- Katılım
- 25 Temmuz 2011
- Mesajlar
- 7,319
- Tepkime puanı
- 118
Bazen etrafımda olup biten her şey bana son derece olağan görünüyor. Açmış yine çiçekler, yapraklar mesela. Nereye dek sürecek bu şaşmaz düzen böyle? Açma desek açmayacaklar mı? Bizim sözümüzden bağımsız bir biçimde itaat ediyor onlar.
Başka bir emre. Hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında olması da fark etmiyor. Açıveriyorlar. Kelebekler ışığa değdikçe parçalanıyor kanatları. Yanıyor, eriyorlar bir çırpıda. Anlamak gerekmeden kabullenmişiz tabiattaki her eylemi. Her şey tekrar ede ede olağanlaşmış, koparak ilk anlamından.
Rüzgarın esmesini, bulutun yağmur bırakmasını hep neden sonuç ilişkilerine dayanarak açıklamışız. İlk neden gibi kabullenmişiz. Dünyanın aynı yörüngede dönmesini, güneşin, ayın hareketlerini, nasıl olup da, hangi iradeye teslim olarak hareketlerini halen sürdürmekte olduklarını akletme gereği duymadan yerçekimi kanununu, olasılık hesaplamayı öğrenmişiz.
İnsana ve hayata ait hiçbir şeyin hakikatini olasılık hesaplarıyla çözümleme maharetimiz yok. Hesaptan öte bir bakış, daha derinlikli bir bakış gerekiyor belki de, varoluş hikmetini daha bütünlüklü olarak kavrayabilmemiz için.
Varlıkların ilahi niteliği
Yaklaşıyorum saksı çiçeklerime. Naneleri, açelyaları, gülleri inceliyorum. Kokluyorum. Ve yeniden hayret ediyorum bu bahar da. İlk kez görüyormuş gibi bakıyorum yaprağa. İnsan kendi gözlerine hiçbir zaman bir yansıma olmadan (mesela ayna olmadan) bakamaz. Böylesine eksik bir bakış ile kendi hakikatimizin tamamını kuşatma imkanımız var mıdır? (Yoksa hakikate hepimizin birer yansıma olduğumuz gerçeğini kavradıkça mı yaklaşırız?) Yaprağı görme olasılığımız kendimizi görme imkanımızdan daha fazlayken kendi zirvemize kibirle yükseliyoruz oysa hep.
İnsanı kibirden ve başka insanlara tahakküm etmeye olan eğiliminden vazgeçirecek olan kendindeki mahrem duygusu, muammasıdır belki de. Kendine bakamadığı gözün gerçeğidir. Mahrem mefhumu oluşmadığında derinlik, giz, gerçeğin katmanlı yapısı, hakikatin kabukları, anlam devşirmeleri, metaforlar da yoktur. Görünenin ötesi yoksa, öteler yoksa, aşkın bir anlam yoksa her şey yüzeyde belirdiği kadardır. Aynada kendini gören göz kadardır. Metafizik yoksa, materyalizmin diyalektiği (hep ikincil nedenlerde) tutar bizi. Varlığın birliğine varabilmek için metafizik hakikate açılmak gerekir. Tabii sanata, imana; yani aşka.
Aşk yüzeyde bir buluşma olduğu kadar derinde bir kaybolma, erimedir. Işıkta yanan pervane gibi. Aşk insanın mecazıdır. Nerededir mecazları insanın? Mahreminde saklıdır. Mahremin olmadığı yerde kural da yoktur, sınır da. İnsanın kendine çizdiği bir sınır anlayışı yoksa, özgürlük de yoktur. Zira özgürlüğün tanımı için bir hudut tanımı gerekmektedir. Her şeyin başıbozuk ve keyfi bir şekilde vuku bulması değildir özgürlük. O hududu bize tanımlayacak olan da kendi mahremimizin sınırlarıdır kuşkusuz.
Baktığım her şeyin mecazı vardır kainatta. Çünkü her şeyi gören, benden aşkın, benim gözlerimi ve bakışımı gören, kapsayan bir bakış vardır. Bana tüm mahremimi, gizemimi ve derinliğimi emanet eden bir bakış. Kendine bakamayan gözümle tecellilerini her yerde ve her şeyde gördüğüm bu bakış, beni sıradanlaşmaktan kurtaran, başıboşluğun olasılık denklemlerinden çekip alan, bana belli bir sınır çizerek yücelmemi sağlayan bir bakıştır. Beni en güzel suret kılandır o.
