Işaretül icaz bölümleri - Mühürlenen Kalbler

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَ عَلَى سَمْعِهِمْ وَ عَلَى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

MUKADDEME: Bu âyetin üzerinde durmak îcab ediyor. Ehl-i i'tizal, Ehl-i cebr, ehl-i sünnet ve-l-cemaat gibi Ehl-i Kelâmın şu âyet-i azîmenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira bu gibi fikrî harbler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh onların bu âyette takib ettikleri cihetleri kontrol lâzımdır. Evet, Ehl-i sünnet ve-l-cemaatin sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını isbat için, bazı münasebetlerin zikri lâzımdır:

Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki; te'sir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah'ındır. Öyle ise, ehl-i i'tizal'in abde verdiği tesir-i hakikî hilaf-ı hakikattir.

İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevab ve ikab abes değildir; ancak istihkaka göredir. Öyle ise, ıztırar ve cebir yoktur.

Üçüncüsü: Her şeyin biri mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi. Melekût ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Âyinenin dış yüzü gibi. Öyle ise, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh bu hususta ehl-i i'tizal'in "Çirkin şeylerin halkı Allah'a ait değildir" dedikleri safsataya mahal kalmadı.

Dördüncüsü: Meselâ darb ve katle terettüb eden elem ve ölüm gibi hasıl-ı bilmasdar ile tâbir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, câmiddir. İlm-i sarf'da malûmdur ki, câmidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kesbî, nisbî, îtibarî olan mâna-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise, ölümün halkı katl değildir. Öyle ise, ehl-i i'tizal'in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.

Beşincisi: İnsanın katl gibi zâhirî ve ihtiyarî olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz'-i ihtiyarî denilen şu nefs meyelânı üzerine münazaalar deveran eder.

Altıncısı: Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz'iyesine bakar. Yani bunun bir fiile taallûkundan sonra, o taallûk eder. Öyle ise cebir yoktur.

Yedincisi: İlim, ma'lûma tâbidir. Bu kaziyeye göre, ma'lûm, ilme tâbi değildir; çünkü devir lâzımgelir. Öyle ise bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.

Sekizincisi: Ölüm gibi hâsıl-ı bil'masdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani âdetullah üzerine o, hâsıl-ı bil'masdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelândır. Bu düğümün açılmasıyla, mes'eledeki düğüm de açılır.

Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakk'ın ef'alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarıdır.

Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki, tereccüh bilâ-müreccih lâzım gelmesin. Amma itibarî emirlerde tahsis edici bir şey bulunmasa bile muhal lâzım gelmez.

Onbirincisi: Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz'iyenin taallukûyla irade-i külliyenin taallûku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.

Onikincisi: Bir şeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lâzım gelmez. Binaenaleyh, cüz'-i ihtiyarînin mahiyetinin tâbir edilememesi, vücudunun kat'iyetine münafî değildir.

Nazar-ı dikkatinize arzettiğim şu esasları tam mânasıyla anladıktan sonra, şu mâruzatımı da dinleyiniz:

Biz Ehl-i sünnet ve-l cemaat, Ehl-i i'tizal'e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş'et eden, hasıl-ı bil'masdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah'tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.

Sonra Ehl-i cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebr altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakîmdir; cebr gibi zulümleri intac eden şeylerden münezzehtir.

S- Cüz'-i ihtiyarî denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa, altından cebr çıkıyor! Bu nasıl bir şeydir?
C- Birincisi: Fıtrat ile vicdan, ihtiyarî emirleri, ıztırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tâyin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.

İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı Eş'arîlerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelanı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. Eğer Matüridî'lerin mezhebi gibi o meyelânın bizzat bir emr-i îtibarî olduğuna hükmedilirse, o emr-i îtibarînin sübut ve tâyini, kendisinin bir illet-i tâmme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünki çok defalar meyelanın vukuunda fiil vâki olmaz.

Hülâsa: Âdetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bil'masdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise, meyelandır. Meyelân veya meyelândaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Mâdum da değildir ki, hasıl-ı bil'masdar gibi mevcud olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevab ve ikaba sebeb olmasına cevaz olmasın.

S- İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin bir fiile taallûkları, ihtiyara mahal bırakmıyor?
C- Birincisi: Abdin ihtiyarından neş'et eden bir fiile ilm-i ezelînin taalluku, o ihtiyara münafî ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, ma'lûma tâbidir.

