- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 7,018
- Tepkime puanı
- 424
Konuşurken hani, istemeden de olsa çıkar ya bazen yanlış bir kelime ağzınızdan… Aslında öyle demek istememişsinizdir; ama geri dönüşü yoktur artık. Hele bir de kırmış iseniz muhatabınızın kalbini; işte o an yazık etmişsinizdir; hem sevdiğinize, hem kendinize, hem de duygularınıza… O kelimenin söylenmemiş olmasını bin bir pişmanlık içinde dilersiniz, fakat sözünüz bir ok gibi yüreğine saplanmıştır bir kere muhatabınızın…
Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç ard niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu, ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, "ona değil de bana gelsin" diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef kılarak isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça parça olmuştur bir kere...
Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin inkisara uğramaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür?
Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken, bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?..
Kalp kırmak!.. Ağzımızdan bir çırpıda çıkıveren ve iki kelimeden müteşekkil bu basit masdar, sonuçları itibariyle ne kadar da ağır manalar ihtiva ediyor, öyle değil mi? Her insanın kalbi, onun gönül evidir. Bütün duyguların, sevgilerin, güven ve itimadın uzun zaman süreci içinde ve birtakım tecrübelerden sonra şekillendiği, vücut bulduğu, ete kemiğe büründüğü; sonrasında ise bütün bir yaşamın vücut bulan bu duygular eşliğinde sürdürüldüğü merkezdir insanın kalbi… İşte kalp kırmak; vücudun merkezini, gönül dünyasının harekât üssünü, maddi olanın dışında kalan bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhını insafsız bir bombardımana tabi tutmakla aynı anlamı taşımaktadır.
Hiç şüphesiz bilmeden, istemeden, kast etmeden, hedef belirlemeden söylenen bir söz; vücudun merkezinde, gönül dünyasının harekât üssünde ve bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhında bombardıman etkisine neden olmuşsa, artık iş işten geçmiştir. Kalp kırılmış, duygu evi yıkılmış, gönül dünyası tarumar olmuştur. Hele kalbi kıran en çok sevense ve kalbi kırılan en çok sevilense… İşte bu çok daha vahimdir ve kalpte bıraktığı etki çok daha yakıcıdır.
İnsani tecrübelerimiz; kalp kırıklığının, kırılan hiçbir şeye benzemediğini öğretmiştir bizlere... Öyle ya, kol kırılırsa, alçıya alınıp sağlam bir hale gelebilir. Bir dal kırıldığında, uygun bir müdahaleyle hiç kırılmamış gibi yeniden meyve verebilir. Bir testi kırıldığında, eski haline getirmek mümkün olabilir; ama kırılan kalp ise, hiçbir müdahale, onu eskisinden daha iyi bir duruma getiremez. Maddi şeylerin, kırıldığında birbirine tutturulmasına benzemez çünkü kalbin onarılışı… Hem maddi şeyler, ne kadar değerli olursa olsun kırıldığında yerine yenisini ve ondan daha iyisini koyma imkânı her zaman bulunabilir… Fakat kırılan kalp ise; yerine bir yenisini koymak mümkün olmadığı gibi, kırık kalbin sahibi dostun yerini de başka hiçbir şeyle doldurmak mümkün olamaz.
Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır. İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle, mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda…
Dil yarasının en acı yara olduğu söylenmiştir. Hakeza gönül yarasını bütün sonuçlarıyla iyileştirecek dermanı, bizden öncekiler keşfedemediği gibi, bizden sonrakiler de keşfedecek gibi görünmüyor ne yazık ki… Madem öyledir; o halde bu yarayı açmaktan, böylesine büyük sonuçlar doğuran bir tahribata sebep olmaktan olanca gayretimizle kaçınmalıyız. Gönül yarasına sebebiyet vermek, Ahirete intikal eden bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir çünkü. Hiç kuşkusuz Ahirette ana-babamızın, eş ve çocuklarımızın, kardeş ve dostlarımızın kalbini kırmış, gönül binasını yıkmış, darılıp küsmelerine neden olmuş bir şekilde sorguya gitmek, hesaplaşmak, helalleşmek; en küçük bir sevaba bile ihtiyacımızın olduğu o korkunç günde bize sonsuz pişmanlıklar yaşatabilecektir.
Müslüman olmak; konuşmalarımızda, davranışlarımızda, ilişkilerimizde, üslubumuzda muhatabımızı dikkate almamızı gerektirmektedir. Muhatabımızın ince kalpliliği, yanlış anlamalara müsaitliği, kırılgan ve alıngan bir yapıya sahip oluşu gibi sebepler, sözlerimizi ölçüp tartmamızı gerekli kılmaktadır. Bazen söylememiz gereken bir sözü, yapmamız gereken bir davranışı, takınmamız gereken bir tavrı, muhatabımızın hassasiyetlerini ve kırılabileceği ihtimalini düşünerek ertelemek veya tamamen vazgeçmek, İslamî ahlakın bizden istediği şeylerdendir.