Onu sadece görmekle değil, işitmekle, hissetmekle, aramızdaki ilişkiyi fark edebilmekle ve yüreğimizden bilmekle yükümlüyüm. Ancak o vakit baktığım her şeyin göreceli algılar içinde sabit bir niteliği olduğunu akledebilirim. Sabit nitelik derken bir denklemle tarif edilebilir olmayan bir nitelikten bahsediyorum. Emanet edilen, adıyla müsemma kılınan bir nitelikten bahsediyorum. Bakış açıları genişledikçe idrak oranlarının arttığı, aşkın bir nitelikten.
Bakış açıları genişledikçe hakikat algısı da genişliyorsa, insana, eşyaya veya yaprağa olağan bakmanın sadece büyük bir sığlık değil, aynı zamanda büyük bir yanılgı olduğu da çıkıyor ortaya.
Her şeydeki aşk
Varlıkların ilahi niteliğini görmezden gelerek hakikati o kadar eksiltiyoruz ki, salt kendi nefsimiz, kendi egomuz için sürdürüyoruz yaşamı. Derinlikler almıyor içine gözlerimizi. Yaşam da daralıyor giderek. Bizim zaaflarımızla, takıntılarımızla, öfke, korku veya arzularımızla çerçevelenmiş, mahremi ve gizi eksik kalmış, sınırsız haz ve zevkle kutsanmış bir niteliğe bürünüyor. Sığlaşıyor.
Başka insanları ve onların hakikatini kendi gizeminde, kendi otantik zamanında muhafaza etmemiz gerek. Yoksa hakikate bizi götüren anlam katmanlarına gerek kalmazdı. Hepimiz her baktığımızda aynı şeyi algılardık. Varlığın ilahi niteliği olmasaydı, insan salt nefsani bir varlık olurdu. Hayvandan farksız olurduk. O vakit de vicdan, akıl, irade gibi insana ait mefhumların bir anlamı kalmaz, sığ su birikintilerinde kuruyup giderdi bu nitelikler.
Nefsin sınırlı terimlerinin ötesinde ruh bütünlüğü vardır. Ruhun olduğu yerde aşk vardır. Aşkın olduğu yerde ise hiçbir şey olağan değildir. Bunu görmeyi becerdiğimiz sürece hakikati de olduğu gibi görmeyi öğrenebiliriz. ‘Olduğu gibi’ olan her şeydeki ‘olağan dışı’ aşk ile.
Alıntı...
Başka bir emre. Hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında olması da fark etmiyor. Açıveriyorlar. Kelebekler ışığa değdikçe parçalanıyor kanatları. Yanıyor, eriyorlar bir çırpıda. Anlamak gerekmeden kabullenmişiz tabiattaki her eylemi. Her şey tekrar ede ede olağanlaşmış, koparak ilk anlamından.
Rüzgarın esmesini, bulutun yağmur bırakmasını hep neden sonuç ilişkilerine dayanarak açıklamışız. İlk neden gibi kabullenmişiz. Dünyanın aynı yörüngede dönmesini, güneşin, ayın hareketlerini, nasıl olup da, hangi iradeye teslim olarak hareketlerini halen sürdürmekte olduklarını akletme gereği duymadan yerçekimi kanununu, olasılık hesaplamayı öğrenmişiz.
İnsana ve hayata ait hiçbir şeyin hakikatini olasılık hesaplarıyla çözümleme maharetimiz yok. Hesaptan öte bir bakış, daha derinlikli bir bakış gerekiyor belki de, varoluş hikmetini daha bütünlüklü olarak kavrayabilmemiz için.
Varlıkların ilahi niteliği
Yaklaşıyorum saksı çiçeklerime. Naneleri, açelyaları, gülleri inceliyorum. Kokluyorum. Ve yeniden hayret ediyorum bu bahar da. İlk kez görüyormuş gibi bakıyorum yaprağa. İnsan kendi gözlerine hiçbir zaman bir yansıma olmadan (mesela ayna olmadan) bakamaz. Böylesine eksik bir bakış ile kendi hakikatimizin tamamını kuşatma imkanımız var mıdır? (Yoksa hakikate hepimizin birer yansıma olduğumuz gerçeğini kavradıkça mı yaklaşırız?) Yaprağı görme olasılığımız kendimizi görme imkanımızdan daha fazlayken kendi zirvemize kibirle yükseliyoruz oysa hep.