İkincisi: İlm-i ezelî muhit olduğu için, müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır, Yoksa ilm-i ezelî, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül ile, yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.

Üçüncüsü: Ma'lûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taallûk eder. Öyle ise ma'lûmun mekayîsi ve esbabı, kadere isnad edilemez.

Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taallûku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taallûku vardır.

Bu mezheblerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:
Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse, sebebin ma'dum olduğunu farzedersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur? Ehl-i cebr'in nokta-i nazarları: "Ölecekti." Çünkü onlarca taallûk ikidir ve sebeble müsebbeb arasında inkıta' caizdir. Ehl-i i'tizalce: "Ölmeyecekti." Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir. Ehl-i sünnet ve-l cemaatça, bu misâlde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünkü irade-i külliyenin sebeble müsebbebe bir taallûku vardır. Bu itibarla sebebin ademi farzedilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lâzımgelir. Çünkü taallûk birdir. Cebir ve i'tizal, ifrat ve tefrittir.

İkinci bir mukaddeme: Ehl-i tabiat, esbaba hakikî bir tesir veriyor. Mecusîler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlika itikad ediyorlar. Ehl-i i'tizal de, "Ef'al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir" diyor. Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve hududdan tecavüzdür. Bu vehmi izale için, birkaç mes'eleyi dinlemek lâzımdır.

Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz'î olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taallûk ettiği gibi, himmeti de cüz'îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir.

İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.

Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki; insanlar, hasis ve cüz'î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesâile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal onların vakarına münasip olmadığı gibi, cüz'î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal, etmeye lâyık değildir.

Dördüncüsü: İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvelâ kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk'ı düşünecek olursa, kuvve-i vâhimesi ile bir insanın mekayîsini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk'ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk'a bu gibi mikyaslar ile bakılamaz. Zira, sıfâtı inhisar altında değildir.

Beşincisi: Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez. Arş-ı Âzam'a taallûk ettikleri gibi, zerrelere de taallûk ederler. Cenab-ı Hak şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de O halketmiştir.

Cenab-ı Hak; kâinatta vaz'ettiği yüksek nizam gibi, hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif bir nizam vaz' etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni' olan kudretçe; büyük, küçük birdir.

Altıncısı: Kudret-i Ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani iç yüzüne taallûk eder. Bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır.

Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk'ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mîzan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs'atinde değildir; ancak cemi' masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef'alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre mir'at olur; fakat mikyas olamaz. Bu mes'elelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk'ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattır. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ: Ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi esbaba; Ehl-i i'tizal, halk-ı ef'ali abde; Mecusîler, şerri ikinci bir hâlika isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.

İhtar: Mü'minlerden de, vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır, dikkat etmek lâzımdır.
Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı îcab eden münasebetlere gelelim:
خَتَمَ nin لاَ يُؤْمِنُونَ ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabilindendir. Yani onlar, vaktâ ki cüz'-i ihtiyarîlerini ifsad etmekle imana gelmediler, kalblerinin hatmiyle tecziye edildiler. خَتَمَ tabiri, onların dalâletlerini tasvir eden temsîlî bir üslûba işarettir. Şöyle ki:

Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ ki sû'-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sârî hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.

اَللّهُ : Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zâhirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta lâtif bir nükte vardır. Şöyle ki:
لاَ يُؤْمِنُونَ den sonra بِاللّهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalblerini hatmetti.

عَلَى : خَتَمَ fiil-i müteaddi olduğu halde عَلَى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin alâmet-i manasını ifade eden vesm'i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalblerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki, daima melaikeye görünür.

S- Bu âyette kalbin sem' ve basara takdimindeki hikmet nedir?
C- Kalb îmanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâiliyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.

İhtar: Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet nasılki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o lâtife-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.

وَ عَلَى سَمْعِهِمْ de عَلَى nın tekrarı, kalb ile sem'a vurulan hatemlerin herbirisi müstakil bir nevi delâile ait olduğuna işarettir. Evet kalbin hatmi, delâil-i kalbiyye ve vicdaniyyeye aittir. Sem'in hatmi, delâil-i nakliyye ve hariciyyeye aittir. Ve keza her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.

S- Kalb ile basarın cem' sîgasıyla, sem'in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?
C- Kalb ile basarın taallûk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, tâlim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem' ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten ferd, ferd olur. Bunun için müfred olarak iki cem'in arasına düşmüştür.

