- Katılım
- 28 Mart 2011
- Mesajlar
- 2,123
- Tepkime puanı
- 26
Sokak, ev ile dış dünyayı birbirine bağlayan, din, medeniyet ve insan eli değerlerinden çıkmış sağlam bir köprüdür. Evin sıcaklığı, evin kokusu, evin parantezleri kapının arkasında kalınca, sokak başlar. Sokağın sonunda ise asık suratlı bir dünya…
Buhurumeryem Sokak, A/3. Şu beyaz ev. Hani önünde fesleğenler olan. Onlar, o daracık yerden başka dünya bilmezler, bilseler de sevmezler. Sokağı seyretmekten gözleri yorulur ama bakışlarını eğmezler.
– Bu camın ötesinde ne var?
– Sokak.
– Sokağın ötesinde?
– Dünya.
Bir cam önü fesleğeninden duyup duyacağın bütün söz bundan ibaret. Fazlasını bekleme. Bunları söylerken de sana bakmaz üstelik. Sokağın dışından geliyorsun ya, seni yabancı bilir. Ama biraz bekle, hafif bir rüzgâr essin, rüzgâr senin de yüzüne değsin, gör bak nasıl da duyuracak kokusunu. Biz de bu arada eski ve küçük bir hikâyenin içine girip, işe yarayacak şeyler var mı, bakalım…
Ev ile Dünya Arasında
“Sokak, kapısından girdiğin andan itibaren dışarısı değildir bana göre. Dışarısı, sokağın bittiği yerde başlayandır ancak. (Fesleğen de böyle söylemedi mi?)
Mesela, “oğlan nerede” diye soran kocasına, “dışarıda oynuyor” diye cevap vereceğine kadın, “bu saate kadar ne işi var dışarıda” demesi kaçınılmaz olan adamı sinirlendireceğine, “sokakta oynuyor” dese; çocukla sokak arasındaki “doğru, bu yüzden de engellenemez” bağın, bir akşam tatsızlığına dönüşmesine mani olacaktır.
Sokak, ev ile dış dünyayı birbirine bağlayan, din, medeniyet ve insan eli değerlerinden çıkmış sağlam bir köprüdür. Evin sıcaklığı, evin kokusu, evin parantezleri kapının arkasında kalınca sokak başlar. Sokağın sonunda ise asık suratlı bir dünya…
İşte tam o arada, köprünün üzerinde yani; komşu çocukları, isim isim teyzeler, mutfaklardan gelen kızartma kokuları, boş yağ tenekelerinden yapılmış kapı önü çöp kutuları, mevsimine göre değişen pencere önü çiçekleri ve birikmiş hikâyeler durur.
Mizacı durgundur sokağın. Öyle çok da uzun uzun anlatmaz, ulu orta şaşırtmaz. Fakat o sokakta yaşayan herkesin sandığında gizlediği, her bahar aralığı naftalinlediği, ufak tefek hikâyesi vardır. Sokak, naftalin kokan hikâyeleri bile bilen ve saklayandır.
İkindi çayına ya da akşam oturmasına gidişler rastgeledir sokakta. Telefon edip, “müsaitseniz, size geleceğiz” deme zahmetinde bulunmaz hiç kimse. Ya da günün her saati, içi kim bilir neyle dolu tabaklar taşınır, bir evden bir eve. Kokusu gelmiştir diye.
Kalıtsal ve öğretilmiş davranış biçimleri vardır sokağın, sonra alışkanlıkları. Dört mevsim, gece ile gündüz, mutluluk ile hüzün, acı ile sevinç, ortak ve usulünce yaşanır sokakta. O, yaşanıp gidenlerin, söylenip bitenlerin, gelip geçenlerin kırılmışlığını bile, tarihi dokusuna zarar vermeden onarır.”
