Nereye Kadar Kanun

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,345
Tepkime puanı
25
Etrafımızdaki âlemi biz daha çok kanunlarla tanırız. Tabiat kanunları dediğimiz bu olgu, aslında, çevremizdeki varlıkları ve olayları incelediğimiz zaman karşımıza çıkan düzendir. Gökten yere herşeyde karşımıza çıkan bir düzendir bu. Yüzlerce bilim dalından herbiri, bu kozmik düzenin bir tezahürünü inceler.

Ne var ki, bu düzen ve bu kanunlar hakkında bütün bildiğimiz, onların belirli bir şekilde işlemekte olduğudur. Biz olayların sürekli olarak belli bir şekilde cereyan ettiğini gözleriz ve buna bir isim takarız: çekim kanunu, termodinamik kanunları, hidrodinamik kanunları gibi. Bir de, bunların formüllerini çıkarır, hesabını yaparız.


Gözlemek, isim takmak, hesap yapmak-tabiat olayları ve tabiat kanunları ile ilgili olarak elimizden gelen şey bu kadardır. Bu kanunlar nedir, nereden gelir, nasıl birşeydir? Çeken cisim nasıl çeker, niçin çeker? Enerji nedir, kütle nedir, elektrik nedir, ses nedir, hayat nedir, ölüm nedir, duygu nedir. Böylece uzayıp giden bir kâinat dolusu liste, bizim mahiyetini bilmediğimiz, fakat sadece birer isim takarak “bildiklerimiz” başlığı altına aldığımız şeylerle doludur.


Kanunlar hiçbir zaman bir varlık olarak karşımıza çıkmaz; onlar sadece olayların cereyan ediş şeklidir. Fakat bu cereyan edişteki süreklilik ve düzen, tabiatta böyle bir kanunun var olması gerektiği konusunda bizde bir kanaat uyandırır. Bundan daha da önemlisi, bu süreklilik ve düzeni tercih eden bir iradenin ve bu tercihi etkili kılan bir gücün varlığıdır. İşte bu, kanunun kendisinden daha kesin bir gerçek olarak çıkar karşımıza. Çünkü kanun sadece bir cereyan ediş şeklidir ve istatistiksel bir sonuçtan ibarettir; onlardaki tercih ve sonuçtaki tesir ise ap açık görülen gerçeklerdir. Bu itibarla, kanundan söz edilen her yerde, kanun koyucu ve uygulayıcıdan da söz etmek gereği doğmaktadır. Veya, daha doğru ve kestirme bir ifadeyle, ortada kanun diye bir varlık yoktur; kanun koyucu, işlerini kendi koyduğu bir âdet üzerine yapmaktadır. Biz bu âdete tabiat kanunu der, çıkarız işin içinden.


Kanun koyucuyu dikkate aldığımızda, “tabiat kanunu” adını verdiğimiz şeylerin, aslında birer İlâhî kanundan başka birşey olmadıklarını görürüz. Bunlar, tıpkı semâvî kitaplarda bize bildirilen emirler ve kanunlar gibi birer kanundur; yalnız tebliğ ve uygulama şekillerinde farklılıklar vardır. Tabiat kanunlarıyla, hayata gelir gelmez tanışmaya başlarız. Bu kanunlar akıllı-deli, mü’min-kâfir ayırımı yapmaz; ödülü de, cezası da peşindir. Bununla birlikte, bu kanunların işleyişi de, bir bütün olarak göz önüne alındığında, bir kanun koyucunun tercihlerini açıkça yansıtmaktadır.


