- Katılım
- 23 Nisan 2011
- Mesajlar
- 3,344
- Tepkime puanı
- 25
Çocuk sağda solda, dışarıda içeride, evde sokakta hayatın güzelliğine dair cümleler duyamıyordu. Çocuk hayattan korkuyordu. Çevresinde olup biten şeyler ona çok karmaşık geliyordu. Can sıkıntısından patlıyordu. İçinde bir boşluk vardı. Anlam veremiyordu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Oyuncaklarından sıkılıyordu. Sıkılınca oyuncaklarını sağa sola fırlatıyordu. Oyuncaklarına kötü davranıyordu. Babası ona sadece oyuncak almakla yetiniyordu. Herbir oyuncakla ilgisi birkaç günlüktü. Modern zamanın insanı neyse, modern zamanın çocuğu da oydu. Çocuk mutsuzdu. Anne babalar mutsuzdu. Çocuk hayattan korkuyordu. Yaşananlar onu tedirgin ediyordu. Çocuk güvensizdi. Etrafı tehlikelerle doluydu. Her an kötü bir şey olabilirdi.
Çocuğun içindeki karmaşa diline de yansıyordu. İçinde neler olup bittiğini çözemiyor, hem içindeki karmaşadan hem de dilinin henüz yeni inşa edilmesinden, bunları kelimelere dökemiyordu. Dökse de onu kim dinleyecekti? O da kendisi için daha rahat bir anlatım biçimi olan resimlerle anlattı bunu. Çocukların yaptıkları resimler onların en anlaşılabilir dilidir.
KÂİNATIN İÇİNDE ÇOCUK, ÇOCUĞUN İÇİNDE KÂİNAT
YENİ DOĞAN bir çocuk, bu kâinata yeni bir katılımdır. Yok olan, adı sanı olmayan birisi bir anda, mucizevî bir biçimde, dünyaya gelivermiştir. Bu, kâinat için bir kazanımdır. Kâinat muhteşem bir varlığı daha kazanmıştır. Artık kâinattaki nesneleri, yaratılışı; nesnelerdeki ve yaratılıştaki mükemmelliği, güzelliği, estetiği, anlamı idrak edecek yeni bir varlık daha vardır artık. Kâinattaki sesleri duyacak, tatları tadacak, kokuları koklayacak, nesnelerin yüzeylerindeki kendine özgü hâle dokunacak, biçimleri görecek başka bir varlık daha vardır. Kâinatı akledecek yeni bir akıl daha vardır. Kâinatı farkedecek ve farkettiğini de farkedecek yeni bir bilinç daha vardır. Kâinat eski kâinat değildir artık.
Çocuğun akıl almaz biyolojik ve psikolojik gelişimi ile birlikte ikili bir etkileşim de olmaya başlar. Çocuğun, varlığı ile kâinata katılımının ötesinde yeni bir katılım daha basamak basamak ilerler. Çocuk yerinde duramaz. Eşyalara dokunur. Karıştırır. Eline alır. İnceler. İzler. Gözlem yapar. Eline aldığı çiçeğin kokusunu hisseder. Sıcağı ve soğuğu tanır. Tam bu sırada, yani çocuk kâinatın içine katıldıkça, kâinatla ilişki kurdukça, kâinat da çocuğun içine katılır. Bunu nasıl anlarız?
ON YAŞINA gelmiş bir çocuktan gözünü kapatmasını isteyelim. Onun eline çeşitli nesneleri bırakalım. Çocuk bir çok nesneleri dokunarak tanıyacaktır. Elindeki kalemin kalem, portakalın portakal, çileğin çilek olduğunu farkedecektir. Aynı şekilde ona çeşitli kokulara sahip varlıkları koklatalım. Gülün kokusunu, çileğin kokusunu, kekin kokusunu ayırt edecek ve bize doğru tahminlerde bulunacaktır. Yine gözleri kapalı haldeyken, dalga sesini, yaprakların hışırtısını, kapı gıcırtısını tanıyacaktır. Çocuk nasıl oldu da bunları doğruya oldukça yakın bir şekilde tanıyabildi?
Çünkü çocuk kâinatın içine katılmakla birlikte kâinat da çocuğun içine katılmakta, dahil olmaktadır. Sesler, görüntüler, tatlar, kokular, dokunma hisleri hiç durmaksızın doğumundan itibaren çocuğun içine doğru akar. Sadece beş duyuyla algılananlar katılmaz çocuğun içine. Özellikle anne babasının ilgisi, merhameti, şefkati, değerli olduğu, önemsendiği hissi de çocuğun içine katılır ve orada saklanır.
Çocukla anne babası, çevresindeki nesneler, toplamında kâinat arasında bir “bağlanma” oluşur. Önemli bir nokta, bu bağlanmanın da çocuğun içine gelip yerleşmesi, çocuğun içine katılmasıdır. Örneğin, bir yaz tatilinde gördüğü bir ördekle bir bağlanma yaşayabilir. Ördeğe karşı içinde bir sevme duygusu, onunla ilişki duygusu gelişir. Çocukla ördek arasında bazen tek taraflı bazen de iki taraflı bir bağlılık olur. Çocuk ördeği bırakıp evine geldiğinde onun biçimi, sağa sola salınarak yürümesi, çıkardığı ses, tüylerinin yumuşaklığı gibi özellikler çocuğun içine katıldığı için, çocuk bunları yanında taşıdığı gibi, öte yandan ona olan bağlılıkta çocuğun içine yerleşmiştir. Eve gelince çocuk bir yandan ördeği özlediğini hisseder. Ancak kavuşma umudu yoksa içindeki “bağlılık hissi” ona yeter. Ördek onun yanında değildir. Ancak ördek artık onun içindedir.