Hayat Orada Başlar
Ceplerinde ve duvar diplerinde medeniyet taşlarını saklayan sokağın, adını çağırdığınızda “buradayım” diye bağıran kıymetlileri vardır. Mesela, bir konuşma dili, bir edebiyatı. Ele güne karşı fâş edilmeyen mahremleri. Yaramaz, uslu, haylaz, akıllı ama hepsi birbirini tanıyan çocukları. İyi güne-kötü güne şahitlik eden birliktelikleri. İçi tıka basa dolu dayanışma, yardımlaşma gibi melekeleri. Camcı, bakkal, fırıncı ve kahveci amcaları. Bir ablası, bir delisi, bir hastası ve gurbettekileri. Bir çitlembik yahut kim bilir erik ağacı, bir camisi. Sonraki sene için ayrılmış olan ve evden eve dolaşan çiçek soğanları, fideleri.
Sonra, içindeki insanlar yoksullaşmasın diye pencereleri ses geçiren evleri… Tabiatın ve sokağın bütün seslerini, kadınların çocuklara seslenişlerini, yağmurun şemsiyesiz yağışını, fırtınanın zıvanadan çıkışını, sütçünün gelişini, simitçinin geçişini haber veren pencereleri… Sokağın değişmez oyunları. Topaç, ip atlama, saklambaç, yakartop, körebe, uzuneşek diye başlayan ve büyüyünceye kadar devam eden eğlenceleri.
Bizim mahallemiz, bizim sokağımız tertemiz ve sımsıcaktır. Bizim zevklerimiz, bediiyat telakkimiz, ruh ve düşünce dünyamızın derinliği, her daim sokağımızı da eğitmiştir. Sokak, koca dünyada, dışarısı ve ev arasında bir tenezzüh yeri, dinlenme mahfili, ya ilk ya da ikinci hayat mektebi, o mektebin en renkli sahnesidir. Bizim sokağımız, eviyle, insanıyla, diliyle, oturup kalkmasıyla iyi bir terbiye görmüştür. Bunun içindir ki, çocuk sokağa emanet edilebilir.
Sokak, çocuğun eğitim ve gelişim mesuliyetini anne ile paylaşır. Çocuk, uyması gereken kuralları, toplumsal davranışları, “birey” olarak cemiyetin içine dahil olduğu ilk yer olan sokakta öğrenir. Adap, erdemli davranış, muaşeret, dil ve üslup, büyük-küçük saygı dengesi, uygulama üzerinde ikaz ve nasihat yoluyla öğretilir. Çocuk, ölçülü ve doğru birey olmanın tek başına tecrübesini ilk olarak sokakta yaşar. Tepki vermeyi, dost edinmeyi, kavga etmeyi ve “doğru dürüst insan” modeline tanım getirmeyi ilk orada öğrenir.
Sokak, pedagojik bilgi yığılmasıyla, çocuğunu oyuncaklar arası bir dünyaya sığdıran, anneliği “kariyer” addetmiş, post-modern kültürün yetiştirdiği, çocuğunu sokağa salmayan “iyi anne” modelini tanımaz. Diğer bütün çocuklara en az kendi çocuğu kadar ihtimam göstermeyen, “sakın sokakta çocuklarla oynama” tembihini modernize etmiş “pedagojik donanımlı iyi anne”ler de o sokakta yaşamaz, o sokağın adını anlamaz.
Artık Sokağın Adı Yok
Bir mektup zarfının arkasına en son hangi sokağın adını yazdığınızı hatırlıyor musunuz? Ya da ezberinizde olan, unutamadığınız kaç sokak adı var? Mesela hiç, bir ev kiralayacağınız zaman, evin bulunduğu sokağın ismini ve manasını beğenmeyip, “bu sokağın ismi benim kişiliğime uygun değil” diyerek evi tutmaktan vazgeçtiğiniz oldu mu? Peki ya, “yetkili” işgüzarların neden durmadan sokaklarımızın adını değiştirdiğine akıl erdirebileniniz var mı?
1927’de İstanbul’da tam 6 bin 215 sokak ismi değiştirilmiş.
