Sustum yürüdüm

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,107
Tepkime puanı
81
Yürüdüm
yüreğimin yollarına sererek hıçkırıklarımı
yağmur yağmur tomurcuklara yağdı gözyaşlarım
en içli sevdalarla beslerken yüreğimi
duygularımı aşkın denizine düşürdüm
acılarki zemheri kadar karlı, bir yol gibi uzun
kimseler görmesin diye
gözlerimde sel sel taşan yalnızlığı
kimseler duymasın diye
ışık sızmayan bir bodrumun karanlığına gömdüm sesimi

ey dedim sustum
hey dedim sustum
ah dedim sustum
vay dedim sustum
unutsun yollar beni
unutsun güvercinim

öldüm
kirletilmiş gökyüzüne savurarak hayallerimi
yükleyip cesedimi yüreğimin ağrılarına
kayboldum korkunç uğultusunda rüzgarların
acının sevinçle kucaklaşacağı zamanlara saklamak için özyaşlarımı
bir yıldızın karanlığa gözkırpacağı gecelere bırakıyorum yaralarımı
dertlerimi denizlere salıyorum ki gemiler alıp gitsin uzak kıyılara

Ey hayat kırgınım
hüznüm yırtık gömlek gibi durur her gece sırtımda
kırılgan bakışlarımda hüzün sızıyor aynalara her gece
ne kimselere anlatacak bir öyküm var mutlulukla başlayan
ne de bir sevinç, gözlerimde bahar yeşili umutlar taşıyan
şimdi mutsuzum avuntusuz ve suskun
şiirlerimi dudağında yitirdim aşkın

ey dedim sustum
hey dedim sustum
ah dedim sustum
vay dedim sustum
unutsun yollar beni
unutsun güvercinim

ey gecelerinde kahrolduğum hayat
sokaklarında sırılsıklam ıslandığım şehir
artık bu yerlere sığamıyorum
gökyüzünde katar katar turnalar göçüyor sılama
turnalar gidiyor ben kalıyorum
uyku tutmuyor geceleri
yitik düşlerimin gölgesine sığınıyorum
gölgeler gidiyor ben kalıyorum
bilki göçmen hiç bir kuş uçamaz kanatları kırıksa

hasretim ince bir yoldur yangınlara
kırıldı kendime saklaya saklaya içimdeki gül
tut ellerimden alıp beni sevinçlere götür ikigözüm
vefasız dünyanın ihaneti bittirir beni
ardına saklanacak bir gölgemde yok

sevinçler dağıtırken acılar toplayan bir çardak kuşuyum şimdi
şimdi ömrüm, saçlarım kadar karlı ve puslu
hüzünlü bir ırmaktır şimdi yanaklarımda yüreğime akan
bilki artık hiç bir şey avutmuyor beni
şefkatine sığındığım sıcak bir kucak bile
ezilmiş gelinciklerin çığlığında gizledim sesimi ve gözyaşımı
kırların ürperişi gibi dökülüyor dudağımda sözcükler
hıçkırıklar boğazıma tıkanıyor her defasında
her defasında dudağımda binlerce şiir kanar
her defasında içimde binlerce şiir yanar

ah yaralı güvercinim
içime vurma kanatlarını
ya topla git yaralı kanatlarını içimden
ya gittiğin yere benide götür...

burada kimse aldırmıyor sevdalara artık
duygular mı köreldi? biz mi yetimiz ah
acının ve aşkın kesiştiği yerde
avcıların sarp kayalara sürdüğü iki ceylan gibi yaralı kaldık
tutup kime anlatsak acıyan yanlarımızı
yaralarımız ağıt olur uçar gökyüzünün böşluğuna

yüreğimin içini sevgi ile doldurup yakmak geçiyor içimden
ve sabahın seher yellerine savurmak küllerini
kurtulmak için prangalardan
bilirimki yaşamak saralı bir sancıdır sancıyan yaralara

ey dedim sustum
hey dedim sustum
ah dedim sustum
vay dedim sustum
unutsun yollar beni
unutsun güvercinim

ah yaralı güvercinim
yüreğimin ince sızısı benim
gidiyorum işte
hep üşüdüğüm bu hayat sahnesınde
gözlerimde iki yetimlik ah
gidiyorum
yolculuklara hüzün rengi veren şiirlerle
kan rengi şarkılar bırakıyorum kalanlara
gölgemde yok arkasına saklanayım

sayki ben hiç ağlamadım, gülmedim
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
tatmadım sevgiyi, acıyı, ihaneti
sayki ben hiç doğmadım, ölmedim

yokum artık yokumsayın beni
ölmüş gibi değil, hiç doğmamış gibi

 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,107
Tepkime puanı
81
Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil.
Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.

Aklım ermiyor ki, sustuğumu bileyim. Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim.
Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler;
sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi.
Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye.
Değirmende konuşan taş değil midir peki?
Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi?
Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr?
Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların?
Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?

Sahiden taş mı kesildin? Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın.
Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın.
(Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.)
Sana değdiği yerde dirilir sessizlik.
Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk; şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir.
Sen, dağı delen Ferhat'sın;
söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar.
Sen Aslı'ya Kerem'sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir.
Sen Kerem'in Aslı'sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar;
"Ol!"sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.

Taşın sözü yok mudur ey yâr? Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır.
Çatlaklarından acılar sızar; kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar.
Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur; anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur.
Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.

Taş zamanla eskimez mi? Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin.
Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın.
Usulca sokulursun odama; "tik-tak", sadece "tik-tak", eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın;
elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın. sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın.
Sen çoğaldıkça ben azaldım; seni tükettim derken ben tükendim.
Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.

Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni.
Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın.
Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında?
Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah?
Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin.
Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin.
Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin metanetin değil mi?
Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi?
Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?

Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan?
Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi.
Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan.
Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara.
Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan.
Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır.
Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır.
Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası.
Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz.
İki nefes ortasında dikilir taşımız.
Taştan taşa koşar bakışımız.
Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.

Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok.
Kendime söyleyecek sözüm yok. Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr.
Suskunluğum taş olmaklığımdan.
Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.

Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk...
Taşıdığım sensin ey yâr.
Söze sığdıramadığım. Ve hiç susturamadığım.
Ne oldu kalbime? Katılaştı, katılaştı.
Taştan da katılaştı.
Ağlarsa, taşlar ağlar.
Ben ağlayamadım; sen ağla...
Taş değil misin ey yâr?



Senai DEMİRCİ
 
Üst Alt