Güneşin her günkü doğuşunda ve batışında bu tercihleri ayrı ayrı görmekte zorlanabiliriz. Çünkü bu kesin bir hesaba bağlanmıştır ve bu hesaba dayanarak, biz bundan yıllarca sonraki bir günde, dünyanın herhangi bir köşesinde güneşin kaçta doğacağını hesaplayabiliyoruz. Çekim kanunları ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak da yıllar sonrasına uzanan dakik hesaplarımız, bir uzay aracı ile Güneş Sisteminin en uzak gezegenleri arasındaki randevunun gerçekleşmesini sağlayabiliyor. Ama hayatımız bütün ayrıntılarıyla önceden belirleyebildiğimiz hesaplar üzerine oturmuyor. Meselâ önümüzdeki Haziran ayının 27’sinde nerelerin ne kadar yağmur alacağını bilemiyoruz. Doğacak bir çocuğun siması hakkında hiçbir tahminde bulunma imkânımız yok. Dünyaya gelenin de bu dünyadan ayrılış zamanını ve şeklini tayin edemiyoruz. Yerkabuğunu, hareketlerini, depremi, fay hattını pek çok incelikleriyle öğrensek de, belirli bir fay hattının yakın gelecekteki davranışı ile ilgili tahminlerimiz bilim adamlarının sayısı kadar farklılık gösterebiliyor.

17 Ağustos depreminden sonra, deprem konusunda öyle bir bilgilenme süreci yaşadık ki, neredeyse öğrenmediğimiz şey kalmadı-birtek şey dışında: ne zaman, nerede, ne şiddette deprem olacak? Oysa asıl öğrenmek istediğimiz şey bundan başkası değildi!


Evet, depremlerin bir İlâhî kanun olduğunu öğrendik. Fay hatları boyunca yerleşme birimleri kurmanın, bu kanuna isyan anlamını taşıyacağını ve buna göre karşılık göreceğini öğrendik. “Depremle yaşamaya alışmalıyız” diyenlerle yaşamayı bile öğrendik. Ama bu arada, (1) bu kanuna karşı koyacak bir beşerî güç bulunmadığını, (2) bu kanun hakkında bilmediğimiz, belki de kesin olarak hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz şeyler bulunduğunu da öğrendik.


Veya, başka bir şekilde ifade edecek olursak, tabiat kanunlarının varlığı kadar kesin bir gerçekle karşı karşıyayız: Kanunların işleyişinde, işin en ince ayrıntılarına kadar nüfuz eden bir irade kendisini belli ediyor. Bu kanunların sergilediği âhenk ve düzen, herşeyi kuşatan bir bilgi ve iradeyi gösterdiği gibi; “belirsizlik” olarak karşımıza çıkan tercihler de, bu bilgi ve iradenin en ince ayrıntıları bile kapsadığını gösteriyor.

Ayrıntılara inmek, bizim zihnimizde hoş çağrışımlar yapmayabilir. Çünkü bize daha çok, büyük insanların büyük işlerle, küçük insanların da küçük işlerle uğraştığı öğretilmiştir. Büyüklerin en büyüğü olan Tanrı ise, bu durumda, küçük işlerle hiç uğraşmaması gereken bir varlık olarak belirebilir zihinlerde. Zaten böylesi de pek çoğumuzun işine gelmekte, günlük hayatımıza Tanrıyı karıştırmadan devam etme fırsatı vermektedir! Ne var ki, bir fay hattında öyle bir “Tanrı”dan boşalan yeri kimsenin dolduramadığını da hep beraber görüyoruz. Sonuç: bir söylentiyle sokağa dökülen şehirler, bir hafif sallantıyla deprem yüzünden değil, panik sonucu yaralanan yüzlerce kişi, sinirleri gerilmiş, uykusu kaçmış milyonlar, her an kendisini ecelin pençesinde bulma korkusunu yaşayan bir toplum... Fakat ne yerkabuğunun umurunda bir toplumun problemi, ne dünyanın, ne yıldızların. Ayrıntıdan söz eden insanın kendisi bir küçük ayrıntıya dönüşüyor da kimse farkına bile varmıyor! O zaman insan anlıyor bir ufak ayrıntının bir koca âlem barındırdığını.