1960’da mizahi ögelerin ağır bastığı sokak isimleri “ciddi-ağır” olanlarla değiştirilmiş. 60’ların pek komik(!) bulduğu sokak isimlerinden birkaçını görüp, biz de gülmeye çalışalım: Merkepanırtan Sokak, Çiftevav Sokak, Pürtelaş Sokak, Kasatura Sokak, Mahkeme Külhanı Sokak, Çöreotu Sokak…
1980’de ise “bahar, çimen, çiçek, buğday” gibi sokak isimleri, “resmi ideolojiye tepki” olarak yorumlanmış ve bu yazıda geçemeyecek kadar vasıfsız olanlarıyla
değiştirilmiş.
Neyse ki bu hastalıklı dönem ve zihniyetin gözüne çarpmamış, eline değmemiş şahane sokak isimleri özellikle İstanbul’da hâlâ yaşıyor ve tabelasını görünce insanın alıp sokağına götüresi, “resmi ideolojiye tepki” veresi geliyor.
Mesela diye başlayıp, o tabelalardan bazılarını burada göstermeyeceğim. Sırf, belki gözünüz o sokakları arar, sokağın adı gözünüze çarpar diye umut ederek örnek bile vermeyeceğim.
Ama sokağa yapılan haksızlık ve saygısızlık sadece ismini değiştirmek suretiyle olmadı. Sözcüğün eğreti metaforu, zoraki deyimleşmeler, temelsiz kavramlar, popülist kabalık, sokağın canını iyice acıttı. Sokak yıllarca değersiz ve dertsizler tarafından ihmal, israf ve istismar edildi.
Kimsesiz, köprü altlarında yaşayan ve topluma zararlı olan çocuklara, “sokak çocuğu” denildi.
Seçkinlerin, zenginlerin konuştuğu dilden daha aşağı olan kaba lisan, “sokak dili”ne benzetildi.
Dışlanmış, kovulmuş, ziyan edilmiş olanı anlatırken “sokağa atmak”, değerini kaybeden ve kötüleşmiş olanı gösterirken, “sokağa düşmek” deyimleri keşfedildi.
Sıradan, rastgele biri “sokaktaki adam”, kötü ve zevksiz müzik “sokak müziği”, argo “sokak edebiyatı” diye ezberletildi.
Yeni Sahiplerin Yeni Sokakları
Çünkü nur, insandan önce sokaktan çekildi. Sokağın sakinleri, çiçek soğanları yerine televizyonda gördükleri kötülüğü yayarken, sokağın yeni sahiplerinin gelişini fark edemedi. Yeni sahipler, kaşla göz arasında ve “dışarıdan” geldi, geleneksel dokuyu eskicilere verip, fesleğen güzeli beyaz evi yıkıp, enkazı da sokak çocuklarına parayla temizletip, açılan arsaya arabasını park etti.
Yeni sahipler, sokağı emniyetsiz ilan etti. Arabalarını emniyet alarmına, evlerini sigorta şirketine emanet etti. Sokak oyunlarını ve mahalle çocuklarını güvenli bulmadı, gitti bir televizyon, bir bilgisayar, bir playstation alıp geldi.
Sokağın yeni sahipleri, çocukları için en az kendileri kadar yeni ve yabancı olan ceza-ödül modelleri geliştirdi: “İyi bir karne getirirsen sana bilgisayar alacağım. Ama zayıf olursa karışmam, cezana katlanıp saklambaçla idare edersin! Anneni üzmezsen gelirken sana cd getireceğim, ama bir şikâyet duyarsam topaçla yetineceksin! Bu deneme sınavında dereceye girersen en kralından cep telefonu. Olmadı, gözünün yaşına bakmam, çıkar arkadaşlarınla mahalle maçı yaparsın!”
Derken, çocuklar çocuksuluklarını yitirdi. Sokak, artık oyunlarıyla çocukları da eğlendiremedi. Baktı, bütün evlerin penceresi kapalı, zamana akıl erdiremedikçe uykuları fesleğen kokan ve cam kenarında şarkılar mırıldanan insanları özledi.
