II. Meşrutiyet Dönemi (2)

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Bölüm >2 II. Meşrutiyet Dönemi (2)

Esaret günleri, Bediüzzaman'ın subaylara yaptığı derslerle geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı teftişe geldi. Bediüzzaman, Grandük Nikolaviç önünden geçerken, kendisini tanıdığı hâlde ayağa kalkmadı. Bunu kendine hakaret kabul eden Nikolaviç, Bediüzzaman'ın idamını emretti. Fakat onun, “Ben bir İslâm âlimiyim, imanın ve İslâmiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklamasıyla, hata ettiğini anlayarak emrini geri aldı.

Kosturma'daki esir kampında cereyan eden bu olay, yıllar sonra bir subayın gazetede çıkan hatıralarında yer aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.
Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar onun Kosturma'daki Tatar mahallesindeki bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler. Bediüzzaman Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor, hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün duygularını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür, kendi tabiriyle, onu “Eski Said'den Yeni Said'e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.

7 Kasım 1917'de başlayan Rus İhtilâli, Rusya'yı altüst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilâlin sebep olduğu bu karışıklıktan yararlanan Said Nursî firar etti. Kosturma'dan Petersburg'a geçerek Varşova'ya ulaştı. Buradan Viyana'ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul'a geldi. Böylece, yaklaşık 2,5 yıl süren esareti sona ermiş oldu.

Bediüzzaman, 25 Haziran 1918'de İstanbul'a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul'a gelişini birinci sayfadan verdi. Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşında Kafkas cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul'da kurulma aşamasındaki “Dârülhikmeti'l-İslamiye"ye üye olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin teklifiyle de Sultan Vahidüddün tarafından kendisine ilmiye sınıfında “Mahreç” derecesi verildi. “Mahreç Mevleviyeti” olarak da anılan bu rütbe, Osmanlı ülkesindeki bütün “resmî ulema"nın başı olan “baş müderris"ten sonraki rütbe anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesi üzerine dinlenmek üzere Çamlıca'daki Yusuf İzzettin Paşa Köşkü'ne yerleşti. Burada hem istirahat ediyor, hem de eser yazmaya ve yayınlamaya devam ediyordu.

Kafkas cephesinde gönüllü birliklerin başında iken Arapça olarak yazdığı İşaratü'l-İ'caz adlı Kur'ân tefsiri, kâğıdı bizzat Enver Paşa tarafından sağlanarak neşredildi. Bundan sonra, iman esaslarının ispatına dair Nokta, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden Sünuhat, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden Şuaat, Kur'ân'ın mu'cizeliğini anlatan Rumuz, sosyal konularla ilgili bir eser olan Tulûat, tevhidin ispatı hakkında Katre, özgün vecizelerden meydana gelen Hakikat Çekirdekleri, ahlâk ve maneviyat derslerini ihtiva eden Habbe, Zerre ve Şemme adlı risalelerini ayrıca Lemeat'ı yazdı ve yayınladı.

Bediüzzaman, Dârülhikmet'ten kendisine ödenen maaştan, ancak gerekli ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan parayla da eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu. Bu arada, Dârülhikmet'teki görevinden izin talebinde bulunarak Çamlıca ve Yuşa Tepesi gibi İstanbul'un huzur verici yerlerinde istirahate çekildi.
Dinlenme süresinde, Kosturma'da filizlenen ve dünyanın fânî yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul'daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhî değişim ve tekâmülün sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz'daki Yuşa Tepesi'ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünya ile olan bağlarını gözden geçiriyordu.
Bediüzzaman'ın Eski Said'den Yeni Said'e geçiş sancıları çektiği bu dönemde, Devlet-i Âliye de yıkılış sancılarıyla kıvranıyordu. Said Nursî'nin Dârülhikmeti'l-İslâmiye'ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Müttefik kuvvetler, Mütareke'nin sonucu olarak 13 Kasım 1918'de gemilerini Haydarpaşa Limanı'na demirlediler.

16 Mart 1920'de İstanbul'a asker çıkaran İngilizler, hızla payitahtı ele geçirmişlerdi. Müttefik kuvvetlerden İngiltere, İstanbul'u sadece işgal etmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya da çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bir de, “İngiliz Muhipler Cemiyeti” adı altında resmî bir kuruluş oluşturmuşlardı. Fahrî başkan olarak da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendiyi seçmişlerdi. Böylece, İngiliz yanlısı kamuoyu ciddî bir kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyandırmak için; İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte adlı eserini yayınladı. Bu cesurane hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri olarak ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte'yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul'un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu.

Anadolu'da başlayan İstiklâl Savaşı ve Kuva-i Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin baskısıyla çıkarılan şeyhülislâm fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklâl Savaşını cihad, Kuva-i Milliyecileri de mücahit ilân ederek Anadolu'daki istiklâl mücadelesini destekledi.
İstanbul'da bütün bunlar olurken, Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi hükümeti, Bediüzzaman'ın çalışmalarını ve mücadelesini yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, ayrı ayrı zamanlarda çektikleri üç şifreli telgrafla Bediüzzaman'ı ısrarla Ankara'ya davet etmişlerdi. Fakat o, bu davetlere “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diye cevap veriyordu. Sonunda, eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarları sonucu 1922 yılının Kasım ayında Ankara'ya gitti.

Dipnotlar
2. Bediüzzaman İslâm âleminin en önemli üniversitesi olan El-Ezher'e benzer ve Ortadoğu'da aynı işlevi görecek idealindeki üniversiteye, isim olarak da kardeşliği çağrıştıracak "Medresetüzzehra" ismini vermiştir. "Parlamak" anlamından "ezher"in dişi şekli "zehra"dır.

V562Z.gif

II. Meşrutiyet Dönemi -Bölüm 1
 
Üst Alt