Tasavvuf Felsefesi, Evrenin varlık sebebi, mevlana, Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem, Ölüm ya da Yeniden Doğuş
Tasavvuf felsefesinin bu önemli ismi hayatını; ‘hamdım, piştim, yandım’; sözleri ile özetlemiştir.
Tasavvuf felsefesine göre; aşk her şeyin üzerindedir. Evrenin varlık sebebi aşktır.
Bir rivayete göre Tanrı; ‘Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi, sevilmeyi istedim’ demiş ve sırf kendi güzelliğine âşık olmak için insanoğlunu yaratmıştır. Bu yolda Hallac-ı Mansur Enel Hak (Ben Hak’kım) diyerek, ‘aşkın yaradanda yok olmak’ olduğunu iddia etmiş ve bu iddiasının karşılığını da yakılıp küllerinin Dicle’nin suyuna savrulmasıyla ödemiştir. Uzun yıllar sonra Mevlana gibi büyük bir mutasavvıf Hallac-ı Mansur’un teşhisinin doğruluğunu savunmuştur. Çünkü mutasavvıflara göre aşık olunan ve kavuşmak için arzulanan Allah’tır.
Tasavvuf felsefesine göre; insani aşk, ilahi aşkın yeryüzüne yansımasından ibaretken bir diğer inanışa göre ise ruhlar yarımdır ve aşıklar ne zaman bir bedende iki ruh olursa işte o zaman ruhlar tamamlanır.
Bu haliyle aşk, her türlü dünya nimetinin, varlık ve yokluğun üzerideyken her türlü başka beşeri durumunda ötesindedir.
Bu tür aşktan yoksun kalmış insanoğlu yalnız başına sadece bir tenden ibarettir. Bu tene can olan ise sevilen, yani canandır. Aşksız insan bir boşluk içerisinde savrulup dururken hayatı bir düzensizlikler silsilesidir.
Mevlana ise aşkı, ‘tapılması gereken bir din’ olarak nitelemektedir.
Aşk ve Tasavvuf
Tasavvuf felsefesinin dayanağı olarak görülebilecek bu felsefe tasavvuf edebiyatının da yapı taşlarını oluşturur, rengini verir.
Göz; insanın dünyaya açılan gönül penceresi olduğundan aşkın ilk filizlendiği yer gözlerdir. Tasavvuf edebiyatında sevilenin kaşları yaya gözleri ise kalbi hedef alan oka benzetilir. Gül, bülbül ise yine bu edebiyatın önemli imgeliridir.
Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem’i aşklarında ortaklaştıran bir yer vardı ki o da kavuşamama, buluşamama halleridir. Çünkü aşkın büyüklüğü ve büyüsü çekilen cefada ve çilede gizlidir. Tıpkı edebiyatın büyüsü gibi…
Çağdaşlarımızdan bir örnekle; Aragon’un dediği; ‘mutlu aşk yoktur’; ifadesini başka pek çok şekilde yorumlamak mümkünse de; mutluluk edebiyatın konusu olabilecek güçlü bir imge ve anlatım konusu değilken; mutsuzluk, olanaksızlık, kavuşamama, çekilen acılar edebiyatı edebiyat yapan önemli imgeler olarak karşımıza çıkar.
Ölüm ya da Yeniden Doğuş
Ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul eden Mevlana öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen ‘Şeb-i Arûs’ diyordu ve dostlarına, ölümünün ardından ‘Ah vah edip ağlamamalarını’ vasiyet ediyordu.
Türbesi bugün de, bir zamanlar görkemli Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’nın en ünlü binasıdır. Türbenin hemen yanında ise, Mevlana’nın el yazma eserlerinin bulunduğu müzeyi bulabilirsiniz.
Lütfen Mevlana’nın, ‘Gel, ne olursan ol, yine gel’ diyen sesine kulak verin. Aşkla yoğrulmuş tasavvuf felsefesinin el yazmaları arasından sızan, 13. Yüzyıl Anadolusu’nun mistik havasını koklamak için Mevlana’nın Konya’da bulunan müzesini ziyaret etmek yeterlidir.
