- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 7,021
- Tepkime puanı
- 425
Osmanlı’da ve eski İstanbul’da Ramazan
Ramazan’ın insanlığı şereflendirdiği zamanın başlangıcında İstanbul’dan şöyle bir tını duyarsınız. “Nerde o eski Ramazanlar.” Aslında insanların dile getirdikleri özlem zamana şahitlik edenlerin fısıltılarıdır. Varlığını kutsalla olan ilişkisine atfeden bir medeniyet, bıraktığı izlerden seslenir bize. Dinin bireye, bireyin insana olduğu kadar, bir toplum olarak insanlara da seslendiğini. Anlatır, Sultan Ahmet Meydanı, camilerin mahyaları, Ramazan davulcuları, Ayasofya anlatır bize dinin bir toplum olarak nasıl yaşandığını ve bir örnek verir o eski Ramazanlardan.
Aslında herşey Berat Kandili’ni takiben başlardı. İki hafta boyunca süren bu hazırlıklarda evler baştan aşağı yıkanır Ramazan için gerekli alış veriş yapılırdı. Bu zaman zarfında devlet bürokrasisinde de bir hareketlilik yaşanmaktadır; Ramazan’da yiyecek sıkıntısı çekilmemesi ve de fiyatların artmaması için. Bu yüzden Ramazan ayında uygulanacak fiyatlar önceden belirlenir, belirlenen fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevliler atanırdı. Ayrıca Ramazan’da et sıkıntısı çekilmemesi için de, yerleşim merkezlerine Trakya’dan koyun getirtilirdi. Özellikle halkın toplanma yerleri olan camilerin etrafındaki yollar ve kaldırımlar mutlaka tamir edilirdi.
Camilere baktığımızda orada da hummalı bir çalışma başlamıştır. Minareler arasına mahyalar asılmalıdır. Takdir edilmelidir ki minareler arasında gerilen iplere, hattatların elleri ile çizdiklerini kandillerle yazmak pek zahmetli bir iştir. Yapılması gereken işin önemine atfen mahyacılık Osmanlı’ da başlı başına bir meslek dalı haline gelmiştir.
Hazırlıklar yavaş yavaş tamamlanmaktadır. Zaten Ramazan da gelmek üzeredir.
Ramazan’ın gelişi astronomik hesaplarla tayin edilebiliyorsa da ayı gözle görülebilecek bir hilal halinde görmek şarttır. Bu iş ile bizzat İstanbul Kadısı ilgilenecektir. İstanbul’da güçlük çekmeden hilalin görülebileceği yerler Beyazıt yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapısı Camii minareleridir. Gönderilen memurlar, camii efradı ve meraklı halk bu birimlere toplanır. Herkes, artık akşamı beklemektedir. Ve zaman akşamdır artık. Memurlar ve halk, hilali gördü ama Ramazan’ın başladığı daha ilan edilmemeli. Önce mahkeme kurulmalıdır. Ramazan hilalini görenler mahkemeye arz edilir. Sorgu başlamıştır.
- Bu akşam ezandan üç dakika sonra minareden mübarek hilali re’ye’l-avn’ı (bizzat göz görüşüyle) gördük. Bu gece, Ramazan olduğuna şahadet ederiz.
Ama Kadı, şahadeti yeterli bulmaz. Ayın şeklini vaziyetini anlattırır. Evet, artık hüküm verildi. Bu gece Ramazan. Karar, Sultan Ahmet Camii baş mahyacısına tebliğ edilir. Sultan Ahmet Camii’nin mahyaları yandı ve bunu gören diğer camilerin mahyaları da. Artık Ramazan davulcuları iş başındadır. Çocukların arkasına takıldığı Ramazan davulcuları mahalle mahalle Ramazanı müjdelemektedir.
Osmanlı’da Ramazan davulcuları aslında mahalle bekçileridir. Babadan oğula devredilen bu mesleğe Ramazan’da farklı bir işlev yüklenmektedir. İnsanları güzel bir şekilde sahura kaldırmak. Her Ramazan gecesi için ayrı bir mani okurlardı Ramazan davulcuları. Gerçi bu işe mahallenin güzel sesli delikanlıları da oldukça meraklıydılar. Sahur vaktinde mahallelerde maniler okumak başlı başına bir eğlencedir. Ancak bahşişleri toplayacak olan yine Ramazan davulcularıdır.
