Dil yarası kılıç yarasından yamandır.

Elifgül

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
7,319
Tepkime puanı
118
Zararlı insanlar suç işlerler. Suç işleyince tutar hapishaneye atarlar. Suçlu kimseleri zarardan uzak tutmanın çaresidir bu. Dört duvar içine alacak, kapısını da iyi kilitleyeceksin. İşte bizim ağzımızda da böyle bir potansiyel suçlu vardır.
Dilimiz...

Bu yüzden Rabbimiz bu potansiyel suçluyu önce otuz iki dişi nöbetçi gibi dikip iki duvar içine hapsetmiş. Sonra dudaklarıyla kapatarak kapıyı da kilitlemiş. Ta ki muhtemel zararından sahibi korunsun, rastgele bir söz söyleyip de sahibini suçlu durumda bırakmasın.

Dilin bu kadar tehlikeli oluşundan dolayıdır ki, şair şöyle demiş:
"Kılıçla açılan yaralar zamanla tedavi olur, fakat dilin açtığı yaraların tedavisi yoktur."
Dilin açtığı yaralar, bir ömür boyu dahi devam edebilir. Demek dil, kılıçtan daha zararlı ve tehlikeli yıkımlara sebep olabilmektedir.

Hatta dilin böylesine tehlikeli oluşundan, böylesine büyük sonuçlar verişinden dolayıdır ki, bir İslâm büyüğü şöyle der:
"Kul hakkı mı daha ağırdır, yoksa dille yıkılan kalp ve gönlü tamir etmek mi daha ağırdır?"

İlk bakışta kul hakkının daha ağır olması lazım. Çünkü kul hakkı şehitlerde bile affedilmiyor. Ama o İslâm büyüğü diyor ki:
"Dilin meydana getirdiği zararın, kul hakkından daha büyük olduğunu ispat edebiliyorum."
"İspat et" diyorlar.

"Şehit ahirete gitmiş, üzerinde kul hakkı var diyelim. Hayattaki bir mirasçısı o şehidin üzerindeki hakkı hak sahibine ödese böylece o şehitten kul hakkı kalkar. Ama bir adam birinin kalbini, gönlünü yıkmış, gıybetini yapmış, ahirete gitmiş.

Artık o adamın hayattaki mirasçısı o adama para vermekle hakkını helal ettirmesi mümkün değildir. Çünkü kalbi kıran, dilini kullanan adam ahirettedir. Ahiretteki adamın dünyadakiyle helalleşmesi ancak gelip bizzat özür dilemesiyle mümkün olur" diyor ve aradaki farkı anlatıyor.

Burada Peygamberimizin (a.s.m.) bir hadisini hatırlıyoruz. Peygamberimiz (a.s.m.) çok çarpıcı şekilde bu konuya dikkatimizi çekerken buyuruyor ki: "Siz bana iki şey hakkında teminat verin, ben de sizin Cennete gireceğiniz yolunda teminat vereyim."
"Nedir o ya Resulallah?" diye soruyorlar.
"Yukarınızla aşağınız" diyor Efendimiz. "Yukarınızla aşağınıza sahip olun, gerisine karışmayın. Ben de sizin Cennetteki makamınıza sahibim."

"Ya Resulallah, yukarınızla aşağınızdan kasıt nedir?" "Diliniz ve tenasül organınız" diyor.
Gerçekten de insan yukarısıyla aşağısına, diline ve tenasül uzvuna sahip olursa, o Efendimizin kefaleti altına girer.
Gönül ehli insanlar "Kâbeyi yıkarsan onun tamiri mümkündür, fakat bir gönlü yıkınca onun tamiri mümkün değildir" diyorlar.
Birisi Efendimize geliyor, "Ya Resulallah, bana öyle bir şey haber ver ki, ben onu yapınca Cennete gideyim?" diyor.

Efendimiz adamın hususiyetini bildiği için, diline işaret ediyor, ve "Buna sahip ol, gerisine karışma" diyor. Yani diline sahip ol, gerisine karışma.

Yunus'umuzun da bir sözü vardır:
Söz ola kese savaşı
Söz ola bitüre başa
Öz ola oğulu aşı
Bal ile yağ ide bir söz
Ter temiz bir yemek önünüze koyarlar, yiyeceksiniz, yemeği önünüze koyan öyle bir cümle söyler ki, yemek zehir olur, yiyemezsiniz. Bir cümleyle yapılan yalancı şahitlikle bir adamın başını götürürsünüz.

