- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Kulunun Kalbini Kıran Rabbini Karşısına Alır.
“Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahman’ı”
İnsan, yaratılmışlar arasında, Cenab-ı Hakk’ın halifesi olmaya, O’nun güzel isimlerini ve ulvî sıfatlarını tastamam yansıtma potansiyeline sahip, kainatın fihristi mahiyetinde, başka canlılardan pek çok farklı derinliklerle serfiraz kılınmış biricik varlık; kalb de insanın manevî donanımında müstesna bir konum ve husûsî bir misyona sahip çok önemli bir rûhânî latîfedir. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), “Allah sizin kalblerinize bakar, sûretlerinize değil” buyurarak, onun bir ‘nazargâh-ı ilahî’ olduğunu işaret buyurur. Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Allah’ın insanla muamelesi kalbine göre cereyan etmektedir. Nitekim, Yunus bize seslenirken,
“Ararsan Mevlâ’yı gönlünde ara” der. İşte bu ölçüdeki ehemmiyetine binaen sûfiler kalbe ‘hakîkat-i insaniye’ namını takmışlardır.
Öteden beri söz erleri en çok bu hayatî latîfe etrafında kelam etmiş, kalem gezdirmiş, sohbetlerine, nazımlarına, nesirlerine hep onu mevzu etmişlerdir. Kalb etrafında cereyan eden hususlar arasında da kalb kırma ve gönül incitmenin ayrı bir yeri vardır.
Kalb, Gönül ve Cân Demektir; Aynı Zamanda Pek Kırılgandır
Evet, bizde kalbe ‘gönül’ de derler, ‘cân’ da. Yine ‘cân’ gibi Fârisî lisanından Türkçemize mâlolan ‘dîl’ kelimesi de bu manada çok kullanılmıştır. Atalarımızın sözleri içerisinde yer alan, “ Gönül bir sırça kadehtir; kırılırsa yapılmaz ” şeklindeki ifade, kalbin cam gibi kırılgan ve ince olduğunu, hiç umulmadık şekilde çarçabuk kırılabileceğini, telafisinin de hemen hemen imkansız olduğunu anlatır. Yine ecdâdımızdan bize miras kalan, “gönül yıkmak”, “gönül kırmak”, “gönül yarası” gibi ibarelerde gönül hep kalb yerine kullanılmıştır. “Gönül koymak” gücenmek anlamında, “gönül yapmak”, yıkık ya da kırık bir gönlü tamir etme karşılığında, “gönül ehli” tabiri de, kalb-i selîme ulaşmış, halim, selim fıtratlı kimseler manasında istimal edilegelmiştir.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, başkalarını incitmeyi, onların kalblerini kırıp, gönüllerini yıkmayı bir alışkanlık haline getirmiş insanlar Cenab-ı Erhamürrâhimîn’in kainata serpiştirdiği rahmet, merhamet ve şefkatten hissesini alamamış nasipsiz insanlardır. Böyleleri aynı zamanda insan olmanın en önemli yanlarından birini teşkîl eden his ve duygudan mahrum hissiz kimselerdir ve ahlâk-ı âliye-i İslâmiye içerisinde çok mühim bir yeri olan nezâket, nezâhet, güleryüzlülük ve kem söz söylememe, kem bakışta bulunmama gibi lütuflardan mahrumdurlar. Evet, kalb kırmak tek kelimeyle kaba bir tavırdır ve kabalık sadece bedevîlere yaraşır.
Allah-ü zü’l-Cemâl, kullarına her zaman sabrı şiar edinmelerini, dillerine hâkim olmalarını ve gayzlarını yutmalarını emretmenin yanında, “ Ben kalbi kırık olanların yanındayım ” buyurmak suretiyle, kullarının gönüllerini incitenlerin -bilmeyerek bile olsa- Zât-ı Ulûhiyeti karşılarına alacaklarına işaret buyurmuştur ki, gayet manidardır.
Efendiler Efendisi de, gerçekten inanmış bir insanın en önemli vasfının diğer insanları eliyle ve diliyle rahatsız edip incitmemesi olduğunu ifade ederek bu husustaki en küllî ve kuşatıcı kâideyi koymuştur. Yine O’nun beyanlarına müracaatla söyleyecek olursak, kendi kalbinin rencide edilmemesini, gönlünün kırılmamasını arzu eden bir kimse başkalarının kalbini kırmaktan da hazer eder, sakınır. Zira, hakîkî mümin kendisi için istediğini kardeşleri için de arzular; şahsı için istemediği şeylerin başkalarının başına gelmesine de gönlü razı olmaz.