Ve ilk teravih namazı için camiler dolmakta ve de evlerde bir hazırlık ilk sahur için. Camii imamı her zamankinden daha ateşli bir konuşma yaparak halkı Ramazan ayında İslamî kurallara daha sıkı uymaları ve oruçlarına dikkat etmeleri için uyarır. Çünkü yarın, ilk Oruç tutulacak.
Akşam sahura kalkınca ev halkı yapacakları iftara göre daha sade bir yemek yer. Minarelerden bir ezan sesi duyulmakta ve artık oruç başladı. Uyanılan sabah Ramazandır.
Ramazanın günü akşama yaklaşmakta. Gün boyu yemeyen içmeyen insanlarda yorgunluklarına karşılık beklenmeyen bir telaş bir heyecan. Bir kısmı teravih namazını kılmak için daha iftar gelmeden Eyüp Sultan, Ayasofya ya da Sultan Ahmet Camii’nde yer bulmaya çalışıyor. Onların iftariyesi çekirdeksiz hurma ve üzüm.
Bir kısmı evdeki büyük ziyafetin hayaliyle iftariyelik alışverişinde. Peyniri bir dükkândan alıyor zeytini başka bir dükkândan. Yiyeceğin daha iyisi hangi dükkânda ise o bulunmalıdır. Ama bu alışveriş telaşı onlara akşama sofralarını bereketlendirecek bir dostun gerekliliğini unutturmamaktadır. Ramazan’da akrabalar dostlar birbirine gitmeli muhabbetin musikisi Allah kelamı ile hayat bulmalıdır.
Ama en büyük heyecan İstanbul’un fakirlerindedir. Onlar İstanbul’un en büyük, en güzel konaklarında iftara davetliler. Öyle sofralar ki, ziyafet gerçek anlamını arasa orada bulurdu. Ayrıca yemekten sonra kahve ikramı yapılıp tütün içilecek ve de arkasından bir miktar para yardımında bulunulacaklar. Bu yardıma da diş kirası denilmektedir.
Ramazan içinde oruç gibi bir huzur barındırdığı gibi sonunda da bayram gibi bir şölen barındırır. Şölenler ise hazırlık gerektirir. İlk önce kıyafetlerden başlanmalı. Beyazıt ve Fatih camilerinin avlularındaki kalabalığın sebebi bu. Hindistan ve Yemen gibi ülkelerden getirilen mallar sergileniyor. Kurulan sergilerin ürün yelpazesi oldukça geniştir. Baharattan şekerlemelere, Erzurum taşından öd ağacına kadar bütün ürünleri barındıran sergi, bayrama hazırlanan İstanbul’u kendine çekmekte.
Osmanlı sarayına dönüp de bakarsak Ramazanın manevî atmosferini orada da solumaktayız. Öyleki Ramazan’ın ağırlığı bürokrasinin simgeselliğine bile etki etmekte. Mesela padişahlar her Ramazan ayında on yeniçeriye bir büyük tepsi baklava yaptırırdı. Yeniçeri ocağına gönderilen bu baklavaları eğer yeniçeriler yönetimden memnunsalar afiyetle yerler ve saraya boş tepsileri gönderirlerdi. Eğer yönetimden memnun değilseler baklavaları yemeden tepsileri dolu bir şekilde saraya geri gönderirlerdi.
Asr-ı Saadet’le karşılaştırıldığı zaman aslında hiç bir şey mükemmel değildi. Ancak modern çağda yaşayan bizler o günlere dair övgü dolu sözlere sahibiz. Benlik kaygılarıyla, özgürleştirmek adına yalnızlaştırdığımız hayatımızda, Ramazanlar kendisini bir yük gibi hissetmekte. Kendisiyle az muhatap olmak için elinden geldiğince geç uyanmak isteyenlerle yaşıyor Ramazan artık. Akşama kadar asık bir surata sahiptirler evsahipleri, nereden geldin der gibi. Eksikliğini hisseder Ramazan, insanların birbirine beslediği muhabbetin. Üzülür insanların yalnızlığına. Ve hatırlar kendisinin misafir edileceği evlerin yıkanışını, hilalini görebilmek için toplanan kalabalıkları, Ayasofya’da açılan iftarları, varlığının şerefine kurulan fakirlerin doyduğu sofraları. Ve hoş karşılanmayan bir misafir dile getirir özlemini; “ Nerede o eski insanlar.”