Kendi kalbimizin kırılmasını ve gururumuzun rencide olmasını, muhatabımızın kalbini kırmaya ve gururunu incitmeye tercih etmeliyiz. Bırakalım sevdiğimiz kırılacağına, biz kırılalım. Kendimizi kontrol altına alıp duygularımıza yön vermek, sevdiğimizin kırılan kalbini onarmaktan çok daha kolaydır çünkü. Bazı şeylere karşılık vermeden yutkunmayı bilmek, sevdiğinizin hatırı için onu olduğu gibi kabullenmek ve hassasiyetlerine dokunmamak için onu tanımaya çalışmak, uzun süreli sarsılmaz dostlukların ve kopmaz sevgi bağlarının oluşmasına zemin hazırlayacaktır.
Galiba her konuda olduğu gibi; dostlarımızın, kardeşlerimizin, sevdiklerimizin, aile bireylerimizin, akrabalarımızın, komşularımızın, iş arkadaşlarımızın ve ilişkide olduğumuz her kim olursa olsun; kalplerini kırmamak, gönül dünyalarını önemsemek, yüreklerinde müstesna bir yere sahip olmak ve onlarla güzel geçinmek için, Resul-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam'ın ahlakıyla ahlaklanmak gerekiyor. Çünkü O, "… Pek büyük bir ahlak üzerinde" (Kalem: 4) olan ve kendi ifadesiyle "Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen" (Buhari) yüce bir Peygamberdir. Onun ahlakına bürünmek; bu dünyada izzet, Ahirette ise saadettir. İnsanlar arasında aranan biri olmak, herkes tarafından sevilip sayılmak, güven ve itimad sahibi birisi olmak, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam'a benzemekle mümkündür ancak. Ona benzemek, Onun ahlakını edinmeye çalışmakla olabilir. İmanın kâmil olması da güzel ahlaka bağlanmıştır. "Mü'minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlakça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır" (Tirmizi, Ebu Davud) hadis–i şerifini iyi anlayıp amel etmeliyiz. Hiç kuşkusuz 'ahlakça en güzel olanın' ahiretteki makamı da o oranda yüksek olacaktır. "İnsanlarla iyi geçinme özelliğiyle" (Beyhaki) gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam; asırlar öncesinden şu müjdeyi vermiştir çünkü:
"Ben, haklı bile olsa münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terk edene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum." (Ebu Davud)
Cennetin kenarında, ortasında veya en üstünde köşkler kazanmak bu kadar kolay işte…
Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç ard niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu, ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, "ona değil de bana gelsin" diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef kılarak isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça parça olmuştur bir kere...
Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin inkisara uğramaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür?
Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken, bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?..
Kalp kırmak!.. Ağzımızdan bir çırpıda çıkıveren ve iki kelimeden müteşekkil bu basit masdar, sonuçları itibariyle ne kadar da ağır manalar ihtiva ediyor, öyle değil mi? Her insanın kalbi, onun gönül evidir. Bütün duyguların, sevgilerin, güven ve itimadın uzun zaman süreci içinde ve birtakım tecrübelerden sonra şekillendiği, vücut bulduğu, ete kemiğe büründüğü; sonrasında ise bütün bir yaşamın vücut bulan bu duygular eşliğinde sürdürüldüğü merkezdir insanın kalbi… İşte kalp kırmak; vücudun merkezini, gönül dünyasının harekât üssünü, maddi olanın dışında kalan bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhını insafsız bir bombardımana tabi tutmakla aynı anlamı taşımaktadır.
Hiç şüphesiz bilmeden, istemeden, kast etmeden, hedef belirlemeden söylenen bir söz; vücudun merkezinde, gönül dünyasının harekât üssünde ve bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhında bombardıman etkisine neden olmuşsa, artık iş işten geçmiştir. Kalp kırılmış, duygu evi yıkılmış, gönül dünyası tarumar olmuştur. Hele kalbi kıran en çok sevense ve kalbi kırılan en çok sevilense… İşte bu çok daha vahimdir ve kalpte bıraktığı etki çok daha yakıcıdır.