İnsanı kibirden ve başka insanlara tahakküm etmeye olan eğiliminden vazgeçirecek olan kendindeki mahrem duygusu, muammasıdır belki de. Kendine bakamadığı gözün gerçeğidir. Mahrem mefhumu oluşmadığında derinlik, giz, gerçeğin katmanlı yapısı, hakikatin kabukları, anlam devşirmeleri, metaforlar da yoktur. Görünenin ötesi yoksa, öteler yoksa, aşkın bir anlam yoksa her şey yüzeyde belirdiği kadardır. Aynada kendini gören göz kadardır. Metafizik yoksa, materyalizmin diyalektiği (hep ikincil nedenlerde) tutar bizi. Varlığın birliğine varabilmek için metafizik hakikate açılmak gerekir. Tabii sanata, imana; yani aşka.
Aşk yüzeyde bir buluşma olduğu kadar derinde bir kaybolma, erimedir. Işıkta yanan pervane gibi. Aşk insanın mecazıdır. Nerededir mecazları insanın? Mahreminde saklıdır. Mahremin olmadığı yerde kural da yoktur, sınır da. İnsanın kendine çizdiği bir sınır anlayışı yoksa, özgürlük de yoktur. Zira özgürlüğün tanımı için bir hudut tanımı gerekmektedir. Her şeyin başıbozuk ve keyfi bir şekilde vuku bulması değildir özgürlük. O hududu bize tanımlayacak olan da kendi mahremimizin sınırlarıdır kuşkusuz.
Baktığım her şeyin mecazı vardır kainatta. Çünkü her şeyi gören, benden aşkın, benim gözlerimi ve bakışımı gören, kapsayan bir bakış vardır. Bana tüm mahremimi, gizemimi ve derinliğimi emanet eden bir bakış. Kendine bakamayan gözümle tecellilerini her yerde ve her şeyde gördüğüm bu bakış, beni sıradanlaşmaktan kurtaran, başıboşluğun olasılık denklemlerinden çekip alan, bana belli bir sınır çizerek yücelmemi sağlayan bir bakıştır. Beni en güzel suret kılandır o.
Onu sadece görmekle değil, işitmekle, hissetmekle, aramızdaki ilişkiyi fark edebilmekle ve yüreğimizden bilmekle yükümlüyüm. Ancak o vakit baktığım her şeyin göreceli algılar içinde sabit bir niteliği olduğunu akledebilirim. Sabit nitelik derken bir denklemle tarif edilebilir olmayan bir nitelikten bahsediyorum. Emanet edilen, adıyla müsemma kılınan bir nitelikten bahsediyorum. Bakış açıları genişledikçe idrak oranlarının arttığı, aşkın bir nitelikten.
Bakış açıları genişledikçe hakikat algısı da genişliyorsa, insana, eşyaya veya yaprağa olağan bakmanın sadece büyük bir sığlık değil, aynı zamanda büyük bir yanılgı olduğu da çıkıyor ortaya.
Her şeydeki aşk
Varlıkların ilahi niteliğini görmezden gelerek hakikati o kadar eksiltiyoruz ki, salt kendi nefsimiz, kendi egomuz için sürdürüyoruz yaşamı. Derinlikler almıyor içine gözlerimizi. Yaşam da daralıyor giderek. Bizim zaaflarımızla, takıntılarımızla, öfke, korku veya arzularımızla çerçevelenmiş, mahremi ve gizi eksik kalmış, sınırsız haz ve zevkle kutsanmış bir niteliğe bürünüyor. Sığlaşıyor.
Başka insanları ve onların hakikatini kendi gizeminde, kendi otantik zamanında muhafaza etmemiz gerek. Yoksa hakikate bizi götüren anlam katmanlarına gerek kalmazdı. Hepimiz her baktığımızda aynı şeyi algılardık. Varlığın ilahi niteliği olmasaydı, insan salt nefsani bir varlık olurdu. Hayvandan farksız olurduk. O vakit de vicdan, akıl, irade gibi insana ait mefhumların bir anlamı kalmaz, sığ su birikintilerinde kuruyup giderdi bu nitelikler.
Nefsin sınırlı terimlerinin ötesinde ruh bütünlüğü vardır. Ruhun olduğu yerde aşk vardır. Aşkın olduğu yerde ise hiçbir şey olağan değildir. Bunu görmeyi becerdiğimiz sürece hakikati de olduğu gibi görmeyi öğrenebiliriz. ‘Olduğu gibi’ olan her şeydeki ‘olağan dışı’ aşk ile.
Alıntı...