- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Sırr-ı Hilafet-i İnsaniye
وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ
Yani: Düşün o zamanı ki, Rabb’in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melâike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb’in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevab verdi.
Arkadaş! Melâikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü isbat ve izah edeceğiz.
Birinci Makam: Arz’ın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder.
Evet, o burçlarda melaikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki; nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki; pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından; o yüksek, müzeyyen sarayları, sâkinlerden boş, hâlî olduğunu itikad eder.
Melâikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüd o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasib sâkinlerin bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasib hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri pek uzak olduklarından görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.
Binaenaleyh arzın zevilhayatla dolu olmasından kat'iyetle anlaşılıyor ki; bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavâtta, şeriatın melaike ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuddur.
İkinci Makam: Bundan evvel isbat ve izah edildiği gibi; hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ-i akl u nakl, manevî bir icma' ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlarına hükmetmişlerdir; fakat tabirleri çeşit çeşittir. Meselâ: Meşaiyyun, enva'-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva' ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuvâ-yı sariye ile tâbir etmişlerdir.
S- Kâinatın irtibatını, hayatını te'min için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?
C- Senin dediğin o sârî kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma'kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.
Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasib ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melaike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülâsa: Melâikenin mâna-yı hakikatı, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melâikenin sûretleri, eşkalleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nuranî cisimlerdir.
Üçüncü Makam: Arkadaş! Melâike mes'elesi öyle mes'elelerdendir ki; bir cüz'ün sübutiyla, küll sabit olur; bir ferdin vücudiyla, nev' tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma' ve ittifakla melâikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melâikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir. Kezalik, beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılâbda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike itikadının bir hakikata, bir asla dayanmaması ve mebadi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş'et eden ve müşahedat vakıalarından hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet bu itikad-ı umumînin sebebi; kat'î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat'î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike mes'elesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.
Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev'in vücudu tahakkuk eder. Nev'in vücudu tahakkuk etse, herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır:
Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük ni'metleri tadad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve Arz'ın müştemilâtı ona teshîr edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de, beşerin arza hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.
İkinci Vecih: .........
Üçüncü Vecih: Evvelki âyetle, canlı mahlûkatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyet ile de, o meskenlerin sâkinleri olan beşer ve melâikeye işaret edilmiştir. Ve keza o âyet, hilkatın silsilesine; bu âyet ise, zevi-l -ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.
Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksad beşer olduğu ve Hâlık'ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: "Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk'a ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?" Sâmi'in bu vesvesesini def' için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedîa bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ül Guyub'un ilmindeki bir hikmet içindir.
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:
وَ اِذْ : Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi( اِذْ ), diğer bir( اِذْ )i iktiza eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır: اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ ilââhir... Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.
اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً : Cenab-ı Hak, müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melâikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmi'in zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti: 1- Melaike ne dediler? 2- Taaccüble hikmeti sordular. 3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gadabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır. İşte Kur'an-ı Kerim قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi', Cenab-ı Hak'dan verilecek cevabı beklerken Kur'an-ı Kerim قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ cümlesiyle cevab vermiştir. Yani "Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam." ferman etmiştir.
وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ
Yani: Düşün o zamanı ki, Rabb’in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melâike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb’in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevab verdi.
Arkadaş! Melâikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü isbat ve izah edeceğiz.
Birinci Makam: Arz’ın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder.
Evet, o burçlarda melaikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki; nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki; pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından; o yüksek, müzeyyen sarayları, sâkinlerden boş, hâlî olduğunu itikad eder.
Melâikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüd o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasib sâkinlerin bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasib hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri pek uzak olduklarından görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.
Binaenaleyh arzın zevilhayatla dolu olmasından kat'iyetle anlaşılıyor ki; bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavâtta, şeriatın melaike ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuddur.
İkinci Makam: Bundan evvel isbat ve izah edildiği gibi; hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ-i akl u nakl, manevî bir icma' ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlarına hükmetmişlerdir; fakat tabirleri çeşit çeşittir. Meselâ: Meşaiyyun, enva'-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva' ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuvâ-yı sariye ile tâbir etmişlerdir.
S- Kâinatın irtibatını, hayatını te'min için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?
C- Senin dediğin o sârî kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma'kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.
Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasib ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melaike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülâsa: Melâikenin mâna-yı hakikatı, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melâikenin sûretleri, eşkalleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nuranî cisimlerdir.
Üçüncü Makam: Arkadaş! Melâike mes'elesi öyle mes'elelerdendir ki; bir cüz'ün sübutiyla, küll sabit olur; bir ferdin vücudiyla, nev' tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma' ve ittifakla melâikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melâikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir. Kezalik, beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılâbda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike itikadının bir hakikata, bir asla dayanmaması ve mebadi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş'et eden ve müşahedat vakıalarından hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet bu itikad-ı umumînin sebebi; kat'î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat'î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike mes'elesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.
Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev'in vücudu tahakkuk eder. Nev'in vücudu tahakkuk etse, herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır:
Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük ni'metleri tadad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve Arz'ın müştemilâtı ona teshîr edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de, beşerin arza hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.
İkinci Vecih: .........
Üçüncü Vecih: Evvelki âyetle, canlı mahlûkatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyet ile de, o meskenlerin sâkinleri olan beşer ve melâikeye işaret edilmiştir. Ve keza o âyet, hilkatın silsilesine; bu âyet ise, zevi-l -ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.
Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksad beşer olduğu ve Hâlık'ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: "Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk'a ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?" Sâmi'in bu vesvesesini def' için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedîa bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ül Guyub'un ilmindeki bir hikmet içindir.
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:
وَ اِذْ : Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi( اِذْ ), diğer bir( اِذْ )i iktiza eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır: اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ ilââhir... Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.
اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً : Cenab-ı Hak, müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melâikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmi'in zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti: 1- Melaike ne dediler? 2- Taaccüble hikmeti sordular. 3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gadabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır. İşte Kur'an-ı Kerim قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi', Cenab-ı Hak'dan verilecek cevabı beklerken Kur'an-ı Kerim قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ cümlesiyle cevab vermiştir. Yani "Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam." ferman etmiştir.