzde genellikle hep GENEL ZİKİR kapsamında olduğu için gelişme sürecini de otuz-kırk yıl gibi çok uzun zaman dilimlerine yaymaktadır.
Oysa, bu özel zikir formüllerini deneyenler, kendilerinde bir-iki sene gibi çok kısa süreler içinde büyük gelişmeler hissetmektedirler.
ÖZEL ZİKRİN, özel gayeye yönelik bölümünde yer alan bazı zikirlere misal vermek gerekirse, bu konuda şunları örnek olarak söyleyebiliriz:
“Allâhümme inniy es’elüke hubbeke”
“Allâhümme elhimniy rüşdiy”
“Kuddûs’üt tâhiru min külli sûin”
ÖZEL ZİKİR bölümündeki (b) şıkkında yer alan kişiye özel zikirler ise...
MÜRİYD
KUDDÛS
FETTAH
HAKİYM
RAHMÂN
RAHIYM
VEDUD
CÂMİ’
RÂFİ’ gibi...
Ve daha bunlar gibi Allâh’ın değişik isimlerinden oluşur. Bunlar kişinin beyin programının ihtiyaç gösterdiği bir biçimde; kişiye özel sayılar ile formüle edilerek çekilir ve kişi üzerindeki etkileri kısa sürede açığa çıkar.
Ancak, burada hemen şunu ilave edelim; bu zikir çalışması içinde, zikirle açılan ek kapasitenin değerlendirilmesi sırasında yoğun olarak ilime ağırlık verilmesi ve artan kapasitenin ilim ile değerlendirilmesi şarttır. Aksi hâlde bu kapasitenin cinnî ilhamlar istikametinde programlanması söz konusu olabilir ki; bu da hiç iyi olmaz...
Zikrin ne olduğunu tam anlamamış kişilerin, zikir yapılırken uyulması zorunlu şart olarak öne sürdükleri bir husus vardır; zikri tenhada, kimsenin olmadığı bir yerde, sessizlikte yapacaksın! Bu son derece yanlış bir zorlamadır ve asla şart değildir.
Tenhada bir yerde, yalnız başına olunan bir yerde, tefekkürle yapılan zikrin elbette birçok faydalı yönleri vardır ve bu asla inkâr edilemez...
Ancak, imkânı olamayan, bu yüzden zikir yapamaz, yapmamalıdır gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır. Her yerde, her zaman zikir yapılabilir demiştik. Nitekim, gerek Kur’ân-ı Kerîm’deki “ayakta, otururken ve yatarken” zikredilmesi gerektiğini bildiren âyet, gerekse de çarşı pazarda “Lâ ilâhe illAllâhu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdu yuhyi ve yumitu ve huve hayyun lâ yemûtu ebeden biyed’ihil hayr, ve huve alâ külli şeyin Kaadir” zikrinin yapılmasının hadsiz hesapsız ecir getirdiğini anlatan hadîs-î şerîf kapsamında, deriz ki her yerde her zaman zikir yapılır ve yapılmalıdır!
Zikir yaparken mutlaka tefekkür şart mıdır? Veya namaz kılarken -ki o da dua ve zikirdir- aklına başka şeyler gelmesi namazı bozar mı? Zikir veya namaz sırasında akla başka şeyler gelirse, okunulan dua ve zikirlerin gene de faydası dokunur mu?..
Kesin olarak söyleyelim ki, zikir yapılırken veya namaz kılarken akla gelen şeyler, yapılan çalışmaya asla zarar vermez.
Beyin, aynı anda sayısız konuda ve yönde faaliyet göstermektedir ki, bunların her biri de kendisi ile alâkalı bölümlerce ifa edilmektedir ve hepsi de yerini bulur!
