İslami gençlik

imat

Başarılı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
8 Mayıs 2011
Mesajlar
154
Tepkime puanı
4
Gençlik deyince akla hemen ‘sorun’ kelimesini getirmek ve gençliği ‘sorunları’ ile tanımlamak, modern zamanların yaygın bir hastalığıdır.

İçindeki tek bir harf devre dışı bırakılsa, tedavisi pekâlâ mümkün bir hastalıktır bu. O tek harf de, olmaması gerektiği halde, fazladan eklenmiş bir harf durumundadır zaten.

‘Sorun’ değil, ‘soru’dur gençliği asıl tanımlayan…
Yaşı daha ileri olanlar dönüp bir kere daha sorgulama ihtiyacı hissetmeksizin mutad bir akış üzere hayatlarına devam ederken, genç sürekli soru sorar. Gençliğin ‘sorun’ gibi görünen tarafı da, işte bu ‘soru’lar sebebiyledir. Aslında bu hal ona Âlemlerin Rabbinin bir hediyesidir. Âlemlerin Rabbi, gençliğe adım atan herkese, şunun bunun etkisinde kalmadan sırf kendi iradesiyle O’nu Rab olarak bilsin; ‘takliden’ değil, ‘tahkik ederek,’ bizzat arayıp araştırarak Rabbini tanıyıp yalnız ve ancak O’na ibadet edebilsin diye, sormayı ve sorgulamayı ilham etmektedir. Çocukluktan gençliğe geçerken, her insanın neredeyse ‘elinde olmadan,’ ‘kaçınılmaz bir şekilde’ soru soruyor, hazır cevaplara ise itiraz yöneltiyor olması bu sebeptendir. Sorusu olan, ancak ikna edici bir cevaba ulaştığında sükûn bulur.

Ancak o takdirde, dingin bir ruh iklimine kavuşur. Bu bakımdan, genç deyince akla gelen ‘sorun’lar da, gencin sorduğu ‘soru’ya hâlâ cevap arıyor olduğunun, henüz aradığı cevabı tam olarak bulamamış olduğunun işaretidir. Dahası, cevaba henüz ulaşılamamış olsa bile, soru soruyor olmak başlı başına bir farkındalık, uyanıklık ve dirilik alâmetidir.

İslam’da Büluğ Çağı, Erişkinlik Çağıdır

Modern anlayışın ‘ergen’liği çocukluk ile yetişkinlik arasında farklı bir zaman dilimi olarak tanımlamasına karşılık, fıtratın dini olarak İslâm’ın büluğa erdiği andan itibaren insanı ‘reşit’ olarak tanımlaması, insanı o andan itibaren doğru ile yanlışı ayırt edebilir bir durumda kabul etmesi ve sorumluluk yüklemesi, muhakkak ki bu sebeptendir. Gelin görün ki, gençliği ‘soru’yla değil ‘sorun’la, ‘arayış’la değil ‘bunalım’la, sorumluluk alıp bir şeyler ortaya koymakla değil ‘tüketim’le tanımlamaya yatkın modern anlayış, İslâm’ın ‘rüşd’ için belirlediği yaşın ancak çok daha ilerisine geldiğinde gence bir sorumluluk yüklüyor.

Meselâ, en medenî ülkelere bakalım; oralarda bile, bir gencin siyasî ve idarî sorumluluk üstlenebilmesi için yirmili yaşların ortasına kadar gelmesi bekleniyor. Gençlerin bırakın ‘seçilme’yi, ‘seçme’ ehliyetine kavuşmaları için bile, en azından on sekiz yaşına gelmeleri isteniyor. Özgürlük, bağımsızlık, sorumluluk üzerine bu kadar söyleve karşılık, modern zamanların gençlere bakışı güvensizliğe dayanıyor kısacası. Bu modern algı göz önüne alındığında ise, Peygamber -aleyhissalâtu vesselam-‘ ın gençlere olan yaklaşımı ve Asr-ı Saadetten gençlik manzaraları daha bir anlam ve derinlik kazanıyor.