Hâlâ yaşayan sokaklar olduğuna inanan biri, gidip bütün sokak çocuklarını toplamayı ve “sokağa” getirmeyi düşündü. Cesaret edemedi. Biri çıkar da, bırak bu büyüdüğün sokağı, yaşadığın sokağı anlat der diye, pencereyi açtı. Baktı, baktı…
Ne anlatayım, dedi, sokak işte… Buz gibi ve adını bile bilmediğim bir sokak
Ruhan UMUT
(Semerkand Dergisinden alıntı)
Buhurumeryem Sokak, A/3. Şu beyaz ev. Hani önünde fesleğenler olan. Onlar, o daracık yerden başka dünya bilmezler, bilseler de sevmezler. Sokağı seyretmekten gözleri yorulur ama bakışlarını eğmezler.
– Bu camın ötesinde ne var?
– Sokak.
– Sokağın ötesinde?
– Dünya.
Bir cam önü fesleğeninden duyup duyacağın bütün söz bundan ibaret. Fazlasını bekleme. Bunları söylerken de sana bakmaz üstelik. Sokağın dışından geliyorsun ya, seni yabancı bilir. Ama biraz bekle, hafif bir rüzgâr essin, rüzgâr senin de yüzüne değsin, gör bak nasıl da duyuracak kokusunu. Biz de bu arada eski ve küçük bir hikâyenin içine girip, işe yarayacak şeyler var mı, bakalım…
Ev ile Dünya Arasında
“Sokak, kapısından girdiğin andan itibaren dışarısı değildir bana göre. Dışarısı, sokağın bittiği yerde başlayandır ancak. (Fesleğen de böyle söylemedi mi?)
Mesela, “oğlan nerede” diye soran kocasına, “dışarıda oynuyor” diye cevap vereceğine kadın, “bu saate kadar ne işi var dışarıda” demesi kaçınılmaz olan adamı sinirlendireceğine, “sokakta oynuyor” dese; çocukla sokak arasındaki “doğru, bu yüzden de engellenemez” bağın, bir akşam tatsızlığına dönüşmesine mani olacaktır.
Sokak, ev ile dış dünyayı birbirine bağlayan, din, medeniyet ve insan eli değerlerinden çıkmış sağlam bir köprüdür. Evin sıcaklığı, evin kokusu, evin parantezleri kapının arkasında kalınca sokak başlar. Sokağın sonunda ise asık suratlı bir dünya…
İşte tam o arada, köprünün üzerinde yani; komşu çocukları, isim isim teyzeler, mutfaklardan gelen kızartma kokuları, boş yağ tenekelerinden yapılmış kapı önü çöp kutuları, mevsimine göre değişen pencere önü çiçekleri ve birikmiş hikâyeler durur.
Mizacı durgundur sokağın. Öyle çok da uzun uzun anlatmaz, ulu orta şaşırtmaz. Fakat o sokakta yaşayan herkesin sandığında gizlediği, her bahar aralığı naftalinlediği, ufak tefek hikâyesi vardır. Sokak, naftalin kokan hikâyeleri bile bilen ve saklayandır.
İkindi çayına ya da akşam oturmasına gidişler rastgeledir sokakta. Telefon edip, “müsaitseniz, size geleceğiz” deme zahmetinde bulunmaz hiç kimse. Ya da günün her saati, içi kim bilir neyle dolu tabaklar taşınır, bir evden bir eve. Kokusu gelmiştir diye.
Kalıtsal ve öğretilmiş davranış biçimleri vardır sokağın, sonra alışkanlıkları. Dört mevsim, gece ile gündüz, mutluluk ile hüzün, acı ile sevinç, ortak ve usulünce yaşanır sokakta. O, yaşanıp gidenlerin, söylenip bitenlerin, gelip geçenlerin kırılmışlığını bile, tarihi dokusuna zarar vermeden onarır.”
Hayat Orada Başlar
Ceplerinde ve duvar diplerinde medeniyet taşlarını saklayan sokağın, adını çağırdığınızda “buradayım” diye bağıran kıymetlileri vardır. Mesela, bir konuşma dili, bir edebiyatı. Ele güne karşı fâş edilmeyen mahremleri. Yaramaz, uslu, haylaz, akıllı ama hepsi birbirini tanıyan çocukları. İyi güne-kötü güne şahitlik eden birliktelikleri. İçi tıka basa dolu dayanışma, yardımlaşma gibi melekeleri. Camcı, bakkal, fırıncı ve kahveci amcaları. Bir ablası, bir delisi, bir hastası ve gurbettekileri. Bir çitlembik yahut kim bilir erik ağacı, bir camisi. Sonraki sene için ayrılmış olan ve evden eve dolaşan çiçek soğanları, fideleri.