KÂİNATIN, kâinatta yaşananların, çocuğun yaşadıklarının çocuğun içine katılması bulûğ çağında en olgun düzeyine varır. Kâinatın ve çocuğun kâinatla arasında gelişen bağlanmanın da çocuğun içine katılması ile; çocuk da artık küçük bir kâinat haline gelir. Bir hücreye bir insanı kapatsak bile, bu insan, ağzında limonun tadını, rüzgârın uğultusunu, çileğin kokusunu, annesinin kendisine sarılmasını, gökteki ayın biçimini duyumsar. Artık kâinat sadece insanın dışında değil, aynı zamanda insanın içindedir de çünkü.
Çocuk gece üçte uyandı. Etraf karanlıktı. Etraf belirsizdi. Çığlık attı. Annesi yanına geldi. Çocuk ağlıyordu. Çocuk korkuyordu. Anne, neyin var diye sordu? Çocuk yalnızca ağlıyordu.
Dağlar çok büyüktü. Kocamandı. Ulaşılamazdı. Denizler çok büyüktü. Denizler çok genişti. Denizde çok su vardı. Su çocuğu yutabilirdi. Gökyüzü çok uzaktı. Gökyüzünde çok yıldız vardı. Çocuk çok korkuyordu. Çocuk çok çaresizdi. Çocuğun gündüzdeki korkuları gece rüyasına da girmişti. Rüyasında koca koca denizlerin dalgaları üzerine doğru geliyordu. Tam o sıra çığlık atarak uyanmıştı.
KÂİNATIN ÇOCUĞUN İÇİNE YERLEŞMESİNDE İKİ SORUN
Çocuktaki duygusal zekâ gelişimi ile nesnelerle, kâinatla ilişki kurma biçimi arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Duygusal zekâ, nesnelerle sağlam, tutarlı, derin ve anlamlı bir bağlanma ile mümkündür.
Modern yaşam nesnelerle “teğet ilişki” kurmaktadır. Teğet ilişkide ilişki biçimi anlıktır. Dokunmatiktir. Bir daireye bir doğrunun sadece bir noktadan dokunabilmesi gibi, artık biz de nesnelere bir anlık dokunabiliyoruz. Nesnelerle anlık dokunmatik ya da teğetsel ilişki ile kâinatın insanın içine katılmasında ciddi aksamalar husule gelebilmektedir. Bu da çocukların dünyalarında boşluk hissinin oluşumuna yol açmakta, duygusal zekânın gelişimini etkilemektedir. Çocuklar ve yetişkinler nesnelerle bir anlık, oldukça hızlı, duygusuz bir ilişki kurmakta, bu da onlarda bağlanma duygusunun gelişimini engellemektedir. Zamanımızda nesnelerle, kâinatla bir ilişkisizlik sorunu vardır. Bu ilişkisizlik çocukların dikkat ve algılama yeteneklerini köreltmekte, dikkati dağınık, hiperaktif bireylerin oluşumuna katkıda bulunmaktadır.
NESNELERLE kurulan ilişkinin teğet ilişki biçimini aldığının en önemli göstergesi, nesnelerle beş duyumuzu kullanmadan kurduğumuz yüzeysel ilişkidir. Çilekler koklanmadan, seyredilmeden, dokunulmadan, ağızda uyandırdığı çiğneme sesi dinlenilmeden, sadece bir anlık ağızdaki tat hissedilerek yenmektedir. Çocuklar oyuncak bolluğunda onlarla daha derin, uzun, onlarla belli bir bağlılık fırsatı yakalayamadan, onlarla beş duyularını kullanma fırsatı bulamadan ilişki kurmaktadırlar. Kullanılıp atılan teneke kutularla bir insan nasıl yüzeysel ilişki kurabiliyorsa, hemencecik yenen yemekler, meyveler, sık sık değişen oyuncaklar da odur.
Özellikle, kâinattaki canlı varlıklar ile çocuğun kuracağı bağlılıklar, onları içselleştirmesi, çocuğun içinde tatmin duygusu hissetmesi açısından büyük önem taşır. Kâinatla ilişkisizlik, “Ne yaparsak yapalım, çocuğumuz bir türlü tatmin olmuyor, memnun olmuyor”nev’inden şikayetlere kapı açacaktır. Zamanımız çocuklarının tatmin olmaması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü kâinattan kopartılmışlardır.
KÂİNATIN çocuğun içine katılması, yani nesnelerin içselleştirmesindeki ikinci sorun ise kâinatla ilişki kurarken Yaratıcı’nın dışlanmasıdır. Bir noktanın tekrar altını çizmek istiyorum. Kâinat, bir odaya sayısız eşyayı yığmak biçiminde gelip insanın içine yerleşmez. Burada eşya ile çocuğun kurduğu duygusal alışveriş, çocuk ile eşyalar, varlıklar, toplamında kâinat ile kurduğu bağlılık da gelip çocuğun içine dahil olur. Dolayısı ile kâinatın insanın içine yerleşmesi duygusuz, hissiz bir yerleşme değildir.