Alıntıdır...
Ramazan’ın insanlığı şereflendirdiği zamanın başlangıcında İstanbul’dan şöyle bir tını duyarsınız. “Nerde o eski Ramazanlar.” Aslında insanların dile getirdikleri özlem zamana şahitlik edenlerin fısıltılarıdır. Varlığını kutsalla olan ilişkisine atfeden bir medeniyet, bıraktığı izlerden seslenir bize. Dinin bireye, bireyin insana olduğu kadar, bir toplum olarak insanlara da seslendiğini. Anlatır, Sultan Ahmet Meydanı, camilerin mahyaları, Ramazan davulcuları, Ayasofya anlatır bize dinin bir toplum olarak nasıl yaşandığını ve bir örnek verir o eski Ramazanlardan.
Aslında herşey Berat Kandili’ni takiben başlardı. İki hafta boyunca süren bu hazırlıklarda evler baştan aşağı yıkanır Ramazan için gerekli alış veriş yapılırdı. Bu zaman zarfında devlet bürokrasisinde de bir hareketlilik yaşanmaktadır; Ramazan’da yiyecek sıkıntısı çekilmemesi ve de fiyatların artmaması için. Bu yüzden Ramazan ayında uygulanacak fiyatlar önceden belirlenir, belirlenen fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevliler atanırdı. Ayrıca Ramazan’da et sıkıntısı çekilmemesi için de, yerleşim merkezlerine Trakya’dan koyun getirtilirdi. Özellikle halkın toplanma yerleri olan camilerin etrafındaki yollar ve kaldırımlar mutlaka tamir edilirdi.
Camilere baktığımızda orada da hummalı bir çalışma başlamıştır. Minareler arasına mahyalar asılmalıdır. Takdir edilmelidir ki minareler arasında gerilen iplere, hattatların elleri ile çizdiklerini kandillerle yazmak pek zahmetli bir iştir. Yapılması gereken işin önemine atfen mahyacılık Osmanlı’ da başlı başına bir meslek dalı haline gelmiştir.
Hazırlıklar yavaş yavaş tamamlanmaktadır. Zaten Ramazan da gelmek üzeredir.
Ramazan’ın gelişi astronomik hesaplarla tayin edilebiliyorsa da ayı gözle görülebilecek bir hilal halinde görmek şarttır. Bu iş ile bizzat İstanbul Kadısı ilgilenecektir. İstanbul’da güçlük çekmeden hilalin görülebileceği yerler Beyazıt yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapısı Camii minareleridir. Gönderilen memurlar, camii efradı ve meraklı halk bu birimlere toplanır. Herkes, artık akşamı beklemektedir. Ve zaman akşamdır artık. Memurlar ve halk, hilali gördü ama Ramazan’ın başladığı daha ilan edilmemeli. Önce mahkeme kurulmalıdır. Ramazan hilalini görenler mahkemeye arz edilir. Sorgu başlamıştır.
- Bu akşam ezandan üç dakika sonra minareden mübarek hilali re’ye’l-avn’ı (bizzat göz görüşüyle) gördük. Bu gece, Ramazan olduğuna şahadet ederiz.
Ama Kadı, şahadeti yeterli bulmaz. Ayın şeklini vaziyetini anlattırır. Evet, artık hüküm verildi. Bu gece Ramazan. Karar, Sultan Ahmet Camii baş mahyacısına tebliğ edilir. Sultan Ahmet Camii’nin mahyaları yandı ve bunu gören diğer camilerin mahyaları da. Artık Ramazan davulcuları iş başındadır. Çocukların arkasına takıldığı Ramazan davulcuları mahalle mahalle Ramazanı müjdelemektedir.
Osmanlı’da Ramazan davulcuları aslında mahalle bekçileridir. Babadan oğula devredilen bu mesleğe Ramazan’da farklı bir işlev yüklenmektedir. İnsanları güzel bir şekilde sahura kaldırmak. Her Ramazan gecesi için ayrı bir mani okurlardı Ramazan davulcuları. Gerçi bu işe mahallenin güzel sesli delikanlıları da oldukça meraklıydılar. Sahur vaktinde mahallelerde maniler okumak başlı başına bir eğlencedir. Ancak bahşişleri toplayacak olan yine Ramazan davulcularıdır.