Sonra, içindeki insanlar yoksullaşmasın diye pencereleri ses geçiren evleri… Tabiatın ve sokağın bütün seslerini, kadınların çocuklara seslenişlerini, yağmurun şemsiyesiz yağışını, fırtınanın zıvanadan çıkışını, sütçünün gelişini, simitçinin geçişini haber veren pencereleri… Sokağın değişmez oyunları. Topaç, ip atlama, saklambaç, yakartop, körebe, uzuneşek diye başlayan ve büyüyünceye kadar devam eden eğlenceleri.
Bizim mahallemiz, bizim sokağımız tertemiz ve sımsıcaktır. Bizim zevklerimiz, bediiyat telakkimiz, ruh ve düşünce dünyamızın derinliği, her daim sokağımızı da eğitmiştir. Sokak, koca dünyada, dışarısı ve ev arasında bir tenezzüh yeri, dinlenme mahfili, ya ilk ya da ikinci hayat mektebi, o mektebin en renkli sahnesidir. Bizim sokağımız, eviyle, insanıyla, diliyle, oturup kalkmasıyla iyi bir terbiye görmüştür. Bunun içindir ki, çocuk sokağa emanet edilebilir.
Sokak, çocuğun eğitim ve gelişim mesuliyetini anne ile paylaşır. Çocuk, uyması gereken kuralları, toplumsal davranışları, “birey” olarak cemiyetin içine dahil olduğu ilk yer olan sokakta öğrenir. Adap, erdemli davranış, muaşeret, dil ve üslup, büyük-küçük saygı dengesi, uygulama üzerinde ikaz ve nasihat yoluyla öğretilir. Çocuk, ölçülü ve doğru birey olmanın tek başına tecrübesini ilk olarak sokakta yaşar. Tepki vermeyi, dost edinmeyi, kavga etmeyi ve “doğru dürüst insan” modeline tanım getirmeyi ilk orada öğrenir.
Sokak, pedagojik bilgi yığılmasıyla, çocuğunu oyuncaklar arası bir dünyaya sığdıran, anneliği “kariyer” addetmiş, post-modern kültürün yetiştirdiği, çocuğunu sokağa salmayan “iyi anne” modelini tanımaz. Diğer bütün çocuklara en az kendi çocuğu kadar ihtimam göstermeyen, “sakın sokakta çocuklarla oynama” tembihini modernize etmiş “pedagojik donanımlı iyi anne”ler de o sokakta yaşamaz, o sokağın adını anlamaz.
Artık Sokağın Adı Yok
Bir mektup zarfının arkasına en son hangi sokağın adını yazdığınızı hatırlıyor musunuz? Ya da ezberinizde olan, unutamadığınız kaç sokak adı var? Mesela hiç, bir ev kiralayacağınız zaman, evin bulunduğu sokağın ismini ve manasını beğenmeyip, “bu sokağın ismi benim kişiliğime uygun değil” diyerek evi tutmaktan vazgeçtiğiniz oldu mu? Peki ya, “yetkili” işgüzarların neden durmadan sokaklarımızın adını değiştirdiğine akıl erdirebileniniz var mı?
1927’de İstanbul’da tam 6 bin 215 sokak ismi değiştirilmiş.
1960’da mizahi ögelerin ağır bastığı sokak isimleri “ciddi-ağır” olanlarla değiştirilmiş. 60’ların pek komik(!) bulduğu sokak isimlerinden birkaçını görüp, biz de gülmeye çalışalım: Merkepanırtan Sokak, Çiftevav Sokak, Pürtelaş Sokak, Kasatura Sokak, Mahkeme Külhanı Sokak, Çöreotu Sokak…
1980’de ise “bahar, çimen, çiçek, buğday” gibi sokak isimleri, “resmi ideolojiye tepki” olarak yorumlanmış ve bu yazıda geçemeyecek kadar vasıfsız olanlarıyla
değiştirilmiş.