Kalb Allah’ın Evidir
Büyükler hep öyle demişler; kalbi Kâbe’ye müsavî hatta ondan daha üstün tutmuşlardır. İbrahim Hakkı merhum meşhur şiirinde,
“Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde” diyerek kısa yoldan bu gerçeği ifade eder. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bu mülâhazanın temeli şu cümleyle ifade edilir: “Marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüştür.”
Kalb, Kâbe’ye benzetilince kalb kırmak da Kâbe’yi yıkmaya kıyaslanır olmuştur. Mesela, bu minvalden olmak üzere “Kâbe’yi yıksam, yeniden yapabilirim, ama kırılan bir kalbi kat’iyen” şeklindeki ifade, İslam’ın yüz akı Hazreti Ömer’e izâfe edilir. İşin doğrusu, Hazreti Ömer gibi bir gönül insanının böyle bir şey söylemesi kadar tabiî bir şey olamaz. Müminleri incitip onların kalblerini kırmanın büyük bir vebal olduğunu düşünen Allah dostları, bir gönül yıkmanın Kâbe’yi yıkmak kadar günah olduğunu, hâkezâ, bir gönül yapmanın da Kâbe’yi yeniden inşa etmek kadar sevap olduğunu dile getirirmişlerdir. Onlardan biri olan Hazreti Mevlânâ, “Bir defa kalb kırmak, Kâbe’yi alt üst etmekten daha kötüdür. Zira Kâbe’yi Hazreti İbrahim inşa etmiş, gönlü ise Hazreti Allah yaratmıştır” der.
İnsan kalbinin çok hassas ve kırılgan olması üzerinde en fazla duranlardan birisi de yanık şairimiz Yunus Emre’dir. Kalb kırmanın, gönül incitmenin ne büyük bir hata olduğu mülahazası onun pek çok mısraına misafir olmuştur. İşte onlardan ikisi:
“Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı
İki cihan betbahtı, kim gönül yıkar ise.”
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil”
Kalb kırmak biraz da başkalarını hor ve hakir görmenin neticesidir. Evet, insanın kendisini üstün ve faziletli görmesinin, enaniyetinin ve bencilliğinin ‘tabiî’ sonucu başkalarını hor görmesi, dolayısıyla da tahkir etmesi, küçük düşürmeye çalışmasıdır. Takdir edilir ki, böyle bir tavır ve davranış Allah nezdinde hiç de hoş görülmeyecek merdûd bir davranıştır. Çünkü Yaratıcı’ya nispetle bütün insanlar kuldur ve kullukları açısından da herhangi birinin diğerlerinden hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece ve sadece dini diyanet yapma yani hayata hayat kılma hususundaki hassasiyet ve titizlikte aranmalıdır. Bu ise tamamen bir kalb işidir; hiç kimsenin bir başkasının kalb balansını ölçüp değerlendirme gibi bir imkanı ve selâhiyeti olmadığına göre, kendilerini başkalarının fevkınde gören insanlar kibir ve ucup gibi insanı ateşe götüren iki karanlık tünele girmiş sayılırlar. Allah bizleri böyle bir sukûttan muhafaza buyursun!
Başkalarını hor görmenin o insanları incitmeye bâdî olabileceğini merhum Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin şu vecîz beytinde ne güzel ifade edilir:
“Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma!”