Tasavvuf felsefesinin bu önemli ismi hayatını; ‘hamdım, piştim, yandım’; sözleri ile özetlemiştir.
Tasavvuf felsefesine göre; aşk her şeyin üzerindedir. Evrenin varlık sebebi aşktır.
Bir rivayete göre Tanrı; ‘Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi, sevilmeyi istedim’ demiş ve sırf kendi güzelliğine âşık olmak için insanoğlunu yaratmıştır. Bu yolda Hallac-ı Mansur Enel Hak (Ben Hak’kım) diyerek, ‘aşkın yaradanda yok olmak’ olduğunu iddia etmiş ve bu iddiasının karşılığını da yakılıp küllerinin Dicle’nin suyuna savrulmasıyla ödemiştir. Uzun yıllar sonra Mevlana gibi büyük bir mutasavvıf Hallac-ı Mansur’un teşhisinin doğruluğunu savunmuştur. Çünkü mutasavvıflara göre aşık olunan ve kavuşmak için arzulanan Allah’tır.
Tasavvuf felsefesine göre; insani aşk, ilahi aşkın yeryüzüne yansımasından ibaretken bir diğer inanışa göre ise ruhlar yarımdır ve aşıklar ne zaman bir bedende iki ruh olursa işte o zaman ruhlar tamamlanır.
Bu haliyle aşk, her türlü dünya nimetinin, varlık ve yokluğun üzerideyken her türlü başka beşeri durumunda ötesindedir.
Bu tür aşktan yoksun kalmış insanoğlu yalnız başına sadece bir tenden ibarettir. Bu tene can olan ise sevilen, yani canandır. Aşksız insan bir boşluk içerisinde savrulup dururken hayatı bir düzensizlikler silsilesidir.
Mevlana ise aşkı, ‘tapılması gereken bir din’ olarak nitelemektedir.
Aşk ve Tasavvuf
Tasavvuf felsefesinin dayanağı olarak görülebilecek bu felsefe tasavvuf edebiyatının da yapı taşlarını oluşturur, rengini verir.
Göz; insanın dünyaya açılan gönül penceresi olduğundan aşkın ilk filizlendiği yer gözlerdir. Tasavvuf edebiyatında sevilenin kaşları yaya gözleri ise kalbi hedef alan oka benzetilir. Gül, bülbül ise yine bu edebiyatın önemli imgeliridir.
Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem’i aşklarında ortaklaştıran bir yer vardı ki o da kavuşamama, buluşamama halleridir. Çünkü aşkın büyüklüğü ve büyüsü çekilen cefada ve çilede gizlidir. Tıpkı edebiyatın büyüsü gibi…
Çağdaşlarımızdan bir örnekle; Aragon’un dediği; ‘mutlu aşk yoktur’; ifadesini başka pek çok şekilde yorumlamak mümkünse de; mutluluk edebiyatın konusu olabilecek güçlü bir imge ve anlatım konusu değilken; mutsuzluk, olanaksızlık, kavuşamama, çekilen acılar edebiyatı edebiyat yapan önemli imgeler olarak karşımıza çıkar.
Ölüm ya da Yeniden Doğuş
Ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul eden Mevlana öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen ‘Şeb-i Arûs’ diyordu ve dostlarına, ölümünün ardından ‘Ah vah edip ağlamamalarını’ vasiyet ediyordu.
Türbesi bugün de, bir zamanlar görkemli Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’nın en ünlü binasıdır. Türbenin hemen yanında ise, Mevlana’nın el yazma eserlerinin bulunduğu müzeyi bulabilirsiniz.
Lütfen Mevlana’nın, ‘Gel, ne olursan ol, yine gel’ diyen sesine kulak verin. Aşkla yoğrulmuş tasavvuf felsefesinin el yazmaları arasından sızan, 13. Yüzyıl Anadolusu’nun mistik havasını koklamak için Mevlana’nın Konya’da bulunan müzesini ziyaret etmek yeterlidir.