Çocuğun kâinatla bağlanmasının güvenli bir bağlanma olması ve sağlam bir duygusal zekâ gelişimi için ikinci gerekli olan durum, kâinatla ilişkiye Yaratıcının katılmasıdır. Çocukların ruhu ve kalbi yetişkinlere göre daha duyarlıdır. Çocuk ne kadar kâinatla, Yaratıcı’dan bağımsız olarak derin bir ilişki kurmaya teşvik edilirse edilsin, kâinat çocuğa; karmaşık, incitici, geçici, kocaman gelecektir. Kâinat ne kadar insanın içine katılırsa katılsın, kâinatın içine hiç katılmamasına göre daha iyi olmakla birlikte, çocuğun kalbini yine de dolduramaz. Çünkü “Kalpler ancak Allah’ı anmakla doyar.” Bu, çocuğun kalbi içinde gereklidir. Çocuğun ihtiyacı olan Yaratıcının, kâinatta görünen O’nun özellikleri yoluyla insanın kalbine yerleşmesidir. Kâinat yoluyla Yaratıcı ile kurulacak bir ilişki ile ancak çocuk kendini güvende hissedebilecektir. Çocuk için birkaç temel ihtiyaçtan biri de güven duygusudur ve bu duygu duygusal zekânın gelişimi için çok elzemdir.
Yaratıcıya ihtiyacı olan sadece yetişkinler değildir. Anne babalar genelde çocukları ile ilgili olarak bir yetişkinlik projesi kurarlar. İlerde, çocukları büyüdüğünde, birer yetişkin olduklarında çocuklarının Yaratıcı ile bağlılık geliştirmiş birer insan olmasını arzularlar. Ancak unutulan gerçek, çocuklarının çocuk iken Yaratıcıya ihtiyaçları olduğudur. Ebeveynlerin aklından çıkarmamaları gereken en önemli noktalardan biri budur.
Dışarısı karanlıktı. Rüzgar uğulduyordu. Ağaçların dalları bir o yana bir bu yana eğiliyordu. Çocuk korkuyordu. Herşey korkutucuydu. Çocuk annesinin yanına gitti. Annesinin kalp atışlarını hissetti. Annesinin kalbi korkudan her zamankinden daha çok çarpıyordu. Çocuk annesindeki korkuyu algıladı. Kendini daha güvensiz hissetti. Birden şimşek çaktı. Çocuk annesine sıkıca sarıldı. Etraf bir an aydınlandı. Çocuk dışarıda neler olup bittiğini anlayamıyordu. Şimşek neydi? Etraf neden bir an aydınlanmıştı. O gök gürültüsü neden oluyordu? Şarıl şarıl yağmur yağmaya başlamıştı. Yağan yağmurlar birikip yollar sel olur muydu? Geçen gün televizyonda gördüğü gibi bazı evleri sel basmıştı. Yağmur suları kendi evlerine kadar yükselirse ne yaparlardı? Çocuk yağmurdan korkmaya başladı.
Çocuk için herşey çok büyüktü. Her şey kocamandı.
BEŞ DUYU MODELİ
ÇOCUĞUN nesnelerle Yaratıcısız ilişki kurması, çocuğun ihtiyaç duyduğu bağlılığı ve bağlanma ihtiyacını gideremez. Her varlığın, her olayın Yaratıcının eseri olduğu, her olayın O’nun kontrolünde olduğu hakikatine yetişkinler kadar, çocukların da ihtiyacı vardır. Yaratıcıdan bağımsız şekilde eşyalarla, varlıklarla kurulacak bir ilişkide kurulan bağlanma da çocuğun kalbini yaralar. Kâinatla, nesnelerle beş duyuyu kullanarak kurulacak ilişkide güvensiz bağlanma, Yaratıcı ile birlikte kâinattaki nesnelerin içselleştirilmesi ise güvenli bağlanma oluşturur. Kâinatsız bir şekilde Yaratıcının tanıtılması ise karmaşık duygulu bağlanma dediğimiz bir bağlanma oluşturur.
Kâinatı çocuğun içine yerleştirmeden Yaratıcının yerleşmesi zor olduğu gibi, Yaratıcısız kâinatın çocuğun içine yerleşmesi o oranda sorunludur. Hem kâinatın çocuğun içine yerleşmesi hem de Yaratıcının yerleşmesi birlikte, eş zamanlı, birbirini destekler bir nitelikte olabilme imkânı yok mudur?
Böyle bir imkânı kâinatla sürgit bir ilişki halinde olmamız, nesnelerle teğet değil, derinden bir bağlantıya geçmemizle söz konusu olabilir. Bunun için çocuk doğduğundan itibaren, nesnelerle ilişki kurarken, o nesnenin tüm özelliklerinin çocuğa tanıtılması bize yeni bir imkân sunar.