Ve ilk teravih namazı için camiler dolmakta ve de evlerde bir hazırlık ilk sahur için. Camii imamı her zamankinden daha ateşli bir konuşma yaparak halkı Ramazan ayında İslamî kurallara daha sıkı uymaları ve oruçlarına dikkat etmeleri için uyarır. Çünkü yarın, ilk Oruç tutulacak.
Akşam sahura kalkınca ev halkı yapacakları iftara göre daha sade bir yemek yer. Minarelerden bir ezan sesi duyulmakta ve artık oruç başladı. Uyanılan sabah Ramazandır.
Ramazanın günü akşama yaklaşmakta. Gün boyu yemeyen içmeyen insanlarda yorgunluklarına karşılık beklenmeyen bir telaş bir heyecan. Bir kısmı teravih namazını kılmak için daha iftar gelmeden Eyüp Sultan, Ayasofya ya da Sultan Ahmet Camii’nde yer bulmaya çalışıyor. Onların iftariyesi çekirdeksiz hurma ve üzüm.
Bir kısmı evdeki büyük ziyafetin hayaliyle iftariyelik alışverişinde. Peyniri bir dükkândan alıyor zeytini başka bir dükkândan. Yiyeceğin daha iyisi hangi dükkânda ise o bulunmalıdır. Ama bu alışveriş telaşı onlara akşama sofralarını bereketlendirecek bir dostun gerekliliğini unutturmamaktadır. Ramazan’da akrabalar dostlar birbirine gitmeli muhabbetin musikisi Allah kelamı ile hayat bulmalıdır.
Ama en büyük heyecan İstanbul’un fakirlerindedir. Onlar İstanbul’un en büyük, en güzel konaklarında iftara davetliler. Öyle sofralar ki, ziyafet gerçek anlamını arasa orada bulurdu. Ayrıca yemekten sonra kahve ikramı yapılıp tütün içilecek ve de arkasından bir miktar para yardımında bulunulacaklar. Bu yardıma da diş kirası denilmektedir.
Ramazan içinde oruç gibi bir huzur barındırdığı gibi sonunda da bayram gibi bir şölen barındırır. Şölenler ise hazırlık gerektirir. İlk önce kıyafetlerden başlanmalı. Beyazıt ve Fatih camilerinin avlularındaki kalabalığın sebebi bu. Hindistan ve Yemen gibi ülkelerden getirilen mallar sergileniyor. Kurulan sergilerin ürün yelpazesi oldukça geniştir. Baharattan şekerlemelere, Erzurum taşından öd ağacına kadar bütün ürünleri barındıran sergi, bayrama hazırlanan İstanbul’u kendine çekmekte.
Osmanlı sarayına dönüp de bakarsak Ramazanın manevî atmosferini orada da solumaktayız. Öyleki Ramazan’ın ağırlığı bürokrasinin simgeselliğine bile etki etmekte. Mesela padişahlar her Ramazan ayında on yeniçeriye bir büyük tepsi baklava yaptırırdı. Yeniçeri ocağına gönderilen bu baklavaları eğer yeniçeriler yönetimden memnunsalar afiyetle yerler ve saraya boş tepsileri gönderirlerdi. Eğer yönetimden memnun değilseler baklavaları yemeden tepsileri dolu bir şekilde saraya geri gönderirlerdi.
Asr-ı Saadet’le karşılaştırıldığı zaman aslında hiç bir şey mükemmel değildi. Ancak modern çağda yaşayan bizler o günlere dair övgü dolu sözlere sahibiz. Benlik kaygılarıyla, özgürleştirmek adına yalnızlaştırdığımız hayatımızda, Ramazanlar kendisini bir yük gibi hissetmekte. Kendisiyle az muhatap olmak için elinden geldiğince geç uyanmak isteyenlerle yaşıyor Ramazan artık. Akşama kadar asık bir surata sahiptirler evsahipleri, nereden geldin der gibi. Eksikliğini hisseder Ramazan, insanların birbirine beslediği muhabbetin. Üzülür insanların yalnızlığına. Ve hatırlar kendisinin misafir edileceği evlerin yıkanışını, hilalini görebilmek için toplanan kalabalıkları, Ayasofya’da açılan iftarları, varlığının şerefine kurulan fakirlerin doyduğu sofraları. Ve hoş karşılanmayan bir misafir dile getirir özlemini; “ Nerede o eski insanlar.”
Alıntıdır...