İnsanlara değer verenlerdir ki, onlar gönül kırmaktan, kalb incitmekten, yürek hırpalamaktan ısrarla kaçar, böyle bir hataya düşmeyi kendi hesaplarına büyük bir günah telakkî ettiklerinden dolayı da başkalarıyla pek titiz davranmak suretiyle peygamberane bir tavır sergilerler. Evet, bu incelik ve nezaket ufkuna ulaşmış edep kahramanları, değil kalb kırma, hayatlarını kalbleri tamir etmeye, gönülleri mamur kılmaya adamışlardır. Felsefenin onlarcasında fakirlerin, düşmüşlerin, muhtaçların ve gönlü buruk olanların kalblerini tamir etmek ibadetler dairesi içinde değerlendirilir. Yine onlara göre gönül yapmak arş yapmak gibidir. Bir beytini sözlerimize berceste yaptığımız Alvar İmamı (rahmetullahi aleyh rahmeten vâsiaten), bir başka dörtlüğünde bize nasihatte bulunarak, kullarını incitmeyenleri, Allah’ın onların ayıplarını setretmek suretiyle mükafaatlandıracağını anlatır:
“Lutfî miskinlere merhamet eyle
Hizmet eyle cândan hürmetle söyle
Amandır incitme neylersen eyle
Uyûbun muhâsib müsetter eyler”
İncinme, İncinsen de İncitme
Kalb kırmamak kadar, kırılmamak, incitmemek kadar incinmemek de tasavvuf terbiyesinde önemli bir kemâl basamağı sayılmıştır. Merhum Sami Efendi’nin, “Kalb-i selîm, kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir. Kimseyi incitmemek kolay, fakat başkasından incinmemek çok zordur. Asıl onun için gayret gösterilmelidir” dediği nakledilir. Yine merhum Kenân Rifâî’ye nispet edilen, “İncinme, incitme” sözü bir hayli meşhur olmuştur. Zaten derviş-meşrep/gönül insanı olmanın özünde de bu vardır, yani sevgi, müsamaha, hoşgörü insanı olabilmek.. Yaratan’dan ötürü yaratılanların kusurlarını görmemek.. en ciğersûz hâdiseleri bile sinesinde eritebilmek.. herkesi kendi konumunda kabullenebilmek.. kim olursa olsun herkes için ihtiyacına göre dua edip yalvarabilmek…
Allah’a hakikaten iman etmiş gönül insanları, Yunus’un da dile getirdiği gibi, gönülsüz olmalı, sövenlere, dövenlere ne elleriyle ne de dilleriyle mukabelede bulunma gibi bir yanlışa düşmemelidirler. Kalb kırmama, gönül incitmeme edep yolcusu için seyahatinde çok önemli bir adım ise, kırılmama ve incinmeme onun da ötesinde bir ikinci adımdır ve ayrı bir kalbî derinlik ve vicdan enginliği ister. Sadece bazı babayiğitlerin kârı olan bu mertebe işin doğrusu her yiğide müyesser olmaz; daha fazla gayret, daha fazla irade, daha fazla sabır, daha fazla alçakgönüllülük ister.
Evet, insan incinse de incinmemeli, zarara zararla mukabelede bulunma gibi Peygamber lisanında zulüm sayılmış bir işe asla teşebbüs etmemelidir. Yine Yunus bir dörtlüğünde,
“Aşık kişi miskin gerek
Yol içinde teslim gerek
Kim ne derse boyun eğe
Çare yok gönül yıkmaya”
diyerek bu hususa işaret eder ve Hak yolcularının ne tür muamelelere maruz kalırlarsa kalsınlar gönül yıkmaya asla mezun olmadıklarını anlatmak ister.
Hizmet Erleri Daha Dikkatli Olmalı
Evvel emirde ısrarla üzerinde durmak gerekir ki, iman ve Kur’an hizmeti bir gönül işidir, kalb işidir. Bundan dolayı da o hizmete aynı zamanda “gönüllüler hareketi” denmiştir. Bir kimseye ne mal-mülk ile ne de cebr ile Allah’a, Kitab’ına, dinine hizmet ettirme imkanı yoktur. Kim ki gönlünü Allah’a vakfetmiştir, ömrü oldukça Rabbi’ne hizmet etmeye ahd ü peymanda bulunmuş demektir. Bu ince ve önemli mesele nazardan uzak tutulmamalıdır. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, hizmete yani kalbleri kazanmaya ve gönülleri fethetmeye yüreklerini adayan gönüllü yiğitlerin bir başka ifade ile muhabbet fedâilerinin ne el ele, kol kola, omuz omuza aynı yolda yürüdükleri arkadaşlarının ne de hak ve hakîkati taşımakla muvazzaf bulundukları insanların kalblerini incitme gibi bir ‘lüks’leri yoktur. Hele hele indî bir kısım mülahazalara, vehimlere, yanlış telakkilere ve sû-i zanlara dayanarak o insanların kalblerini kırmak çok ağır bir vebal olsa gerektir. Hizmet içerisinde kalb kırmaya, gönül incitmeye sebep olabilecek bütün davranışlar, yürünen yolun âdâbından ve hedefinden bîhaber olmanın netice verdiği yakışıksız ve genel maksada tamamen zıt bir kısım hatalardır; belki günahlardır. Bu tür nahoş tavırlara girenler kendi arkadaşlarının gönlünü yıkarak hizmete ne kadar büyük bir zarar verebileceklerini düşünüp tir tir titremeli, muhataplarının gönüllerini inciterek onlara hiçbir şey anlatamayacaklarını bilakis bir soğukluk ve tenfîre sebebiyet vereceklerini de iyi bilmelidirler.