“Beş Duyu Modeli” adını verdiğim yaklaşımda amaç, bir varlığı çocuğa tanıtırken, onu içine katarken, onun mümkün olan tüm özellikleri ile ilişki kurmasını sağlayarak, bu birçok özelliğin çocuk tarafından farkedilerek içselleştirmesini mümkün kılmaktır. Örneğin bir çileğin sadece tadı güzel yaratılmamıştır. Kokusu da güzel yaratılmıştır. Görüntüsü de güzel yaratılmıştır. Kendine has yumuşaklığı da güzel yaratılmıştır. Çileğin sadece tadına odaklanarak, onu sadece bir yeme nesnesi haline getirmek, çileği tada indirgemektir. Bu, çileği eksik algılamaktır. Öte yandan çileği beş duyumuzla tam olarak algılasak, ancak Yaratıcıdan bağımsız olarak onunla ilişki kursak, o zaman da çilek sadece çilek olarak kalır. Gerçekte ise çilekteki tüm özellikler Yaratıcının insana bir ikramı olarak algılandığında daha farklı bir anlam kazanır.
VARLIKLARLA, nesnelerle, kâinatla derinlemesine bir ilişki kurma yöntemi olarak, “Duyular haftası” ismini verdiğim bir teknik işimize yarayabilir. Bu teknikte, ailede her hafta bir duyu haftası olarak ilan edilir. Buna tüm aile üyeleri katılır. Anne babanın da buna katılması önemlidir. Şimdi duyular haftasında neler yapabileceğimizi ayrıntılandırmaya çalışacağım:
Birinci hafta: Görme haftası
GÖZ haftasında çocuklara, gözün işlevi anlatılır. Kâinattaki güzellikler konuşulur. Ailecek çiçekler seyredilir. Güneşin batışı ya da doğuşu birlikte seyredilir. Evde yenen çilekler yenmeden önce birlikte bir sergideymişçesine seyredilir. Yaratıcımızın onları ne kadar güzel yarattığı vurgulanır. Bize hem çilekleri verdiği, hem çilekleri güzel bir şekilde yarattığı, hem de bu güzellikleri görecek, kendisi de güzel yaratılmış gözler olduğunun altı çizilir. Akşam hep birlikte o günkü seyredilen güzelliklerin neler olduğu sorulabilir. Aile üyeleri o günkü kendi deneyimlerini aktarırlar.
İkinci hafta: İşitme haftası
İşitme haftasında ise kâinattaki seslere kulak kesilmenin talimi yapılabilir. Çocuklar ve aile bir hafta boyunca kâinattaki sesleri dinlemeye yoğunlaşır. Dalga sesleri, rüzgarın uğultusu, kapı gıcırtısı, araba motorunun sesindeki ahenk, çay suyunun kaynaması, arının vızıltısı vs. gibi. Her gün “Bugün neler duyduk bakalım. Hadi bize Ahmet duyduklarını anlatsın” denebilir. Ya da güzel yaratılmış bir rüzgar sesi duyulduğunda, ailecek rüzgarın sesi dinlenilir. “Rabbimiz bize müzik dinletiyor ağaçlarla. Şimdi gözlerimizi kapatalım ve bu sesi daha iyi dinleyelim” denebilir.
Üçüncü hafta: Koklama haftası
Koku duygusu en ilginç duyularımızdan biridir. Kâinatta milyonlarca çeşit parfüm yaratılmıştır. Çiçeklerin, denizin, toprağın, yemeklerin, keklerin, böreklerin, etin, sütün, kendine özgü kokuları mevcuttur. Çocuklara aldığımız çileği koklatabilir, “Allah ne güzel bir koku yaratmış bunun üzerinde, bizi ne kadar seviyor ve bize ne kadar değer veriyor” şeklinde yorumlar yapılabilir.
Dördüncü hafta: Dokunma haftası
Yaratıcımız, yaratmış olduğu her varlığa çok özel bir yüzey vermiştir. Camın yüzeyi masanın yüzeyinden, şeftalininki kekten, taşınki deriden farklıdır. Ailecek bir ağaç görüldüğünde hep birlikte ağaca dokunulur. Çocuklar ağaçlara sarılmaya bayılırlar. Yeter ki bunları bizler garipsemeyelim. “Gözlerimizi kapatalım ve şimdi toprağa dokunup onu hissedelim,” “Şimdi ağacın kabuğuna dokunup onu hissedelim” ya da “Şimdi ellerimize dokunalım ve birbirimizin ellerini hissedelim” gibi denemeler yapılır. Her denemede Rabbimizin her bir yüzeyi farklı yarattığı, her bir varlığa ona uygun yüzeyler verdiği söylenir. “Ahmet’in yüzünü de Rabbimiz ne kadar pürüzsüz yaratmış, maşallah” şeklinde yorumlar ile çocuğun hem duyuları keskinleşir hem de Yaratıcısını tanımaya çalışır.
Beşinci hafta: Tat haftası
Kâinat çok tatlı yaratılmıştır. Herbir varlığın tadı başkadır. Kekler, tatlılar, meyveler, sebzeler.. Ailecek, Yaratıcının yarattığı tatların farkına varmak için dikkat kesilinir. “Allah bana güzel bir yemek yaptırdı sizin için. Hep birlikte tadalım.” “Babamızın aldığı meyvelerin tadını Allah ne güzel yaratmış” gibi yorumlar eşliğinde bir hafta geçirilir.