Modern zamanlarda ‘sorun’la algılamaya şartlandırılmış olduğumuz gençler Asr-ı Saadette ‘soru’ları sayesinde hakkı kabul ve hakikati tasdik bakımından yaşı daha ileri olanlara açık bir fark atmış insanlar olarak çıkıyor karşımıza. Kureyş’in yaşça daha büyük olanları veya makamca daha önde gelenleri, En Güzel İsimlerin sahibi Rabbü’l-âlemînden gelen Sözlerin En Güzeli karşısında; “Hele bir bakalım,” “Bunca sene atalarımızın yolunda yaşamış iken,” “Bu söz bizim kurulu düzenimizi bozar mı, bozmaz mı?” diye sürüp giden hesaplarla bocalarken, İslâm’ı herkesten önce seçenlerin gençler olduğunu görüyoruz.

Babalarının Göremediğini Gören Gençler

Babası, amcaları ve ağabeyleri kendi içlerinde ‘dur hele’ muhasebesi yaşarken, on yaşındaki Ali -radıyallahu anh-, hakkı kabul ve tasdikte bir an bile tereddüt göstermedi. Sa’d b. Ebi Vakkas, Saîd b. Zeyd, Talha b. Ubeydullah, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Zeyd b. Hârise, Mus’ab b. Umeyr, Ammar b. Yâsir, Abdullah b. Süheyl b. Amr, Abdullah b. Amr ibnü’lÂs, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebia, Zübeyr b. Avvam... derken, ilk Müslümanların çoğu onlu, bir kısmı yirmili yaşlarda olan genç sahabilerdi. Belki bir istisna varsa, o, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın kendisinden iki yaş küçük arkadaşı Hz. Ebu Bekir’di. Kadınlar açısından ise, yaş, İslâm’ı seçme bakımından, erkekler için olduğu kadar engel değildi. Nitekim Hz. Hatice, Fâtıma binti Esed gibi yaşça Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan büyük, Ümmü Hâni Fâhite binti Ebu Talib gibi yaşça ona yakın kadınlar da ilk mü’minler arasındaydı.

Ama kadınlar arasında İslâm’ı seçenlerin de çoğu, yaşça genç olanlardı. Başta Peygamber kızları Zeyneb, Ümmü Külsûm, Rukiyye ve Fâtıma olmak üzere, Esma binti Ebu Bekir, Sehle binti Süheyl b. Amr, Leylâ binti Hasme gibi isimler, bu gerçeğin birer deliliydi.

Açıkçası, ‘soru’lu gençler hakikate giden yolu zorlanmadan bulurken, ‘sorun’lu ihtiyarların bir kısmı bu yolu hiç göremedi, bir kısmı ise hayli geciktikten sonra o yola girdi. Meselâ Velid b. Velid b. Muğîre’nin daha ilk anda bulduğu hakikate ağabeyi Halid ancak on sekiz yıl sonra teslim olabildi, babası ise hiçbir zaman bu yola ulaşamadı. Abdullah b. Amr’ın daha en başta gördüğü hakikati, babası Amr ibnü’l-Âs ancak on sekiz sene sonra görebildi. Abdullah b. Süheyl’in en başta teslim olduğu hakikati tasdik edebilmek için babası Süheyl b. Amr’ın tam yirmi yıl beklemesi gerekti. Abdullah’ın kız kardeşi Sehle ile eniştesi Ebu Huzeyfe’nin en başta teslim olduğu hakikate, eniştesinin babası Utbe b. Rebia ile amcası Şeybe b. Rebia hiçbir zaman ulaşamadı. Bu Mekke gerçeği, hicretin adresi olarak Medine’nin de gerçeğiydi. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Medine’ye hicret ettiğinde etrafında hâlelenen isimlerin büyük kısmı, gençlerdi. Enes b. Malik, onun huzuruna geldiğinde, henüz on yaşındaydı. Zeyd b. Sâbit, ondan ilk hakikat dersini on beş yaşında aldı. Muaz b. Cebel ise en fazla bir yaş büyüktü Zeyd’den.

Sadece Medine doğumlu sahabiler değil, Muhacirîn’in çocukları da, Medine’de birer genç olarak Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın etrafında hâlelendiler. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Cafer, Üsâme b. Zeyd, onların örneğiydi.