Dilin en büyük tehlikesi, bir apartmanda yaşayan komşular arasında cereyan etmektedir. Eskiden dilin tehlikesi bu kadar değildi. Çünkü herkesin evi ayrı, yolu sapaydı. Kendi yoluna, kendi müstakil evine gider, hayatını yaşar, komşularla sokakta tanışır, görüşür, birlikte olurdu.

Şimdi ise içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı, eskinin tek evinin oturduğu arsaya bugün yirmi-otuz tane daire yerleşmektedir. Sefer tası gibiyiz adeta. Üst üste, yan yana.

Bir merdivenden yüz ailenin işlediği apartmanlar vardır. Ve sokakta beraberiz, merdivende beraberiz, apartmanda beraberiz, gece beraberiz, gündüz beraberiz.
Demek komşularla iç içe, yüz yüze, göz gözeyiz. Söyleyeceğimiz bir yanlış söz, sarfedeceğimiz bir kaba, sert, haşin laf, bir kalbi kırar, bize olan alakayı, muhabbeti yok eder.

Bizim şahsımızda bir İslâmî mânâ, İslâmî bir mesaj varsa ona olan alakayı da yok eder. Bugünün insanları İslâmiyeti Müslümanlarda, onun tutumunda, tavrında öğreniyorlar. Müslümanın hali sevecense, toleranslı, müsamahalıysa o Müslümanın o güzel ahlakından dolayı ondaki İslâmiyete ilgi duyuyorlar.
Bir Müslüman tanırım. Onu apartmanındaki komşular çok severler. Merak ettim, apartman komşularından sordum. Birinin bir tarifi var ki, çok hoşuma gitti.

Demek İslâmiyeti yaşamayanlar, İslâmiyeti yaşayanların bütün hareketlerini kritik ediyorlar ve hoşa giden hallerinin tümünü zaptediyorlar. Ve o hallerinden dolayı İslâmiyete sempati duymaya başlıyorlar.

Komşularından biri o Müslümanı şöyle tarif ediyor: "Hocam, adam o kadar efendi, o kadar terbiyeli ve nezaketli ki, sabah namazı için kalkıyor, evinde ayak gürültüsü olmasın diye, tahmin ederim, parmaklarının ucuna basa basa yürüyor. Evinde abdestini alıyor, dışarı çıkarken daire kapısını çok yavaş örtüyor.

Hatta anahtarı içine sokuyor, gürültü çıkmasın diye anahtarı çevirerek kapıyı kapatıyor. Merdivenden ayaklarının ucuna basarak iniyor. Dış kapıyı kapatırken de aynı şekilde hareket ediyor. Namaza giden insanın komşularını rahatsız etmesi, bir dereceye kadar normal karşılandığı halde, bu onu dahi düşünüyor. Böyle komşu bizim için iftihar vesilesidir."

Demek komşularımızla münasebette dikkatli olmamız, hele dilimizi çok hesaplı kullanmamız lazım. İmam-ı Azam Hazretleri yolda giderken, karşısında ipini koparmış bir boğanın hışımla geldiğini görür. Hemen yolundan sapar, karşı taraftan yürümeye başlar.

Ham adamın birisi de İmam-ı Azamın bu halini görünce arkasından koşar, yaklaşır, "Ya İmam" der, "Bir öküzden korktun, değil mi? Ben senin bu kadar korkak olduğunu bilmiyordum."
Şimdi dilin kullanılışına bakın. İmam-ı Azam'ın kendisine doğru gelen ipini koparmış bir boğaya karşı aldığı tedbiri, o adam böyle korkaklıkla yorumluyor ve böyle ifade ediyor.

İmam-ı Azam da tebessüm eder: "Tabi korkarım," der, "Çünkü benim kafamda akıl, onun kafasında boynuzu var." Dilini kaba saba kullanan adam utanır mı bilmem?

Gerçekten de mesele dili kullanabilme meselesidir. Bugünün Müslümanları bir bakıma ne çekiyorlarsa dillerini kullanamamaktan çekiyorlar. Ne kazanıyorlarsa da dillerini iyi kullanmaktan kazanıyorlar.