Nasıl barındırmasın? Bir karıncanın, bir arının hayatı yüzyıllardır bilimlerin konusunu teşkil ediyor; sırlarının çoğu hâlâ çözülmüş değil. Atomun içine girdiğimizde, maddenin esrarını çözeceğimizi sanıyorduk; halbuki bu asıl maceranın başlangıcı oldu. Derinlere daldıkça öğrendiğimiz en önemli şey, küçülen boyutlarla birlikte âlemlerin daha da büyüdüğü oldu. Yeryüzünün çeşitli köşelerinde bir milyondan fazla böcek türü keşfettik; baktık ki türler keşfetmekle bitecek gibi değil. Şimdilik tahminlerimiz, dünyada 50 milyon tür canlının barındığı şeklinde. Bu türlerden herbirinin sayısız fertleri var ve bu fertlerden herbiri de kendi içinde bir âlem barındırıyor.


Onların yiyip içtiklerini bir yana bırakalım, sadece ömürlerinin belirlenmesinde dahi ayrıntıların bütününe hâkim bir bakış açısının gerekliliğini görmek zor değildir. Tek bir sineğin normal üreme hızı, daha bir seneyi doldurmadan yeryüzünün bütün karalarını metrelerce kalınlığında bir sinek tabakasıyla kaplamaya yeter. 50 milyon tür canlıdan herbirinin, kendi haline bırakıldığında, bu gezegeni istilâ etme kapasitesi vardır. Onlardan herbiri için belirlenecek ömrü sebeplere, tesadüfe, hayvanların birbirini yemesine bırakacak olursanız, yeryüzündeki hayatın birkaç asır devam etmesi bile mümkün olmazdı. İngilizler, spor olsun diye avlamak için Avustralya’ya birkaç çift tavşan götürdüler; sonra yüzyıllar boyunca onlarla uğraştılar da baş edemediler. Başardıkları tek şey, bölgedeki dengeleri bütünüyle alt üst etmekten ibaret kaldı. Oysa yeryüzünde hayat, bütün canlılığıyla bütün tazeliğiyle ve bütün neş’esiyle milyonlarca senedir sürüp gidiyor. Bunun tek açıklaması, ayrıntıdır. Gelmiş ve gelecek herbir canlının aldığı her nefesi, yediği her lokmayı, ömrünün her saniyesini tek tek dikkate almayan global bir hesap, bu hayatı bugünlere taşıyamazdı. Hesabın inceliği, daha önce de gördüğümüz gibi, daha kâinatın ilk ânında kendisini belli etmiştir. Bu, Güneş-Dünya mesafesinde milimetrenin binde birine kadar inen bir inceliktir.


Ayrıntılarla uğraşmayan bir Tanrı fikri birçok insana cazip gelse de, insan için-ve bütün bir kâinat için-en rahat yol, herşeyi bütün ayrıntılarıyla birlikte ’a bırakmaktan ibarettir. Bizim dilimizde “ayrıntı” olan şey, gerçekte bir âlemdir ve taklidi imkânsız bir san’at sergilemektedir. O’nun büyüklüğü ise, bütün bu âlemlerin hepsine birden Rab olmasındadır. Biz bu büyüklüğün nasıl birşey olduğunu algılayamasak da, O’nda böyle bir büyüklük bulunması gerektiğini anlayabiliriz. Önceki gözlemlerimizi hatırlayacak olursak, “başlangıç ile sonun, en küçük ile en büyüğün, birşey ile herşeyin bütünlüğü,” böyle bir büyüklüğü gerekli kılmaktadır. bu konuda beşer zihnini zorlayan şey, bu büyüklüğün benzersiz oluşudur. Ne var ki, içinde yaşadığımız âlemin de bildiğimiz kadarıyla bir benzeri yok. Bu benzersiz eserin sahibi de, hiç şüphe yok, benzersiz olacak ve biz onun sıfatlarını kavrama konusunda kendimizi acz içinde bulacağız.


Hz. Ebu Bekir’in dediği gibi, “Birşeyi anlayamayacağını anlamak da bir anlayıştır.”

(Bir Deprem Yaratmak)
 
Üst Alt