- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
İ’caz-ı Kur’an
Birinci Tarîk: Arab kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani medar-ı iftihar olan hallerini, şiir ile kayd ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belâgat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı. İşte Arab kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birdenbire Kur’an-ı Azîmüşşan yüksek belâgatıyla, hârika fesahatıyla mele-i a’ladan yeryüzüne indi. Arabların medar-ı iftiharları ve timsal-i belâgatları olan ve bilhassa Kâbe duvarında teşhir edilmek üzere altun suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb’a" ünvanıyla anılan en meşhur ediblerin en belîğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza Hazret-i Muhammed (A.S.M.), Kur’anla muarazaya ve Kur’ana bir nazîre yapılmasına onlarışiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ı fesahat ünvanıyla anılan Arab edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece-gündüz çalışıp Kur’ana bir nazîre yapmalı idiler ki, âleme karşı rezil ü rüsva olmasınlar. Demek bu mes’elenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur’anın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından, sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırarî sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i’caz-ı Kur’anın güneşi tulû etmiştir.
İkinci Tarîk: Kelâmların hasiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altunlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tedkikten, tenkidden, dost ve düşmanlar tarafından Kur’an-ı Kerim sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altundan maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ihtiva ettiği mezâyâ, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ışehadetleri şöylece isbat edilebilir: Kur’anın insan âleminde yaptığı büyük inkılâb ve tebeddül; ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet; ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri, اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى âyetini okuyup ilân ediyorlar.
Üçüncü Tarîk: Belâgat imamlarından meşhur Câhız’ın tahkikatına göre: Arab edib ve belîğlerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dâvâsını kalem ile ibtal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet ve inadlarıyla beraber; en kolay, en yakın, en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkil, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harb ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat'iyyede bundan anlaşıldı ki, Kur'anın benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Zira her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler. Binaenaleyh birinci yol ibtal-i dava için daha müsaid iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola sülûk eden ya sefihtir -halbuki müslüman olduktan sonra siyaset-i âlemi eline alanlara sefih denilemez- veya birinci yola sülûktan kendilerini âciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir.
S- Kur'ana bir nazîre yapmak mümkinattan imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır?
C- Mümkinattan olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemehal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza yapacaklardı. Çünkü ibtal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedid idi. Muaraza etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, âlemde şöhret bulurdu. Şöhret bulmuş olsaydı, Müseylime'nin hezeyanları gibi behemehal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur'an mu'cizedir.
S- Müseylime füseha-i Arabdan olduğu halde, sözleri ne için âleme maskara olmuştur?
C- Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (A.S.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.
S- Kur'an-ı Kerim hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kur'anın bazı terkib ve kelimeleri güya Nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe îka' etmişlerdir?
C- Bu gibi heriflerin, İlm-i Nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkakî'nin dediği gibi; efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Kerim'i uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkakî "Miftah"ının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır. Evet bir şâirin dediği gibi,
Birinci Tarîk: Arab kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani medar-ı iftihar olan hallerini, şiir ile kayd ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belâgat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı. İşte Arab kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birdenbire Kur’an-ı Azîmüşşan yüksek belâgatıyla, hârika fesahatıyla mele-i a’ladan yeryüzüne indi. Arabların medar-ı iftiharları ve timsal-i belâgatları olan ve bilhassa Kâbe duvarında teşhir edilmek üzere altun suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb’a" ünvanıyla anılan en meşhur ediblerin en belîğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza Hazret-i Muhammed (A.S.M.), Kur’anla muarazaya ve Kur’ana bir nazîre yapılmasına onlarışiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ı fesahat ünvanıyla anılan Arab edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece-gündüz çalışıp Kur’ana bir nazîre yapmalı idiler ki, âleme karşı rezil ü rüsva olmasınlar. Demek bu mes’elenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur’anın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından, sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırarî sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i’caz-ı Kur’anın güneşi tulû etmiştir.
İkinci Tarîk: Kelâmların hasiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altunlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tedkikten, tenkidden, dost ve düşmanlar tarafından Kur’an-ı Kerim sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altundan maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ihtiva ettiği mezâyâ, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ışehadetleri şöylece isbat edilebilir: Kur’anın insan âleminde yaptığı büyük inkılâb ve tebeddül; ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet; ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri, اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى âyetini okuyup ilân ediyorlar.
Üçüncü Tarîk: Belâgat imamlarından meşhur Câhız’ın tahkikatına göre: Arab edib ve belîğlerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dâvâsını kalem ile ibtal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet ve inadlarıyla beraber; en kolay, en yakın, en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkil, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harb ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat'iyyede bundan anlaşıldı ki, Kur'anın benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Zira her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler. Binaenaleyh birinci yol ibtal-i dava için daha müsaid iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola sülûk eden ya sefihtir -halbuki müslüman olduktan sonra siyaset-i âlemi eline alanlara sefih denilemez- veya birinci yola sülûktan kendilerini âciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir.
S- Kur'ana bir nazîre yapmak mümkinattan imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır?
C- Mümkinattan olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemehal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza yapacaklardı. Çünkü ibtal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedid idi. Muaraza etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, âlemde şöhret bulurdu. Şöhret bulmuş olsaydı, Müseylime'nin hezeyanları gibi behemehal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur'an mu'cizedir.
S- Müseylime füseha-i Arabdan olduğu halde, sözleri ne için âleme maskara olmuştur?
C- Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (A.S.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.
S- Kur'an-ı Kerim hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kur'anın bazı terkib ve kelimeleri güya Nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe îka' etmişlerdir?
C- Bu gibi heriflerin, İlm-i Nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkakî'nin dediği gibi; efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Kerim'i uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkakî "Miftah"ının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır. Evet bir şâirin dediği gibi,
لَوْكُلُّ كَلْبٍ عَوَى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا * لَمْ يَبْقَ فِى هذِهِ الْكُرَةِ اَحْجَارُ