İnsani tecrübelerimiz; kalp kırıklığının, kırılan hiçbir şeye benzemediğini öğretmiştir bizlere... Öyle ya, kol kırılırsa, alçıya alınıp sağlam bir hale gelebilir. Bir dal kırıldığında, uygun bir müdahaleyle hiç kırılmamış gibi yeniden meyve verebilir. Bir testi kırıldığında, eski haline getirmek mümkün olabilir; ama kırılan kalp ise, hiçbir müdahale, onu eskisinden daha iyi bir duruma getiremez. Maddi şeylerin, kırıldığında birbirine tutturulmasına benzemez çünkü kalbin onarılışı… Hem maddi şeyler, ne kadar değerli olursa olsun kırıldığında yerine yenisini ve ondan daha iyisini koyma imkânı her zaman bulunabilir… Fakat kırılan kalp ise; yerine bir yenisini koymak mümkün olmadığı gibi, kırık kalbin sahibi dostun yerini de başka hiçbir şeyle doldurmak mümkün olamaz.
Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır. İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle, mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda…
Dil yarasının en acı yara olduğu söylenmiştir. Hakeza gönül yarasını bütün sonuçlarıyla iyileştirecek dermanı, bizden öncekiler keşfedemediği gibi, bizden sonrakiler de keşfedecek gibi görünmüyor ne yazık ki… Madem öyledir; o halde bu yarayı açmaktan, böylesine büyük sonuçlar doğuran bir tahribata sebep olmaktan olanca gayretimizle kaçınmalıyız. Gönül yarasına sebebiyet vermek, Ahirete intikal eden bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir çünkü. Hiç kuşkusuz Ahirette ana-babamızın, eş ve çocuklarımızın, kardeş ve dostlarımızın kalbini kırmış, gönül binasını yıkmış, darılıp küsmelerine neden olmuş bir şekilde sorguya gitmek, hesaplaşmak, helalleşmek; en küçük bir sevaba bile ihtiyacımızın olduğu o korkunç günde bize sonsuz pişmanlıklar yaşatabilecektir.
Müslüman olmak; konuşmalarımızda, davranışlarımızda, ilişkilerimizde, üslubumuzda muhatabımızı dikkate almamızı gerektirmektedir. Muhatabımızın ince kalpliliği, yanlış anlamalara müsaitliği, kırılgan ve alıngan bir yapıya sahip oluşu gibi sebepler, sözlerimizi ölçüp tartmamızı gerekli kılmaktadır. Bazen söylememiz gereken bir sözü, yapmamız gereken bir davranışı, takınmamız gereken bir tavrı, muhatabımızın hassasiyetlerini ve kırılabileceği ihtimalini düşünerek ertelemek veya tamamen vazgeçmek, İslamî ahlakın bizden istediği şeylerdendir.
Kendi kalbimizin kırılmasını ve gururumuzun rencide olmasını, muhatabımızın kalbini kırmaya ve gururunu incitmeye tercih etmeliyiz. Bırakalım sevdiğimiz kırılacağına, biz kırılalım. Kendimizi kontrol altına alıp duygularımıza yön vermek, sevdiğimizin kırılan kalbini onarmaktan çok daha kolaydır çünkü. Bazı şeylere karşılık vermeden yutkunmayı bilmek, sevdiğinizin hatırı için onu olduğu gibi kabullenmek ve hassasiyetlerine dokunmamak için onu tanımaya çalışmak, uzun süreli sarsılmaz dostlukların ve kopmaz sevgi bağlarının oluşmasına zemin hazırlayacaktır.
Galiba her konuda olduğu gibi; dostlarımızın, kardeşlerimizin, sevdiklerimizin, aile bireylerimizin, akrabalarımızın, komşularımızın, iş arkadaşlarımızın ve ilişkide olduğumuz her kim olursa olsun; kalplerini kırmamak, gönül dünyalarını önemsemek, yüreklerinde müstesna bir yere sahip olmak ve onlarla güzel geçinmek için, Resul-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam'ın ahlakıyla ahlaklanmak gerekiyor. Çünkü O, "… Pek büyük bir ahlak üzerinde" (Kalem: 4) olan ve kendi ifadesiyle "Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen" (Buhari) yüce bir Peygamberdir. Onun ahlakına bürünmek; bu dünyada izzet, Ahirette ise saadettir. İnsanlar arasında aranan biri olmak, herkes tarafından sevilip sayılmak, güven ve itimad sahibi birisi olmak, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam'a benzemekle mümkündür ancak. Ona benzemek, Onun ahlakını edinmeye çalışmakla olabilir. İmanın kâmil olması da güzel ahlaka bağlanmıştır. "Mü'minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlakça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır" (Tirmizi, Ebu Davud) hadis–i şerifini iyi anlayıp amel etmeliyiz. Hiç kuşkusuz 'ahlakça en güzel olanın' ahiretteki makamı da o oranda yüksek olacaktır. "İnsanlarla iyi geçinme özelliğiyle" (Beyhaki) gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam; asırlar öncesinden şu müjdeyi vermiştir çünkü:
"Ben, haklı bile olsa münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terk edene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum." (Ebu Davud)
Cennetin kenarında, ortasında veya en üstünde köşkler kazanmak bu kadar kolay işte…