Beş haftadan sonra yine bu tekrarlanabilir. Bu yöntem aylara bölünerek de yapılabilir. Bazen de beş duyunun hepsi aynı anda kullanılabilir. Örneğin, akşam hep birlikte erik yenecek. Önce seyretme, sonra koklama, sonra dokunma, sonra ısırarak yerken işitme ve tat alma duyuları ile eriğin beş duyumuza hitap eden yönü, Allah’ın erikteki bu özellikleri ne güzel yarattığı vurgusu ile de duygularımıza hitap eden yönü vurgulanmış olur.
Önerdiğim metodun iki yönlü önemi vardır. Birinci olarak bu şekilde çocukların beş duyularını kullanmalarını sağlamış oluruz. Kâinatla beş duyularını kullanarak ilişki kurmaları, onları nesnelerle teğet ilişkiden kurtarır ve derin bir ilişki biçimine sokar. Bir başka yarar da çocuklarda dikkat ve konsantrasyonu artırmaya yarayan bir yöntem olmasıdır. Çocukların nesnelerle ilişki zamanı uzar. İnce ayrıntılara odaklanması sağlanır. Duyuları keskinleşir.
İkinci olarak da kâinattaki somut nesnelerden yola çıkarak onlara Yaratıcının varlığını ve O’nun özelliklerini öğretmiş oluruz. Bunu ise deneysel, tecrübi bir yolla yapmamız çocukların kendilerine değer verildiği duygusunu uyandırır. Bu yöntemi uygularken, sık sık Yaratıcının bizi/onu ne kadar çok sevdiğini, çok değer verdiğini defalarca vurgulamaya dikkat edilmelidir. Çünkü çocuğun tüm hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı en önemli şey, Yaratıcının ona verdiği değer olacaktır
Bu tekniğe başka ilaveler de yapılabilir. Örneğin Pazar günü kıra veya deniz kenarına gezmeye gidilecek. Gezmelerin adı “Rabbimizin güzelliklerini seyretme gezmesi” olarak konulabilir. “Hadi ormana gidelim, ya da kıra gidelim” deme yerine, “Kıra gidelim, Rabbimizin güzel güzel yarattığı ağaçları, kuşları, çiçekleri seyredelim” ifadesi tercih edilebilir. Anne yemek yaptığında, “Sizin için yemek yaptım, size kek yaptım” demek yerine “size Allah bana güzel yemekler yaptırdı. Onun ikram ettiği bu keki gelin beraber yiyelim” ifadesi neden tercih edilmesin?
Bu yöntem tek bir kere uygulamayla netice verecek bir teknik değildir. Çocuklarına masal okuyan ebeveynler bilir. Tek bir masal kitabı bile en az onbeş yirmi kere okunmuştur. Bu teknik de yüzlerce, binlerce kere tekrarlanmalıdır. Hatta önerdiğim bu teknik aslında bizim yaşam biçimimiz olmalıdır. Hayat boyu, çocukken de, gençken de, orta yaşlıyken de, yaşlıyken de insanın temel varoluşsal gerekçesi, kâinatı tefekkür etmek, onda tecelli eden Yaratıcının isimlerini okuyarak, Onunla varoluşsal bir bağ kurarak yaşamaktır.
Çocuk kediden korkuyordu. Annesi ona kedilerin kirli ve pis olduklarını söylemişti. Annesi bunu yüzlerce kere söylemişti. Çocuğa kediler pis geliyordu. Çocuk onlara dokunamıyordu. Dokunmayı bırakın, yanına yaklaşma ihtimali olan bir kedi gördüğünde çığlığı basıyordu. Caddelerde, sokaklarda yürümek tam bir işkenceydi..
Çocuğun içindeki karmaşa diline de yansıyordu. İçinde neler olup bittiğini çözemiyor, hem içindeki karmaşadan hem de dilinin henüz yeni inşa edilmesinden, bunları kelimelere dökemiyordu. Dökse de onu kim dinleyecekti? O da kendisi için daha rahat bir anlatım biçimi olan resimlerle anlattı bunu. Çocukların yaptıkları resimler onların en anlaşılabilir dilidir.
KÂİNATIN İÇİNDE ÇOCUK, ÇOCUĞUN İÇİNDE KÂİNAT
YENİ DOĞAN bir çocuk, bu kâinata yeni bir katılımdır. Yok olan, adı sanı olmayan birisi bir anda, mucizevî bir biçimde, dünyaya gelivermiştir. Bu, kâinat için bir kazanımdır. Kâinat muhteşem bir varlığı daha kazanmıştır. Artık kâinattaki nesneleri, yaratılışı; nesnelerdeki ve yaratılıştaki mükemmelliği, güzelliği, estetiği, anlamı idrak edecek yeni bir varlık daha vardır artık. Kâinattaki sesleri duyacak, tatları tadacak, kokuları koklayacak, nesnelerin yüzeylerindeki kendine özgü hâle dokunacak, biçimleri görecek başka bir varlık daha vardır. Kâinatı akledecek yeni bir akıl daha vardır. Kâinatı farkedecek ve farkettiğini de farkedecek yeni bir bilinç daha vardır. Kâinat eski kâinat değildir artık.