Mesela, yolda yürürken, bir yandan tespih çekip, bir yandan başka şeyler düşünür, bir yandan da çevrenizi seyredersiniz. Bu faaliyetin her biri beyinde ayrı ayrı birimlerde değerlendirilir ve hepsi de yerini bulur... Mesela; evde bir yandan bir şeyler okuyup bir yandan tespih çekersiniz, bir yandan odada konuşulanlar kulağınıza gelir bir yandan da televizyona gözünüz kayabilir. Bunların hepsini de aynı anda yapabilirsiniz. Bu, beyninizin gelişmişlik derecesi ve çok yönlü çalışabilme özelliğiyle alâkalıdır. Manevî yönü olan kişiler, bütün bunların üstüne, bir de manevî irtibatlar hâlinde olup, onların da hakkını rahatlıkla edâ edebilirler.
Burada mühim olan, beyinde yapılan çalışma ve onun neticesinin otomatik bir biçimde ruha yüklenmesidir. Siz ister farkında olun, ister hiç fark etmeyin, değişmez! Nitekim, misal vermiştik, meyhanede içki içerken, rakı kadehi elde zikre başlayan kişi, devamı sonunda Hacc’a gidecek duruma erişmiştir sekiz ayda! Dolayısıyla, zikir için yalnızlığa çekilmek şart değildir.
Zikirden söz edildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:
— Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyleyelim? Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı? Allâh, sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?
Elbette, bu sorunun cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer! Öyleyse, dilimiz döndüğünce, bunun da izahını yapalım...
Bilelim ki; sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır! Olay beyinde, o anda içten yani kozmik boyuttan veya kozmik âleme ait bir varlıktan gelen; ya da dıştan yani çevremizde algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan gelen bir impulsla yani bir mikrodalga -ışınsal etki- ile başlar.
Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biyomanyetiği, sonra biyoelektriği ve daha sonra da biyoşimik yapısı tesir alır... Biyoşimik yapı aldığı tesirle kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar biyoelektrik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum söz konusu ise olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu algılarız!
Yani esas olan, dışta algıladığımız ses-görüntü değil, bir üst boyutta cereyan eden ışınsal yapı-biyoelektrik-biyoşimik üçlü sistemidir!
Şayet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek, anlayacağız ki; önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!
İnsan ise, kendi öz gerçeğini, Allâh’ı tanımak için var edilmiş, yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir. İnsanın kendini bu beden sanması, Kur’ân tâbiriyle “aşağıların en aşağısında var olması”; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “cennet hayatı” diye tanımlanmasına sebep olduğu için, insana tek bir görev düşmektedir: KENDİNİ ÖZ YAPISINDA TANIMAK!
Bunu da din, “NEFSini bilen RABbini bilir” diye formüllemiştir.
İşte, madde boyutunu asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının -beş duyu- kaydından ve onun getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; ışınsal evren gerçeğini fark edip idrak edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır.
Zikir, ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek bir sebepledir ki, Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.
Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir. Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir ki; bu da “zikir kelime ve kavramlarını” oluşturur.
Yani, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler hâlinde mevcut olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş hâline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.
Ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek bir sebepledir ki, Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.
Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir. Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir ki; bu da “zikir kelime ve kavramlarını” oluşturur.
Yani, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler hâlinde mevcut olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş hâline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.
Ve en az hayatında bir kere, kesinlikle, Kur’ân-ı Kerîm’i Arapça orijinal kelimeleriyle beyninde tekrar etmek ve bunu RUHUNA yani bir tür holografik ışınsal bedenine yüklemek zorundadır! Ki, ölüm ötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan bu bilgi kaynağından yararlanabilsin!
Ayrıca, bu kelimelerin Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun bir diğer sebebi de şudur: Bu Arapça kelimeleri, eğer Türkçe’ye çevirmeye kalkarsanız, bazen bir sayfa, bazen daha fazla yazmak zorunda kalırsınız; o anlamı verebilmek, o mânâyı kavrayabilmek için. Oysa, bunu tek kelime olarak tekrar imkânı mevcutken!..
Bilmem anlatabildim mi, zikirin neden daima geldiği orijinal lisanıyla yapılması gerektiğini?..
Kaynak: https://www.ahmedhulusi.org/tr/kita...cin-arapca-kelimeler-kullanilir#ixzz3mtC80Scm