Bu gönüllüler kadrosu kimden ve nereden gelirse gelsin kendi başlarına gelen küçük-büyük üzücü hadiseler karşısında da her zaman sabırlı, temkinli ve gönülsüz olmalı, onları katiyen kendi içlerinde bir problem olarak tutmamalı; nisyana gömüp tarihin derin boşluklarına yuvarlamalıdırlar. Bu hizmetin öncülerinin hayatlarına ve eserlerine bakıldığında karşılaşılacak olan hususlar da bunlardan başkası değildir.
Şayet ortada hizmete zarar gelmesi gibi bir endişe ve bu endişeye sebep olarak düşünülebilecek bir kısım ihmal ya da yanlışlıklar varsa, o zaman da, maksat gönül kırmak değil, vâkî ya da muhtemel zararı/zararları engellemek olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, gönül kırmakla zararın telafi edilme ihtimali yoktur, olamaz da. Evet, dostlar dostlarının hatırlarını kırmama, gönüllerini incitmeme hususunda pür dikkat olmalıdırlar. İnsan kalbi düşmanın sıktığı kurşuna belki dayanabilir ama dosttan gelen incitici yarım kelimeye bile tahammül edemez. Nitekim, “Dostun attığı gül baş yarar” , demişlerdir. Necip Fazıl merhum bu mazmunu iki mısrada ne güzel dillendirir:
“Bir kalbim var ki benim, sevdiğinden ziyade burkulur
Kahredenden ziyade, sevilenden korkulur.”
Hulâsatü’l-Kelâm
İnsan kalbi manolya çiçeğine benzer. Belki hassasiyet itibariyle ondan daha ileridir. Bir söz hatta bazen bir kelimeyle bile zedelenebilir, kırılabilir. Bir yanlış bakış bir kalbi delip geçebilir. Bir başka münasebetle denildiği gibi, sınırlarını aşmış ya da hedefini şaşırmış, yayından çıkan bir ok gibi geriye dönme ihtimali de kalmamış ve gidip masum bir kalbe saplanmış zehir-misal öyle acı sözler, öyle ters bakışlar vardır ki, o kalbde açtığı yarayı ne bir tabip tedaviye, ne o kem sözün sahibi sebebiyet verdiği zararı telafiye, ne de o yaralı gönül affetmeye muktedir olabilmiştir. Evet, kalb kırmak kolay fakat telafisi pek zordur. Bir Arap sözünde de,
“Cerâhâtü’s-sinan lehe’t-tiyam
Lâ yeltâmü mâ ceraha’l-lisan” yani “ kılıç yarası geçer ama dil yarası geçmez ” denilmiştir. Geçse bile mutlaka bir iz bırakacağı unutulmamalıdır. Şüphesiz bu, yapılan bir yanlışın telafisi için gayret etmeye lüzum yoktur anlamına gelmemektedir. Bilakis öyle bir yanlışa düşülmüşse vakit fevtetmeden mutlaka harekete geçilmeli, muhatap(lar)dan özür dilenmeli, helallik istemeli ve onu elde etmek için ne tür bir fedakarlık gerekiyorsa yapılmalıdır. İnsan olmanın gereği de budur.
Alvarlı Efe hazretleri sözün başında bir cânı, bir gönlü incitenin Allah’ın arşını yıkmaya teşebbüs etmek kadar büyük bir vebal altına gireceğini îmâ etmişti. Burada Hazreti Mevlana’nın da, “gönül arşın yücesindedir” şeklinde bir vecîzesi olduğunu hatırlatıp sözlerimizi yine Kalbin Zümrüt Tepeleri’nden iki satırla nihayetlendirmek istiyoruz:
“Kâinata nispeten arş ne ise, insana nispeten kalb odur ve kalb her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin ruhu ve Allah’ın da memdûhudur.”
“Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahman’ı”
İnsan, yaratılmışlar arasında, Cenab-ı Hakk’ın halifesi olmaya, O’nun güzel isimlerini ve ulvî sıfatlarını tastamam yansıtma potansiyeline sahip, kainatın fihristi mahiyetinde, başka canlılardan pek çok farklı derinliklerle serfiraz kılınmış biricik varlık; kalb de insanın manevî donanımında müstesna bir konum ve husûsî bir misyona sahip çok önemli bir rûhânî latîfedir. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), “Allah sizin kalblerinize bakar, sûretlerinize değil” buyurarak, onun bir ‘nazargâh-ı ilahî’ olduğunu işaret buyurur. Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Allah’ın insanla muamelesi kalbine göre cereyan etmektedir. Nitekim, Yunus bize seslenirken,
“Ararsan Mevlâ’yı gönlünde ara” der. İşte bu ölçüdeki ehemmiyetine binaen sûfiler kalbe ‘hakîkat-i insaniye’ namını takmışlardır.
Öteden beri söz erleri en çok bu hayatî latîfe etrafında kelam etmiş, kalem gezdirmiş, sohbetlerine, nazımlarına, nesirlerine hep onu mevzu etmişlerdir. Kalb etrafında cereyan eden hususlar arasında da kalb kırma ve gönül incitmenin ayrı bir yeri vardır.
Kalb, Gönül ve Cân Demektir; Aynı Zamanda Pek Kırılgandır
Evet, bizde kalbe ‘gönül’ de derler, ‘cân’ da. Yine ‘cân’ gibi Fârisî lisanından Türkçemize mâlolan ‘dîl’ kelimesi de bu manada çok kullanılmıştır. Atalarımızın sözleri içerisinde yer alan, “ Gönül bir sırça kadehtir; kırılırsa yapılmaz ” şeklindeki ifade, kalbin cam gibi kırılgan ve ince olduğunu, hiç umulmadık şekilde çarçabuk kırılabileceğini, telafisinin de hemen hemen imkansız olduğunu anlatır. Yine ecdâdımızdan bize miras kalan, “gönül yıkmak”, “gönül kırmak”, “gönül yarası” gibi ibarelerde gönül hep kalb yerine kullanılmıştır. “Gönül koymak” gücenmek anlamında, “gönül yapmak”, yıkık ya da kırık bir gönlü tamir etme karşılığında, “gönül ehli” tabiri de, kalb-i selîme ulaşmış, halim, selim fıtratlı kimseler manasında istimal edilegelmiştir.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, başkalarını incitmeyi, onların kalblerini kırıp, gönüllerini yıkmayı bir alışkanlık haline getirmiş insanlar Cenab-ı Erhamürrâhimîn’in kainata serpiştirdiği rahmet, merhamet ve şefkatten hissesini alamamış nasipsiz insanlardır. Böyleleri aynı zamanda insan olmanın en önemli yanlarından birini teşkîl eden his ve duygudan mahrum hissiz kimselerdir ve ahlâk-ı âliye-i İslâmiye içerisinde çok mühim bir yeri olan nezâket, nezâhet, güleryüzlülük ve kem söz söylememe, kem bakışta bulunmama gibi lütuflardan mahrumdurlar. Evet, kalb kırmak tek kelimeyle kaba bir tavırdır ve kabalık sadece bedevîlere yaraşır.
Allah-ü zü’l-Cemâl, kullarına her zaman sabrı şiar edinmelerini, dillerine hâkim olmalarını ve gayzlarını yutmalarını emretmenin yanında, “ Ben kalbi kırık olanların yanındayım ” buyurmak suretiyle, kullarının gönüllerini incitenlerin -bilmeyerek bile olsa- Zât-ı Ulûhiyeti karşılarına alacaklarına işaret buyurmuştur ki, gayet manidardır.
Efendiler Efendisi de, gerçekten inanmış bir insanın en önemli vasfının diğer insanları eliyle ve diliyle rahatsız edip incitmemesi olduğunu ifade ederek bu husustaki en küllî ve kuşatıcı kâideyi koymuştur. Yine O’nun beyanlarına müracaatla söyleyecek olursak, kendi kalbinin rencide edilmemesini, gönlünün kırılmamasını arzu eden bir kimse başkalarının kalbini kırmaktan da hazer eder, sakınır. Zira, hakîkî mümin kendisi için istediğini kardeşleri için de arzular; şahsı için istemediği şeylerin başkalarının başına gelmesine de gönlü razı olmaz.