Çocuğun akıl almaz biyolojik ve psikolojik gelişimi ile birlikte ikili bir etkileşim de olmaya başlar. Çocuğun, varlığı ile kâinata katılımının ötesinde yeni bir katılım daha basamak basamak ilerler. Çocuk yerinde duramaz. Eşyalara dokunur. Karıştırır. Eline alır. İnceler. İzler. Gözlem yapar. Eline aldığı çiçeğin kokusunu hisseder. Sıcağı ve soğuğu tanır. Tam bu sırada, yani çocuk kâinatın içine katıldıkça, kâinatla ilişki kurdukça, kâinat da çocuğun içine katılır. Bunu nasıl anlarız?
ON YAŞINA gelmiş bir çocuktan gözünü kapatmasını isteyelim. Onun eline çeşitli nesneleri bırakalım. Çocuk bir çok nesneleri dokunarak tanıyacaktır. Elindeki kalemin kalem, portakalın portakal, çileğin çilek olduğunu farkedecektir. Aynı şekilde ona çeşitli kokulara sahip varlıkları koklatalım. Gülün kokusunu, çileğin kokusunu, kekin kokusunu ayırt edecek ve bize doğru tahminlerde bulunacaktır. Yine gözleri kapalı haldeyken, dalga sesini, yaprakların hışırtısını, kapı gıcırtısını tanıyacaktır. Çocuk nasıl oldu da bunları doğruya oldukça yakın bir şekilde tanıyabildi?
Çünkü çocuk kâinatın içine katılmakla birlikte kâinat da çocuğun içine katılmakta, dahil olmaktadır. Sesler, görüntüler, tatlar, kokular, dokunma hisleri hiç durmaksızın doğumundan itibaren çocuğun içine doğru akar. Sadece beş duyuyla algılananlar katılmaz çocuğun içine. Özellikle anne babasının ilgisi, merhameti, şefkati, değerli olduğu, önemsendiği hissi de çocuğun içine katılır ve orada saklanır.
Çocukla anne babası, çevresindeki nesneler, toplamında kâinat arasında bir “bağlanma” oluşur. Önemli bir nokta, bu bağlanmanın da çocuğun içine gelip yerleşmesi, çocuğun içine katılmasıdır. Örneğin, bir yaz tatilinde gördüğü bir ördekle bir bağlanma yaşayabilir. Ördeğe karşı içinde bir sevme duygusu, onunla ilişki duygusu gelişir. Çocukla ördek arasında bazen tek taraflı bazen de iki taraflı bir bağlılık olur. Çocuk ördeği bırakıp evine geldiğinde onun biçimi, sağa sola salınarak yürümesi, çıkardığı ses, tüylerinin yumuşaklığı gibi özellikler çocuğun içine katıldığı için, çocuk bunları yanında taşıdığı gibi, öte yandan ona olan bağlılıkta çocuğun içine yerleşmiştir. Eve gelince çocuk bir yandan ördeği özlediğini hisseder. Ancak kavuşma umudu yoksa içindeki “bağlılık hissi” ona yeter. Ördek onun yanında değildir. Ancak ördek artık onun içindedir.
KÂİNATIN, kâinatta yaşananların, çocuğun yaşadıklarının çocuğun içine katılması bulûğ çağında en olgun düzeyine varır. Kâinatın ve çocuğun kâinatla arasında gelişen bağlanmanın da çocuğun içine katılması ile; çocuk da artık küçük bir kâinat haline gelir. Bir hücreye bir insanı kapatsak bile, bu insan, ağzında limonun tadını, rüzgârın uğultusunu, çileğin kokusunu, annesinin kendisine sarılmasını, gökteki ayın biçimini duyumsar. Artık kâinat sadece insanın dışında değil, aynı zamanda insanın içindedir de çünkü.
Çocuk gece üçte uyandı. Etraf karanlıktı. Etraf belirsizdi. Çığlık attı. Annesi yanına geldi. Çocuk ağlıyordu. Çocuk korkuyordu. Anne, neyin var diye sordu? Çocuk yalnızca ağlıyordu.
Dağlar çok büyüktü. Kocamandı. Ulaşılamazdı. Denizler çok büyüktü. Denizler çok genişti. Denizde çok su vardı. Su çocuğu yutabilirdi. Gökyüzü çok uzaktı. Gökyüzünde çok yıldız vardı. Çocuk çok korkuyordu. Çocuk çok çaresizdi. Çocuğun gündüzdeki korkuları gece rüyasına da girmişti. Rüyasında koca koca denizlerin dalgaları üzerine doğru geliyordu. Tam o sıra çığlık atarak uyanmıştı.
KÂİNATIN ÇOCUĞUN İÇİNE YERLEŞMESİNDE İKİ SORUN
Çocuktaki duygusal zekâ gelişimi ile nesnelerle, kâinatla ilişki kurma biçimi arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Duygusal zekâ, nesnelerle sağlam, tutarlı, derin ve anlamlı bir bağlanma ile mümkündür.
