PEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN İSRÂ VE MÎRAC - Bölüm-2

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
İsrâ ve Mîrac mucizesi Bölüm-1
Hicret'ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi.
Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ* ve Mîrac** mucizesi vuku buldu. Şöyle ki:

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûli Zîşan Efendimizi Mescidi Haram'dan ** alıp Burak'la Mescidi Aksâ'ya*** götürdü.
Oradan da, gökyüzündeki hârika icraat ve Cenâbı Hakk'ın kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı.
Semâ tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü.
Habibi Hûda Efendimiz, sonra da Sidrei Münteha makamına götürüldü.
Oradan da "imkân ve vücub ortasında da Kabı Kavseyn'le işaret olunan" makama çıktı.
Kendilerine birçok acîb ve garib şeyler temâşâ ettirildi.
Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde, mekândan münezzeh olan Cenâbı Hakk'ın bizzat İsrâ: Gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.

Mîrac: "Yükseğe çıkmak" mânâsına olan "uruç"tan alınmış isimdir ve "merdiven" demektir.
Bu itibarla Mîrac, Resûli Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor.
Mîracı anlatan hadîslerde Peygamber Efendimizn "Urîce bi [Yükseğe çıkarıldım]." tâbiri sebebiyle bu mucize "Mîrac" adıyla anılmıştır.

Mescidi Haram: Mekke Mescididir ki, Kâbei Muazzama'nın etrafında ve Kabe'yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübarek sahaya "Haremi Şerif de denilir.
"Harem" denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin vâcib olması sebebiyledir.

Mescidi Aksa: Kudüs Mescididir. Diğer bir adı "Beyti Makdis'tir.
Yeryüzünde ilk defa Kabe, ondan sonra Mescidi Aksa bina kılınmıştır.
Mescidi Haram'dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.

kelâmını işitti ve Cemâli Pâkini müşahede etti.
Aynı gece hânei saadetine geldi.

Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün zâtıyla ilgili bu mucizesini Kur'ânı Azîmüşşanında bize şöyle haber verir:

"Kulunu (Muhammed'i [s.a.v.] ) bir gece Mescidi Haram'dan (alıp) Mescidi Aksâ'ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanlıktan) münezzehtir. (O Mescidi Aksa ki) Biz onun etrafına (feyz) ve bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden hârikalardan) bazılarını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir."352

Bu âyeti kerîme aynı zamanda İsrâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir.
O da, Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk'm kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, "Sözler" isimli eserinin Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir.
O da, Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk'ın kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, "Sözler" isimli eserinin Mîracı Nebevîyeye dair kısmında, "Mîrac meselesi, erkânı îmaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir.
Ve erkânı îmaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkânı îmaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez.
Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miraçtan bahsedilmez.

Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor." dedikten sonra "Hikmeti Mîrac nedir?" sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:

"Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki fikri beşer ulaşamıyor, o kadar derindir ki ona yetişemiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki akıl kendi başıyla göremiyor.

Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir.

Şöyle ki:

"Şu Kâinatın Halikı, şu kesret tabakatında nuru Vahdetini ve tecellîi Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebdei vahdete bir haytı ittisal suretinde bir mîracla bir ferdi mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makasıdı İlâhîyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyinei mahlûkatında cemâli san'atını, kemâli Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir.
Hem sânii âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır.
Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbubu lizatihîdirler, yâni bizzat sevilirler.
Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır.
O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzda tezahür ediyor.
Masnuatını sever; çünkü, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür.
Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır.
Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurun içinde câmiiyyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur.
İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî, kemâlâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir.
İşte, sânii mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecellîi muhabbetin bütün envaını, bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envaı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyla göstermek için şecerei hilkatten bir meyvei münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaikı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebdei evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadr bir haytı ittisal hükmünde olan bir mîracla, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yeti cemâline müşerref etmek ve ondaki hâleti kutsîyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermaniyla tavzif etmektir.


"Şimdi şu hikmeti âliyyeye bakmak için 'iki temsil' dürbünüyle tarassud edeceğiz.


"Birinci temsil:

"Nasıl ki bir sultanı zîşanın, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok cevahirin envai bulunsa, hem sanayii garibede çok mehareti olsa ve hesapsız fünunu acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûmu bediaya, ilim ve ıttılai olsa... her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultanı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâli manevîsini iki vecihle müşahede etsin.
Bir veçhi: Bizzat nazarı dekaikâşinasiyle görsün.
Diğeri: Gayrın nazaryla baksın.
Ve şu hikmete binâen elbette, cesim, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar.
Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatiyle süslendirip, kendi desti san'atının en güzel, en lâtif san'atlarıyla zînetlendirir.
Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder.
Ve ulûmunun âsârı mûcizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra, nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafeti âmme ihzar eder.
Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder.
Sonra birisini yâveri ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir.
O acîb san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ dairei hususîyesine kadar getirir.
Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemâlâtmı ona bildirir.
Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir.
Tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşiyle, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarını işaretlerini öğretip,—derunundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?—o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultanı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

"Aynen öyle de, Ezel, Ebed Sultanı olan Sânii Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, her bir mevcut, pek çok dillerle O'nun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir.
Esmâi Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her bir unvanı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir.
Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitabı kâinatı, zamanı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esma ve kemâlâtı İlâhîyyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşri mi'şarını daha okuyamamış.
İşte, şöyle bir sarayı âlemi, kendi kemâlât ve Cemâli manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîli Zülcemâl, Cemîli Zülcelâl, Sanii ZülkemâPin hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlemi arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin.
O saraydaki acâibin menbalarını ve netaicinin mahzenleri olan avalimi ulvîyyede birisini gezirsin.
Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurbu huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muallim ve saltanatı Rububiyyetine bir dellâl ve marziyyatı İlâhîyyesine bir mübelliğ ve sarayı alemindeki âyâtı tekviniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin.
Mûcizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin.
Kur'ân gibi bir fermanla o şahsı, Zâtı ZülcelâPin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

"İşte, miracın pek çok hikmetinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik.
Şâirlerini kıyas edebilirsin.

"İkinci Temsil:
"Nasıl ki bir zâtı zîfünun, mûciznüma bir kitabı telif edip yazsa... öyle bir kitap ki her sahifesinde 100 kitap kadar hakaik, her satırında 100 sahife kadar lâtif mânâlar, her bir kelimesinde 100 satır kadar hakikatler, her harfinde 100 kelime kadar mânâlar bulunsa, bütün o kitabın maanî ve hakaikları, o kâtibi mûciznümanın kemâlâtı mânevîyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez.
Her hâlde o kitabı, bazılara ders verecek.
Tâ o kıymettar kitap, mânâsız kalıp beyhude olmasın.
Onun gizli kemâlâtı zahir olup kemâlini bulsun ve cemâli manevîsi görünsün.
O da sevinsin ve sevdirsin.
Hem o acîb kitabı bütün meanisiyle, hakaikryla ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

"Aynen öyle de, Nakkaşı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaikı esmasını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esma ve sıfatını bildirir, ifade eder.
Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder.
Bahusu böyle her bir harfi, binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez.
Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır.
Hem umumunu, en ârnm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir.

Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikım ders vermek için, gayet yüske bir seyrü sülük ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakatı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor.
İşte, şu temsille mîracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin." 353

353 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 536539/
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt