Mütevekkil kim

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,107
Tepkime puanı
81
Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu sebepleri de yaratan Allah’tan bilmek, daima O’na güvenmek, O’na dayanmaktır.

İçinde bulunduğumuz dünya hayatı, maddi alemin bir parçasıdır. Cenab-ı Hak madde alemini yaratırken, onun ayrılmaz bir özelliği olarak sebepleri de beraberinde var etmiştir. Bu alemdeki işleyiş sebep-sonuç ilişkisine göredir. Her sebep bir sonucu, her sonuç yeni bir sonucun sebebini doğurur.

Sebep sonuç ilişkisi


Kainattaki işleyişin sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde yürüyor olması, bir yandan da insanoğlunun imtihanıdır. Onun sebeplere mi yoksa o sebeplerin ardındaki ilahî güce mi güvenip bel bağlayacağı bu imtihanın başlıca konusudur.
Eğer kul, sebeplerin ardındaki eşsiz ve kesin gücü fark eder ve ona itimat ederse ne âlâ. Değilse, dünyaya taparcasına bağlanan, olup biten her şeyi maddi sebeplerle izah etmeye çalışan, işin manevi tarafını ıskalayan, kalpsiz, maddeci bir varlık olup çıkar. Bu zihniyetle yetişen tüccar sermayesine, toprak sahibi mahsulüne, makam sahibi koltuğuna ve ilişkilerine güvenir.

Böyle kimseler için kaybetmek ölmekten farksız olduğundan, sahip oldukları şeylere adeta dişle tırnakla tutunurlar. Bu da onları manevi değerleri önemsemeyen, hırslı, kibirli, şefkat ve paylaşımdan yoksun insanlar yapar. Bunun bir adım ötesinde ise ciddi bir iman kriziyle baş başa kalma tehlikesi vardır.

Şu halde, sebeplerin ardındaki mutlak gücü yani Allah Tealâ’yı unutmamak, daima O’na güvenip, O’na dayanmak gerekir. Sebeplerin yaratıcısı varken sebebin kendisine takılıp kalmak, gönül bağlamak, öz dururken kabuğa takılmaya benzer.

Sebebi de sonucu da yaratana dayamak

Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu sebepleri de yaratan Allah’tan bilmek, daima O’na güvenmek, O’na dayanmaktır. İşte bu şuur ve anlayışa “tevekkül” denilir. Kur’an-ı Kerim “İnananlar yalnızca Allah’a tevekkül etsinler/güvensinler.” (Maide,11) buyurmakla, tevekkülü sadece imanlı kimselere özgü kılmıştır.

Tevekkül geniş anlamıyla şöyle tarif edilebilir: Dini yahut dünyayı ilgilendiren her hususta, alınabilecek bütün önlemleri aldıktan, gereken sebeplere sarıldıktan sonra işin sonucunu Allah Tealâ’ya havale etmek, O’ndan gelene baş göz üzere deyip razı olmaktır. Bir diğer ifadeyle; dinen mahsuru olmayan sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri var eden, onlara tesir gücü veren Yaratıcı’dan beklemek, O’na güvenmektir.

Cüneyd-i Bağdadî hazretleri tevekkülü: “Kalbin, her durumda Allah Tealâ’ya itimat etmesi, güven duyması” olarak tanımlamıştır. (Kitabu’l-Lüme’ fi’t-Tasavvuf)

İbrahim Havvas hazretleri demiştir ki; “Tevekkül, Allah Tealâ’dan başka hiç kimseden korkmamak, onlara umut bağlamamaktır.” (Teberanî, Tefsir-i Kebir)

Şakîk b. İbrahim ise; “Allah Tealâ’nın vaat ettiklerine karşı kalbin tam anlamıyla inanıp mutmain olması..” diye nitelemiştir. (Sülemî, et-Tefsîr)

Mütevekkil kim?

Tevekkül sahibi kimseye “mütevekkil” denir. Mütevekkil insan zahiren her ne kadar sebeplerle içli dışlı gözükse de, bu durum onun sonuçları sebeplerden beklediği ya da dünya ehli olduğu manasına gelmez. Zaten tevekkül ile dünya sevgisi aynı kalpte barınamazlar. Bu sebepten olsa gerek ki Zünnun Mısrî hazretleri, tevekkül sahibi kimsede bulunması gereken üç özelliği sayarken bunlardan birinin de, kalpteki dünyevî alakaları azaltmak olduğunu söylemiştir. Diğer ikisi ise mahlukata yaranma alışkanlığını terk etmek ve bedeli ne olursa olsun her zaman doğruyu söylemektir. (Hilyetu’l-Evliyâ)

Denilmiştir ki tevekkül sahibi kimsenin alameti, doğru söylemesi kendisine zarar verecek ve yalan söylemesi büyük fayda sağlayacak olsa bile, doğru söylemeyi tercih etmesidir.

Tevekkül ehli olunca

Tevekkül ehli kişinin diğer insanlara göre pek çok avantajı vardır.Mesela mütevekkil kimse bilir ki kulun dilemesi Allah’ın dilemesinin önüne geçemez. Bu da onu psikolojik bunalımlardan, çağın hız ve stresine kapılmaktan uzak tutar. Gönlü de, ruhu da huzur ve tatmin bulur.

Yine tevekkül etmek kişiye güven duygusu aşılar, cesaretini arttırır. O nedenle Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki “İnsanların en kuvvetlisi olmak isteyen kişi Allah’a tevekkül etsin.” (Suyûtî, Camiu’s-Sağîr)

Öte yandan tevekkül, zorluk ve sıkıntının ilacıdır. Veli zatlardan İbrahim Havvas’a, öldürücü çöl yolculuklarına dayanmasının hikmeti sorulduğunda, o bunu kalbinin tevekkül üzere olmasına bağlamıştır. (Kuşeyrî, Risale)

Yine tevekkül sahibi kimsenin rızkında meydana gelen artma veya eksilme onu yarın ne olacak kaygısına itmez.

Çünkü bilir ki rızık Allah’tandır. Ve kime ne takdir edilmişse o kadarına ulaşacaktır. Bu da onu elindekiyle yetinmeyi bilmeye, kanaatkâr olmaya götürür.

Tevekküle eşlik eden kanaat kişiyi çalışmaktan alıkoymaz. Çalışır ama hırslanmaz. Miskin miskin oturup tevekkül ettiğini söyleyen kimsenin bu yaptığı tembellikten başka nedir ki?

Hz. Ömer r.a., Medine’de boşta gezen bir gruba:

– Siz necisiniz, diye sorduğunda onlar:

– Biz mütevekkil kimseleriz, diye karşılık verdiler.

Bunun üzerine Hz. Ömer r.a. dedi ki:

– Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici) kimselersiniz! Tohumumu tarlaya atıp daha sonra Allah’a itimat eden kimseye mütevekkil denir. (İbn Ebi’d-Dünya, Kitâbü’t-Tevekkül)

Kısmetse eğer ele gitmez!

Son devrin din alimlerinden merhum Ömer Nasuhi Bilmen, tevekküle ilişkin bir hadis-i şerifi açıklarken diyor ki:

“İnsanlar rızıklarını elde etmek için çalışmaya, gayret göstermeye muhtaçtırlar. Allah’ın takdiri böyledir. Fakat rızık talep ederken nefsine fazla eziyet vermek, ihtiras göstermek, aç ve susuz kalacakmış gibi ümitsiz olmak caiz değildir. Bilakis insan kendisini tehlikeye atmaksızın kabiliyetine göre çalışmalıdır, asla ümitsizliğe düşmemelidir. Hayat devam ettikçe mutlaka rızkına kavuşacağını düşünmelidir. Daima ölçülü hareket edip Cenab-ı Hak’tan hayırlı rızıklar temenni etmelidir. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanından ümit kesmek bir mümin için asla caiz değildir.

Ol ki maksumun (kısmetin) ola gitmez ele / Ol ki maksum (kısmet) değil, girmez ele.” (Ö. N. Bilmen, 500 Hadis)

Önce tedbir

Tevekkül, kimi kişilerce tedbir almaksızın işlerin Allah’a havale edilmesi olarak algılansa da gerçek hiç de öyle değildir. Hz. Peygamber s.a.v., devesini salıveren ve Allah’a tevekkül ettim diyen kişiyi: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (Tirmizî) diye uyarmıştır. Bu da söz konusu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor.

Tekrar vurgulayalım; tevekkül, gereken çabayı gösterip her türlü tedbiri aldıktan sonra, işin sonucunu tam bir teslimiyetle Allah Tealâ’ya havale etmektir.

Sebepler Allah Tealâ’nın yeryüzündeki vasıtalarıdır. Bize düşen, mutlak tesir sahibinin sebepler değil, onların ardında bulunan ilahî güç olduğunu idrak etmek ve tek hakim olan Allah’a gönülden bağlanıp güvenmektir.

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 51)


 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,107
Tepkime puanı
81
Başımıza gelen en küçük bir sıkıntı ve musibet karşısında, kendimizi güçsüz hissetmemizin sebebi tevekkülsüzlük, yani ALLAH’a bağlanmak, yalnız O’na dayanmak yerine, başka şeylere bel bağlamamızdır.

Tevekkül; bütün güç ve kuvvetten sıyrılarak her hususta ALLAH’a (cc) güvenip dayanmaktır. Tevekkül; ALLAH-u Zülcelal’e sımsıkı sarılıp her şeyden soyutlanarak, ALLAH Azze ve Celle’nin kadiri mutlak (mutlak güç sahibi) olduğunu bilmektir.

Tevekkül; kalbin ALLAH`a tam îtimat ve güveni, hatta başka şeylere dahi güvenmeyi ve dayanmayı düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları ALLAH`tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz.

Tevekkül dört kısma ayrılır

1- Yaratılmışlara tevekkül etmek; yani insanlara tevekkül “falan kimse hayatta olduğu sürece benim için endişe edilecek bir şey yok” der. Kendisi gibi fani olan insana güvenip dayanır.

2- Mala tevekkül; mala tevekkül eden; “Benim bu malım, mülküm, param olduğu sürece bana bir şey olmaz, kimse bana bir şey yapamaz, ben her istediğimi alırım, her şeyi yaparım” gibi bütün gücünü mülkünden alır ve güveni sahip olduğu maladır. Bu kimse de aldanmışlardandır.

3- Nefse tevekkül etmek; “Benim canım sağ olduğu müddetçe, bu kuvvet sıhhat ve güç bende olduğu sürece, sırtım yere gelmez” diye düşünen kimsenin tefekkürüdür. Bu kimse de nefsinin istek ve arzularının peşinde esir olur ve doğru yoldan çıkar.

4- ALLAH-u Zülcelal’e tevekkül; “Zengin veya fakir olmamın hiçbir önemi yoktur” der, “Çünkü ALLAH benimledir.” der, “Nasıl dilerse beni o hale sokar, isterse aç bırakır, isterse nimetlendirir” der. İşte insanı kurtaran tevekkül budur. Mü’mine yakışan tefekkür de budur işte.

Tevekkül ahlakı

Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini ALLAH-u Teâlâ’ya bırakması bir işe başlarken, sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi, kalbin her işte ALLAH’a îtimat etmesi, güvenmesidir.

Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra, işin sonucunu ALLAH’a bırakması, O’nun yaratacağı neticeyi teslimiyet ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca ALLAH’a güvenip, akıbetinden endişe etmemesidir.

Tevekkül, insanın geçimini sağlamak için çalışmasından sonra olur.Yoksa hiçbir şey yapmadan oturup; “Ben ALLAH‘a tevekkül ettim” demek çok yanlıştır.

Bir örnek verecek olursak, çiftçi tohumunu tarlaya ektikten sonra, ALLAH’a (cc) tevekkül eder. Bu noktada Seyyid Abdülhakim Hüseyni Hz. Şöyle buyurmuştur; “Sebeplere sarılın ve geçiminizi temin etmeye çalışın. Bir kimse kendi ihtiyacını karşılamak için bir şey yapmazsa, ilk yiyeceği şey dinidir.”

Ayet-i kerimede ALLAH (cc): “Eğer mümin iseniz, sadece ALLAH’a tevekkül edin” buyurmuştur. (Maide, 23)

Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır. “Eğer siz ALLAH’a nasıl tevekkül etmek lazımsa öyle tevekkül etseniz; açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin yuvalarından çıkan ve akşamları karınları doymuş olarak yuvalarına dönen kuşlara rızık verdiği gibi hiç şüphesiz size de rızık verirdi." (Tirmizî, İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.91, Hadis :79.)

“Tevekkül makamların birincisi, insanın ALLAH-u Zülcelal’e ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olmasıdır.”

Tevekkül’ün yeri

Tevekkülün yeri kalptir. Zahiri olarak çalışmak kalpteki tevekküle aykırı değildir, tam aksine tevekkülün bir parçasıdır. İnsan, takdirin ALLAH (cc) tarafından olduğuna yakîn olarak kanaat ettiğinde, her hangi bir isteğini elde edemediği zaman; “ALLAH (cc) takdiri budur.” Elde ettiğinde ise “Bu ALLAH Azze ve Celle’nin bir lutfudür” diye düşünür. Bu şekilde tevekkülü sağlam olan kimsenin başkaları hakkındaki tevekkülü de sağlam olur.

Yani kendi nefsinin acizliğini bildiği için kendisine güvenmeyen kimse, başkalarının da kendisi gibi aciz olduğunu bilir ve onlara güvenmez, sadece ALLAH’a güvenir. Unutmamak lazımdır ki bütün kainatı ve içindekileri ALLAH Azze ve Celle yaratmıştır ve onları rızıklandırmayı, muhafaza etmeyi de üzerine almıştır. Böyle olduğu halde ALLAH’tan (cc) başka şeylere tevekkül etmek, onlardan medet beklemek ne kadar yanlıştır.

ALLAH (cc) katında çok makbuldür

Netice olarak; tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir.

Maddî ve mânevî kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır: Gereğinden fazla hırs, istek, rekâbet gibi insana huzur ve rahat vermeyen haller; “iflâs edersem, vereme yakalanırsam, işimden atılırsam” gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen ıstırapları vb.

Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler.

Bunların günleri ah, vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini bir takım maddî imkânlarla da gidermek mümkün olmaz.

Ancak gönlüne, ALLAH’a tevekkülü hakkıyla yerleştirebilmiş bir Müslüman asla böyle değildir; o, her zaman mutlu ve çok rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki sonsuz rahmet sahibi ALLAH-u Teâlâ sevdiği kulunu, insanın kendisini düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.

Demek ki gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla bir tevekkülün yer tutmuş olması lazımdır. Bir Müslümanın işini yoluna koyduktan sonra, ötesini ALLAH’a havâle edip de O’na güvenmesi ve O’nun en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîp edeceğine inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir.

“ALLAH, her ne takdir etmişse, o benim için hayırdır” anlayışına günümüz Müslümanları olarak hepimizin çok fazla ihtiyacı vardır. Buna da ancak düzenli bir ibadet hayatı ile ulaşılabilir. Çünkü yapılan her ibadet ve taatte, zikir ve hayırlı işte kalp için, ruh için bir kuvvet vardır.

Son olarak, kendimize ve müslüman kardeşlerimize, bütün bunları elde etmek için tüm içtenlikleri ile ALLAH’tan yardım istemelerini tavsiye ediyoruz…

[Alıntı]​
 
Üst Alt