Modern yaşam nesnelerle “teğet ilişki” kurmaktadır. Teğet ilişkide ilişki biçimi anlıktır. Dokunmatiktir. Bir daireye bir doğrunun sadece bir noktadan dokunabilmesi gibi, artık biz de nesnelere bir anlık dokunabiliyoruz. Nesnelerle anlık dokunmatik ya da teğetsel ilişki ile kâinatın insanın içine katılmasında ciddi aksamalar husule gelebilmektedir. Bu da çocukların dünyalarında boşluk hissinin oluşumuna yol açmakta, duygusal zekânın gelişimini etkilemektedir. Çocuklar ve yetişkinler nesnelerle bir anlık, oldukça hızlı, duygusuz bir ilişki kurmakta, bu da onlarda bağlanma duygusunun gelişimini engellemektedir. Zamanımızda nesnelerle, kâinatla bir ilişkisizlik sorunu vardır. Bu ilişkisizlik çocukların dikkat ve algılama yeteneklerini köreltmekte, dikkati dağınık, hiperaktif bireylerin oluşumuna katkıda bulunmaktadır.
NESNELERLE kurulan ilişkinin teğet ilişki biçimini aldığının en önemli göstergesi, nesnelerle beş duyumuzu kullanmadan kurduğumuz yüzeysel ilişkidir. Çilekler koklanmadan, seyredilmeden, dokunulmadan, ağızda uyandırdığı çiğneme sesi dinlenilmeden, sadece bir anlık ağızdaki tat hissedilerek yenmektedir. Çocuklar oyuncak bolluğunda onlarla daha derin, uzun, onlarla belli bir bağlılık fırsatı yakalayamadan, onlarla beş duyularını kullanma fırsatı bulamadan ilişki kurmaktadırlar. Kullanılıp atılan teneke kutularla bir insan nasıl yüzeysel ilişki kurabiliyorsa, hemencecik yenen yemekler, meyveler, sık sık değişen oyuncaklar da odur.
Özellikle, kâinattaki canlı varlıklar ile çocuğun kuracağı bağlılıklar, onları içselleştirmesi, çocuğun içinde tatmin duygusu hissetmesi açısından büyük önem taşır. Kâinatla ilişkisizlik, “Ne yaparsak yapalım, çocuğumuz bir türlü tatmin olmuyor, memnun olmuyor”nev’inden şikayetlere kapı açacaktır. Zamanımız çocuklarının tatmin olmaması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü kâinattan kopartılmışlardır.
KÂİNATIN çocuğun içine katılması, yani nesnelerin içselleştirmesindeki ikinci sorun ise kâinatla ilişki kurarken Yaratıcı’nın dışlanmasıdır. Bir noktanın tekrar altını çizmek istiyorum. Kâinat, bir odaya sayısız eşyayı yığmak biçiminde gelip insanın içine yerleşmez. Burada eşya ile çocuğun kurduğu duygusal alışveriş, çocuk ile eşyalar, varlıklar, toplamında kâinat ile kurduğu bağlılık da gelip çocuğun içine dahil olur. Dolayısı ile kâinatın insanın içine yerleşmesi duygusuz, hissiz bir yerleşme değildir.
Çocuğun kâinatla bağlanmasının güvenli bir bağlanma olması ve sağlam bir duygusal zekâ gelişimi için ikinci gerekli olan durum, kâinatla ilişkiye Yaratıcının katılmasıdır. Çocukların ruhu ve kalbi yetişkinlere göre daha duyarlıdır. Çocuk ne kadar kâinatla, Yaratıcı’dan bağımsız olarak derin bir ilişki kurmaya teşvik edilirse edilsin, kâinat çocuğa; karmaşık, incitici, geçici, kocaman gelecektir. Kâinat ne kadar insanın içine katılırsa katılsın, kâinatın içine hiç katılmamasına göre daha iyi olmakla birlikte, çocuğun kalbini yine de dolduramaz. Çünkü “Kalpler ancak Allah’ı anmakla doyar.” Bu, çocuğun kalbi içinde gereklidir. Çocuğun ihtiyacı olan Yaratıcının, kâinatta görünen O’nun özellikleri yoluyla insanın kalbine yerleşmesidir. Kâinat yoluyla Yaratıcı ile kurulacak bir ilişki ile ancak çocuk kendini güvende hissedebilecektir. Çocuk için birkaç temel ihtiyaçtan biri de güven duygusudur ve bu duygu duygusal zekânın gelişimi için çok elzemdir.
Yaratıcıya ihtiyacı olan sadece yetişkinler değildir. Anne babalar genelde çocukları ile ilgili olarak bir yetişkinlik projesi kurarlar. İlerde, çocukları büyüdüğünde, birer yetişkin olduklarında çocuklarının Yaratıcı ile bağlılık geliştirmiş birer insan olmasını arzularlar. Ancak unutulan gerçek, çocuklarının çocuk iken Yaratıcıya ihtiyaçları olduğudur. Ebeveynlerin aklından çıkarmamaları gereken en önemli noktalardan biri budur.
Dışarısı karanlıktı. Rüzgar uğulduyordu. Ağaçların dalları bir o yana bir bu yana eğiliyordu. Çocuk korkuyordu. Herşey korkutucuydu. Çocuk annesinin yanına gitti. Annesinin kalp atışlarını hissetti. Annesinin kalbi korkudan her zamankinden daha çok çarpıyordu. Çocuk annesindeki korkuyu algıladı. Kendini daha güvensiz hissetti. Birden şimşek çaktı. Çocuk annesine sıkıca sarıldı. Etraf bir an aydınlandı. Çocuk dışarıda neler olup bittiğini anlayamıyordu. Şimşek neydi? Etraf neden bir an aydınlanmıştı. O gök gürültüsü neden oluyordu? Şarıl şarıl yağmur yağmaya başlamıştı. Yağan yağmurlar birikip yollar sel olur muydu? Geçen gün televizyonda gördüğü gibi bazı evleri sel basmıştı. Yağmur suları kendi evlerine kadar yükselirse ne yaparlardı? Çocuk yağmurdan korkmaya başladı.