Neyse ki bu hastalıklı dönem ve zihniyetin gözüne çarpmamış, eline değmemiş şahane sokak isimleri özellikle İstanbul’da hâlâ yaşıyor ve tabelasını görünce insanın alıp sokağına götüresi, “resmi ideolojiye tepki” veresi geliyor.
Mesela diye başlayıp, o tabelalardan bazılarını burada göstermeyeceğim. Sırf, belki gözünüz o sokakları arar, sokağın adı gözünüze çarpar diye umut ederek örnek bile vermeyeceğim.
Ama sokağa yapılan haksızlık ve saygısızlık sadece ismini değiştirmek suretiyle olmadı. Sözcüğün eğreti metaforu, zoraki deyimleşmeler, temelsiz kavramlar, popülist kabalık, sokağın canını iyice acıttı. Sokak yıllarca değersiz ve dertsizler tarafından ihmal, israf ve istismar edildi.
Kimsesiz, köprü altlarında yaşayan ve topluma zararlı olan çocuklara, “sokak çocuğu” denildi.
Seçkinlerin, zenginlerin konuştuğu dilden daha aşağı olan kaba lisan, “sokak dili”ne benzetildi.
Dışlanmış, kovulmuş, ziyan edilmiş olanı anlatırken “sokağa atmak”, değerini kaybeden ve kötüleşmiş olanı gösterirken, “sokağa düşmek” deyimleri keşfedildi.
Sıradan, rastgele biri “sokaktaki adam”, kötü ve zevksiz müzik “sokak müziği”, argo “sokak edebiyatı” diye ezberletildi.
Yeni Sahiplerin Yeni Sokakları
Çünkü nur, insandan önce sokaktan çekildi. Sokağın sakinleri, çiçek soğanları yerine televizyonda gördükleri kötülüğü yayarken, sokağın yeni sahiplerinin gelişini fark edemedi. Yeni sahipler, kaşla göz arasında ve “dışarıdan” geldi, geleneksel dokuyu eskicilere verip, fesleğen güzeli beyaz evi yıkıp, enkazı da sokak çocuklarına parayla temizletip, açılan arsaya arabasını park etti.
Yeni sahipler, sokağı emniyetsiz ilan etti. Arabalarını emniyet alarmına, evlerini sigorta şirketine emanet etti. Sokak oyunlarını ve mahalle çocuklarını güvenli bulmadı, gitti bir televizyon, bir bilgisayar, bir playstation alıp geldi.
Sokağın yeni sahipleri, çocukları için en az kendileri kadar yeni ve yabancı olan ceza-ödül modelleri geliştirdi: “İyi bir karne getirirsen sana bilgisayar alacağım. Ama zayıf olursa karışmam, cezana katlanıp saklambaçla idare edersin! Anneni üzmezsen gelirken sana cd getireceğim, ama bir şikâyet duyarsam topaçla yetineceksin! Bu deneme sınavında dereceye girersen en kralından cep telefonu. Olmadı, gözünün yaşına bakmam, çıkar arkadaşlarınla mahalle maçı yaparsın!”
Derken, çocuklar çocuksuluklarını yitirdi. Sokak, artık oyunlarıyla çocukları da eğlendiremedi. Baktı, bütün evlerin penceresi kapalı, zamana akıl erdiremedikçe uykuları fesleğen kokan ve cam kenarında şarkılar mırıldanan insanları özledi.
Hâlâ yaşayan sokaklar olduğuna inanan biri, gidip bütün sokak çocuklarını toplamayı ve “sokağa” getirmeyi düşündü. Cesaret edemedi. Biri çıkar da, bırak bu büyüdüğün sokağı, yaşadığın sokağı anlat der diye, pencereyi açtı. Baktı, baktı…
Ne anlatayım, dedi, sokak işte… Buz gibi ve adını bile bilmediğim bir sokak
Ruhan UMUT
(Semerkand Dergisinden alıntı)