Kalb Allah’ın Evidir
Büyükler hep öyle demişler; kalbi Kâbe’ye müsavî hatta ondan daha üstün tutmuşlardır. İbrahim Hakkı merhum meşhur şiirinde,
“Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde” diyerek kısa yoldan bu gerçeği ifade eder. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bu mülâhazanın temeli şu cümleyle ifade edilir: “Marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüştür.”
Kalb, Kâbe’ye benzetilince kalb kırmak da Kâbe’yi yıkmaya kıyaslanır olmuştur. Mesela, bu minvalden olmak üzere “Kâbe’yi yıksam, yeniden yapabilirim, ama kırılan bir kalbi kat’iyen” şeklindeki ifade, İslam’ın yüz akı Hazreti Ömer’e izâfe edilir. İşin doğrusu, Hazreti Ömer gibi bir gönül insanının böyle bir şey söylemesi kadar tabiî bir şey olamaz. Müminleri incitip onların kalblerini kırmanın büyük bir vebal olduğunu düşünen Allah dostları, bir gönül yıkmanın Kâbe’yi yıkmak kadar günah olduğunu, hâkezâ, bir gönül yapmanın da Kâbe’yi yeniden inşa etmek kadar sevap olduğunu dile getirirmişlerdir. Onlardan biri olan Hazreti Mevlânâ, “Bir defa kalb kırmak, Kâbe’yi alt üst etmekten daha kötüdür. Zira Kâbe’yi Hazreti İbrahim inşa etmiş, gönlü ise Hazreti Allah yaratmıştır” der.
İnsan kalbinin çok hassas ve kırılgan olması üzerinde en fazla duranlardan birisi de yanık şairimiz Yunus Emre’dir. Kalb kırmanın, gönül incitmenin ne büyük bir hata olduğu mülahazası onun pek çok mısraına misafir olmuştur. İşte onlardan ikisi:
“Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı
İki cihan betbahtı, kim gönül yıkar ise.”
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil”
Kalb kırmak biraz da başkalarını hor ve hakir görmenin neticesidir. Evet, insanın kendisini üstün ve faziletli görmesinin, enaniyetinin ve bencilliğinin ‘tabiî’ sonucu başkalarını hor görmesi, dolayısıyla da tahkir etmesi, küçük düşürmeye çalışmasıdır. Takdir edilir ki, böyle bir tavır ve davranış Allah nezdinde hiç de hoş görülmeyecek merdûd bir davranıştır. Çünkü Yaratıcı’ya nispetle bütün insanlar kuldur ve kullukları açısından da herhangi birinin diğerlerinden hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece ve sadece dini diyanet yapma yani hayata hayat kılma hususundaki hassasiyet ve titizlikte aranmalıdır. Bu ise tamamen bir kalb işidir; hiç kimsenin bir başkasının kalb balansını ölçüp değerlendirme gibi bir imkanı ve selâhiyeti olmadığına göre, kendilerini başkalarının fevkınde gören insanlar kibir ve ucup gibi insanı ateşe götüren iki karanlık tünele girmiş sayılırlar. Allah bizleri böyle bir sukûttan muhafaza buyursun!
Başkalarını hor görmenin o insanları incitmeye bâdî olabileceğini merhum Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin şu vecîz beytinde ne güzel ifade edilir:
“Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma!”