S- Kalbden sonra tercihan sem'in zikredilmesi neye binaendir?
C- Melekât ve malûmat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem', kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihât-ı sitteden malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler. وَ عَلَى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ de, üslûbun tağyîriyle, cümle-i fiiliyeye tercihan cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına; kalb veya sem' ile alınan deliller ise, müteceddid ve gayr-i sabit olduklarına işarettir.

S- خَتَمَ ile غِشَاوَةٌ arasında ne fark vardır ki, خَتَمَ اللّهُ isnad edilmiştir. غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?
C- خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur.
Ve keza, mebde' itibariyle rü'yette bir ıztırar vardır; sema'da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hâtıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur. غِشَاوَةٌ tabiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse, bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden غِشَاوَةٌ deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir perde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Câr ve mecrur'un غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir.

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ : Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki; evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile o mel'un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennem'den ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.

S- Üslûbun mecra-yı tabiisi وَ عَلَيْهِمْ عِقَابٌ شَدِيدٌ cümlesi iken, üslûbun muktezası olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, ni'met ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir?
C- Şu güzel kelimeleri hâvi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza), bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük ni'metleri ancak ikabdır. Menfaat ve faydayı ifade eden وَ لَهُمْ deki ل lisan-ı hal ile, amelinizin faydalı olan ücretini alınız, diye yüzlerine gülüyor. "Tatlı" mânasını tazammun eden عَذَابٌ lafzı, onların küfür ve musîbetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile, sanki lisan-ı hal ile, tatlı amelinizin acısını çekin, diye tevbih ediyor. Alelekser büyük ni'metlere sıfat olan عَظِيمٌ kelimesi, Cennet'te ni'met-i azîm sahiplerinin hallerini o kâfirlere tezkir ettirmekle kaybettikleri o ni'met-i azîmeye bedel, elîm elemlere düştüklerini ihtar ediyor.

Sonra عَظِيمٌ kelimesi, tazimi ifade eden عَذَابٌ deki tenvine te'kiddir.

S: Bir kâfirin ma'siyet-i küfriyesi mahduddur; kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-i mütenahi bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlâhiye müsaade etmez?
C: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o ma'siyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:

Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.

İkincisi: O kâfirin masiyeti; mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.

Üçüncüsü: Küfür, gayr-i mütenahi ni'metlere küfran olduğundan, gayr-i mütenahi bir cinayettir.

Dördüncüsü: Küfür, gayr-i mütenahi olan zât ve sıfat-ı İlâhiyeye cinayettir.

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zâhiren mütenahi ise de, bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-i mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.

Altıncısı: Zıd zıddına muânid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intac etmesi şe'nindendir.

Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-i mütenahi olan bir ceza, gayr-i mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.

S- Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azabları intac eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?
C- Kavâid-i esasiyedendir ki, ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesir terkedilmez. Terkedildiği takdirde, şerr-i kesir olur. Binaenaleyh hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikın tezahürü, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için, terhib ve tahvif lâzımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise, haricî bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi, haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azabdan yapılan terhible müteessir olur. Öyle ise dünyada olduğu gibi âhirette de, ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif; ayn-ı hikmettir.

S: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
C: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem'de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahâza kâfirin meskeni Cehennem'dir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mâl-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadîsiye vardır.

Maahaza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe'nidir. Evet, dünyada çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir.. ve isteyenler de vardır.

(Münafıklar hakkındaki oniki âyetin tefsiri, umumî değil hususî bir ders olduğundan; bilâhare neşredilmek üzere buradan çıkarılmış olup, o bahisten yalnız kizb hakkındaki aşağıdaki parça alınmıştır.)

Yedinci Cümleyi teşkil eden بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ nin vech-i irtibatı:
Münafıkların mezkûr cinayetleri arasında (عَذَابٌ) kelimesinin yalnız kizbe ta'lik edilmesi, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar te'sirli bir zehir olduğuna bir şâhid-i sâdıktır. Zira kizb küfrün esasıdır. Kizb nifakın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev'-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden, kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.

Bu âyet, insanları bilhassa müslümanları dikkate davet eder.

Sual: Bir maslahata binaen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir... Öyle midir?
Cevab: Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer'î vardır. Fakat hakikata bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünkü mikdarı bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar. Maahâza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terketmekte olur. Evet âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahiddir. Fakat kinaye veya ta'riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.

Hülâsa: Yol ikidir: Ya sükût etmektir. Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır. Çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. Îmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm'ın nizamı, sıdktır. Nev'-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiram'ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
 
Üst Alt