Bazı dindarları görüyorum. Televizyonda, basında konuşmalarını dinliyorum, baştan sona tahrikçi ifadeler: "Şu kadar gençlik yetiştiriyoruz, şu kadar teşkilatımız var, geliyoruz!"
Bu, dili tamamen zararlı şekilde kullanmaktır.

Nereye geliyorsun, kimi tehdit ediyorsun? Şimdi siz böyle tehditkâr şekilde konuşursanız, o zaman sizin gelmenizi istemeyen hâkim zümrelere karşı bir mesaj vermiş olursunuz. "Bakın, biz geliyoruz, tehlike teşkil ettik, tedbir alın, yoksa sizi önümüzdeki günlerde tepe-taklak edeceğiz."

Böyle demiş olursunuz. O adam da sizin gelmemeniz için ne kadar tedbir varsa hepsini alır. Bu tedbiri aldırmanız da kendi dilinizi yanlış şekilde kullanmanızdan meydana gelir. Size ibretli bir misal daha...

Çiftliğinde işçi çalıştıran bir ağa varmış, çalıştırdığı işçilerin diline çok dikkat ediyormuş. Efendice bir üsluba sahipseler, karşısındakine saygılı ve hürmetliyseler onu hemen işe alıyormuş, öbürlerini de hemen uzaklaştırıyormuş.

Bir gün çiftliğe iki tane arkadaş gelir, çalışmak için müracaat ederler. Ağa da bunların üslubunu, efendiliğini, dillerini nasıl kullandıklarım ölçmek ister. Bir ara arkadaşlardan biri dışarı çıkar. Ağa orada kalana sorar: "Bu arkadaşın nasıl birisidir. Nasıl tanırsın onu?"

Arkadaşını nazardan düşürerek, kendisini oraya işçi olarak aldırmak için, "Efendim, eşeğin tekidir o!" der.
"Ha anladım, başka birşeye hacet yok" demekle yetinirler.
Sonra dışarıdaki arkadaş gelir, bu defa bu dışarı çıkınca gelene sorar: "Arkadaşın hakkında ne düşünürsün?"
O da, "Efendim, öküzün tekidir o, anlayışsız birisidir" der. Ona da anladım demekle yetinir.

Sonra öbür arkadaş da gelir, ikisi yan yana otururlar. Ağa, "Siz burada oturun da ben sizin yemeğinizi hazırlatayım" der. Hemen gider, salona sofrayı kurdurtur. Sofrada iki tane tabak vardır, ikisinin de ağzı kapalı. "Buyurun" der. İki arkadaş otururlar, "Açın tabaklan bakalım" der. Birisi önündeki tabağın üzerini açar bakar ki, içinde saman var. Öbürüsü de açar bakar, onun içinde de arpa var. Şaşırırlar, ağaya bakarlar.

Ağa der ki: "Yok, hiç şaşırmanıza gerek yok. Biriniz dişarı çıkınca ben kalan arkadaşınıza sordum, o sizin hakkınızda 'Eşeğin tekidir' dedi. Madem ki arkadaşın öyle, eşek ne yer, arpa yer, senin önüne onu koydum. Sonra aynı soruyu arkadaşınıza sordum. O da, 'Öküz' dedi. Düşündüm, öküzün yiyeceği de samandır. Senin önüne de saman koydum.

Eğer dedikleriniz doğruysa, biriniz eşeksiniz, biriniz de öküz, buyurun yiyin. Eğer doğru değilse, yalan söylediyseniz, demek beni kandırdınız, yalancısınız. Ben buraya yalancı işçi almam. Geriye kalır öküzle eşek ihtimali. Öküzle eşeğe de ihtiyacım yok. Çünkü onlar benim hayvanlarım arasında çoktur" der ve ikisini de kovar.

Dil meselesi her zaman özellikle günümüzde en büyük meselemizdir. Şair onun için demiştir ki:
"Bana benden olur, her ne olursa,
"Başım rahat eder, dilim durursa."

Efendimiz (a.s.m.) ashabının çoğuna dilini iyi kullanmayı tavsiye etmiştir. Hatta Müslümanlığı tarif ederken, o tarifin içine dili kullanmayı da koymuştur. Buyurmuş ki: "Müslüman odur ki, çevresi onun hem elinden, hem de dilinden emin olur''
Şimdi kendi iç dünyamıza dönüp düşünelim "Acaba komşularımız, çevremiz bizim elimizden ve dilimizden emin mi?"

Alıntı.
 
Üst Alt