Böylece, Medine’de de, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın gözü önünde, dizi dibinde hakikat dersi alan ve hepsi de onun övgüsüne mazhar olan isimler görecekti gözlerimiz. Sonuçta, Asr-ı Saadetin sunduğu ‘genç’ gerçeği şu sıfatlarla tanımlanabilir haldeydi: babalarının görmediğini gören gençler; babalarının gördüğünü babalarından önce gören gençler, babalarının gördüğünü babalarından daha derin ve daha engin surette gören gençler; babalarının gördüğünü onlardan sonra da insanlığa gösteren gençler... Nitekim, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın Kur’ân’ı en iyi bileniniz, fıkhı en iyi bileniniz, ferâizi en iyi bileniniz, kıratı en iyi olanınız diye sena ettiği isimlere baktığımızda, Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah b. Abbas gibi, Muaz b. Cebel gibi, Zeyd b. Sâbit gibi, Ubeyy b. Ka’b gibi genç tabloları çıkıyordu karşımıza.

Peygamberimiz (s.a.v.) Gençlere Sorumluluk Verirdi

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın gençlere bakışı, güvensizlik değil, itimad yüklüydü. Onlara baktığında zamâne gözler gibi ‘sorun’ görmediği için de, kendilerine ‘sorumluluk’ yüklemekten çekinmedi. Üsâme b. Zeyd gibi bir genci, koskoca bir ordunun komutanı olarak tayin etti, yirmi yaşını henüz doldurmuş Attâb b. Esîd’i fetihten sonra Mekke’ye vali olarak tayin etmekte tereddüt göstermedi. Mûte, Medine’ye neredeyse bin kilometre uzakta bir yerdeydi ve daha önce burada yaşanan çarpışmada Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebu Talib ve Abdullah b. Revâha sırasıyla komutanlığı üstlenmiş ve şehit olmuşlardı.

Aynı rotaya yeni bir sefer düzenlemeyi murad ettiğinde, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ilk tercihi, Mûte’nin ilk komutanı Zeyd’in oğlu Üsâme’ydi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, bu tercihiyle, on dokuz yaşında bir genç olarak Üsâme’yi o günün şartlarında çölün ortasında bin kilometrelik bir güzergâhta üç bin kişilik bir orduyu sevk ve idare etme yeteneğine ve yeterliliğine sahip halde gördüğünü açıkça göstermişti. Dahası, böyle zor bir seferin ardından gittiği yerde Bizans ordusuyla yapılacak bir savaşı yönetebilir yetenek ve yeterlilikte gördüğünü de...

Babası Zeyd Peygamber aleyhissalâtu vesselamın azatlı kölesi ve evlatlığı, annesi Ümmü Eymen ise dadısı olduğu için, Üsâme Resûlullah’ın dizi dibinde büyümüştü. Dolayısıyla, Üsâme daha bebekliğinden itibaren kendisinden hakikat dersi ve hayat talimi gördüğü için Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın bu tercihi yapmış olduğu söylenebilirdi.

Halbuki, Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönerken geride vali olarak bıraktığı Attâb b. Esîd, Mekke’nin fethedildiği gün İslâm’ı seçen bir gençti. Ve, bir rivayete göre yirmi üç, bir diğer rivayete göre ise henüz yirmi bir yaşında idi. Dolayısıyla, Peygamber aleyhissalâtu vesselam, her iki seçimiyle, esasen, gençlere olan güvenini göstermekteydi.

Asr-ı Saadetin bütün bu gençlik tabloları, pek çok dersin yanında, iki hikmeti kulağımıza fısıldıyor: Gençlik ‘risk’ yüklü bir dönemdir, ama her risk yanında bir imkân da taşır; bu bir. İkincisi, gençler için, “Büyüsün de sorumluluk verelim” mantığı doğru yaklaşım
değildir, bilakis gençler onlara sorumluluk verirsek büyür. Tıpkı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın terbiyesiyle Üsâme b. Zeyd’in, Zeyd b. Sâbit’in, Muaz b. Cebel’in, Abdullah’ların, Attâb b. Esîd’in yaşamış ve göstermiş olduğu gibi...

Metin Karabaşoğlu
 
Üst Alt