İnsanlara değer verenlerdir ki, onlar gönül kırmaktan, kalb incitmekten, yürek hırpalamaktan ısrarla kaçar, böyle bir hataya düşmeyi kendi hesaplarına büyük bir günah telakkî ettiklerinden dolayı da başkalarıyla pek titiz davranmak suretiyle peygamberane bir tavır sergilerler. Evet, bu incelik ve nezaket ufkuna ulaşmış edep kahramanları, değil kalb kırma, hayatlarını kalbleri tamir etmeye, gönülleri mamur kılmaya adamışlardır. Felsefenin onlarcasında fakirlerin, düşmüşlerin, muhtaçların ve gönlü buruk olanların kalblerini tamir etmek ibadetler dairesi içinde değerlendirilir. Yine onlara göre gönül yapmak arş yapmak gibidir. Bir beytini sözlerimize berceste yaptığımız Alvar İmamı (rahmetullahi aleyh rahmeten vâsiaten), bir başka dörtlüğünde bize nasihatte bulunarak, kullarını incitmeyenleri, Allah’ın onların ayıplarını setretmek suretiyle mükafaatlandıracağını anlatır:
“Lutfî miskinlere merhamet eyle
Hizmet eyle cândan hürmetle söyle
Amandır incitme neylersen eyle
Uyûbun muhâsib müsetter eyler”
İncinme, İncinsen de İncitme
Kalb kırmamak kadar, kırılmamak, incitmemek kadar incinmemek de tasavvuf terbiyesinde önemli bir kemâl basamağı sayılmıştır. Merhum Sami Efendi’nin, “Kalb-i selîm, kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir. Kimseyi incitmemek kolay, fakat başkasından incinmemek çok zordur. Asıl onun için gayret gösterilmelidir” dediği nakledilir. Yine merhum Kenân Rifâî’ye nispet edilen, “İncinme, incitme” sözü bir hayli meşhur olmuştur. Zaten derviş-meşrep/gönül insanı olmanın özünde de bu vardır, yani sevgi, müsamaha, hoşgörü insanı olabilmek.. Yaratan’dan ötürü yaratılanların kusurlarını görmemek.. en ciğersûz hâdiseleri bile sinesinde eritebilmek.. herkesi kendi konumunda kabullenebilmek.. kim olursa olsun herkes için ihtiyacına göre dua edip yalvarabilmek…
Allah’a hakikaten iman etmiş gönül insanları, Yunus’un da dile getirdiği gibi, gönülsüz olmalı, sövenlere, dövenlere ne elleriyle ne de dilleriyle mukabelede bulunma gibi bir yanlışa düşmemelidirler. Kalb kırmama, gönül incitmeme edep yolcusu için seyahatinde çok önemli bir adım ise, kırılmama ve incinmeme onun da ötesinde bir ikinci adımdır ve ayrı bir kalbî derinlik ve vicdan enginliği ister. Sadece bazı babayiğitlerin kârı olan bu mertebe işin doğrusu her yiğide müyesser olmaz; daha fazla gayret, daha fazla irade, daha fazla sabır, daha fazla alçakgönüllülük ister.
Evet, insan incinse de incinmemeli, zarara zararla mukabelede bulunma gibi Peygamber lisanında zulüm sayılmış bir işe asla teşebbüs etmemelidir. Yine Yunus bir dörtlüğünde,
“Aşık kişi miskin gerek
Yol içinde teslim gerek
Kim ne derse boyun eğe
Çare yok gönül yıkmaya”
diyerek bu hususa işaret eder ve Hak yolcularının ne tür muamelelere maruz kalırlarsa kalsınlar gönül yıkmaya asla mezun olmadıklarını anlatmak ister.
Hizmet Erleri Daha Dikkatli Olmalı
Evvel emirde ısrarla üzerinde durmak gerekir ki, iman ve Kur’an hizmeti bir gönül işidir, kalb işidir. Bundan dolayı da o hizmete aynı zamanda “gönüllüler hareketi” denmiştir. Bir kimseye ne mal-mülk ile ne de cebr ile Allah’a, Kitab’ına, dinine hizmet ettirme imkanı yoktur. Kim ki gönlünü Allah’a vakfetmiştir, ömrü oldukça Rabbi’ne hizmet etmeye ahd ü peymanda bulunmuş demektir. Bu ince ve önemli mesele nazardan uzak tutulmamalıdır. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, hizmete yani kalbleri kazanmaya ve gönülleri fethetmeye yüreklerini adayan gönüllü yiğitlerin bir başka ifade ile muhabbet fedâilerinin ne el ele, kol kola, omuz omuza aynı yolda yürüdükleri arkadaşlarının ne de hak ve hakîkati taşımakla muvazzaf bulundukları insanların kalblerini incitme gibi bir ‘lüks’leri yoktur. Hele hele indî bir kısım mülahazalara, vehimlere, yanlış telakkilere ve sû-i zanlara dayanarak o insanların kalblerini kırmak çok ağır bir vebal olsa gerektir. Hizmet içerisinde kalb kırmaya, gönül incitmeye sebep olabilecek bütün davranışlar, yürünen yolun âdâbından ve hedefinden bîhaber olmanın netice verdiği yakışıksız ve genel maksada tamamen zıt bir kısım hatalardır; belki günahlardır. Bu tür nahoş tavırlara girenler kendi arkadaşlarının gönlünü yıkarak hizmete ne kadar büyük bir zarar verebileceklerini düşünüp tir tir titremeli, muhataplarının gönüllerini inciterek onlara hiçbir şey anlatamayacaklarını bilakis bir soğukluk ve tenfîre sebebiyet vereceklerini de iyi bilmelidirler.
Bu gönüllüler kadrosu kimden ve nereden gelirse gelsin kendi başlarına gelen küçük-büyük üzücü hadiseler karşısında da her zaman sabırlı, temkinli ve gönülsüz olmalı, onları katiyen kendi içlerinde bir problem olarak tutmamalı; nisyana gömüp tarihin derin boşluklarına yuvarlamalıdırlar. Bu hizmetin öncülerinin hayatlarına ve eserlerine bakıldığında karşılaşılacak olan hususlar da bunlardan başkası değildir.
Şayet ortada hizmete zarar gelmesi gibi bir endişe ve bu endişeye sebep olarak düşünülebilecek bir kısım ihmal ya da yanlışlıklar varsa, o zaman da, maksat gönül kırmak değil, vâkî ya da muhtemel zararı/zararları engellemek olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, gönül kırmakla zararın telafi edilme ihtimali yoktur, olamaz da. Evet, dostlar dostlarının hatırlarını kırmama, gönüllerini incitmeme hususunda pür dikkat olmalıdırlar. İnsan kalbi düşmanın sıktığı kurşuna belki dayanabilir ama dosttan gelen incitici yarım kelimeye bile tahammül edemez. Nitekim, “Dostun attığı gül baş yarar” , demişlerdir. Necip Fazıl merhum bu mazmunu iki mısrada ne güzel dillendirir:
“Bir kalbim var ki benim, sevdiğinden ziyade burkulur
Kahredenden ziyade, sevilenden korkulur.”
Hulâsatü’l-Kelâm
İnsan kalbi manolya çiçeğine benzer. Belki hassasiyet itibariyle ondan daha ileridir. Bir söz hatta bazen bir kelimeyle bile zedelenebilir, kırılabilir. Bir yanlış bakış bir kalbi delip geçebilir. Bir başka münasebetle denildiği gibi, sınırlarını aşmış ya da hedefini şaşırmış, yayından çıkan bir ok gibi geriye dönme ihtimali de kalmamış ve gidip masum bir kalbe saplanmış zehir-misal öyle acı sözler, öyle ters bakışlar vardır ki, o kalbde açtığı yarayı ne bir tabip tedaviye, ne o kem sözün sahibi sebebiyet verdiği zararı telafiye, ne de o yaralı gönül affetmeye muktedir olabilmiştir. Evet, kalb kırmak kolay fakat telafisi pek zordur. Bir Arap sözünde de,
“Cerâhâtü’s-sinan lehe’t-tiyam
Lâ yeltâmü mâ ceraha’l-lisan” yani “ kılıç yarası geçer ama dil yarası geçmez ” denilmiştir. Geçse bile mutlaka bir iz bırakacağı unutulmamalıdır. Şüphesiz bu, yapılan bir yanlışın telafisi için gayret etmeye lüzum yoktur anlamına gelmemektedir. Bilakis öyle bir yanlışa düşülmüşse vakit fevtetmeden mutlaka harekete geçilmeli, muhatap(lar)dan özür dilenmeli, helallik istemeli ve onu elde etmek için ne tür bir fedakarlık gerekiyorsa yapılmalıdır. İnsan olmanın gereği de budur.
Alvarlı Efe hazretleri sözün başında bir cânı, bir gönlü incitenin Allah’ın arşını yıkmaya teşebbüs etmek kadar büyük bir vebal altına gireceğini îmâ etmişti. Burada Hazreti Mevlana’nın da, “gönül arşın yücesindedir” şeklinde bir vecîzesi olduğunu hatırlatıp sözlerimizi yine Kalbin Zümrüt Tepeleri’nden iki satırla nihayetlendirmek istiyoruz:
“Kâinata nispeten arş ne ise, insana nispeten kalb odur ve kalb her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin ruhu ve Allah’ın da memdûhudur.”
Furkan S. Yılmaz.