Çocuk için herşey çok büyüktü. Her şey kocamandı.
BEŞ DUYU MODELİ
ÇOCUĞUN nesnelerle Yaratıcısız ilişki kurması, çocuğun ihtiyaç duyduğu bağlılığı ve bağlanma ihtiyacını gideremez. Her varlığın, her olayın Yaratıcının eseri olduğu, her olayın O’nun kontrolünde olduğu hakikatine yetişkinler kadar, çocukların da ihtiyacı vardır. Yaratıcıdan bağımsız şekilde eşyalarla, varlıklarla kurulacak bir ilişkide kurulan bağlanma da çocuğun kalbini yaralar. Kâinatla, nesnelerle beş duyuyu kullanarak kurulacak ilişkide güvensiz bağlanma, Yaratıcı ile birlikte kâinattaki nesnelerin içselleştirilmesi ise güvenli bağlanma oluşturur. Kâinatsız bir şekilde Yaratıcının tanıtılması ise karmaşık duygulu bağlanma dediğimiz bir bağlanma oluşturur.
Kâinatı çocuğun içine yerleştirmeden Yaratıcının yerleşmesi zor olduğu gibi, Yaratıcısız kâinatın çocuğun içine yerleşmesi o oranda sorunludur. Hem kâinatın çocuğun içine yerleşmesi hem de Yaratıcının yerleşmesi birlikte, eş zamanlı, birbirini destekler bir nitelikte olabilme imkânı yok mudur?
Böyle bir imkânı kâinatla sürgit bir ilişki halinde olmamız, nesnelerle teğet değil, derinden bir bağlantıya geçmemizle söz konusu olabilir. Bunun için çocuk doğduğundan itibaren, nesnelerle ilişki kurarken, o nesnenin tüm özelliklerinin çocuğa tanıtılması bize yeni bir imkân sunar.
“Beş Duyu Modeli” adını verdiğim yaklaşımda amaç, bir varlığı çocuğa tanıtırken, onu içine katarken, onun mümkün olan tüm özellikleri ile ilişki kurmasını sağlayarak, bu birçok özelliğin çocuk tarafından farkedilerek içselleştirmesini mümkün kılmaktır. Örneğin bir çileğin sadece tadı güzel yaratılmamıştır. Kokusu da güzel yaratılmıştır. Görüntüsü de güzel yaratılmıştır. Kendine has yumuşaklığı da güzel yaratılmıştır. Çileğin sadece tadına odaklanarak, onu sadece bir yeme nesnesi haline getirmek, çileği tada indirgemektir. Bu, çileği eksik algılamaktır. Öte yandan çileği beş duyumuzla tam olarak algılasak, ancak Yaratıcıdan bağımsız olarak onunla ilişki kursak, o zaman da çilek sadece çilek olarak kalır. Gerçekte ise çilekteki tüm özellikler Yaratıcının insana bir ikramı olarak algılandığında daha farklı bir anlam kazanır.
VARLIKLARLA, nesnelerle, kâinatla derinlemesine bir ilişki kurma yöntemi olarak, “Duyular haftası” ismini verdiğim bir teknik işimize yarayabilir. Bu teknikte, ailede her hafta bir duyu haftası olarak ilan edilir. Buna tüm aile üyeleri katılır. Anne babanın da buna katılması önemlidir. Şimdi duyular haftasında neler yapabileceğimizi ayrıntılandırmaya çalışacağım:
Birinci hafta: Görme haftası
GÖZ haftasında çocuklara, gözün işlevi anlatılır. Kâinattaki güzellikler konuşulur. Ailecek çiçekler seyredilir. Güneşin batışı ya da doğuşu birlikte seyredilir. Evde yenen çilekler yenmeden önce birlikte bir sergideymişçesine seyredilir. Yaratıcımızın onları ne kadar güzel yarattığı vurgulanır. Bize hem çilekleri verdiği, hem çilekleri güzel bir şekilde yarattığı, hem de bu güzellikleri görecek, kendisi de güzel yaratılmış gözler olduğunun altı çizilir. Akşam hep birlikte o günkü seyredilen güzelliklerin neler olduğu sorulabilir. Aile üyeleri o günkü kendi deneyimlerini aktarırlar.
İkinci hafta: İşitme haftası
İşitme haftasında ise kâinattaki seslere kulak kesilmenin talimi yapılabilir. Çocuklar ve aile bir hafta boyunca kâinattaki sesleri dinlemeye yoğunlaşır. Dalga sesleri, rüzgarın uğultusu, kapı gıcırtısı, araba motorunun sesindeki ahenk, çay suyunun kaynaması, arının vızıltısı vs. gibi. Her gün “Bugün neler duyduk bakalım. Hadi bize Ahmet duyduklarını anlatsın” denebilir. Ya da güzel yaratılmış bir rüzgar sesi duyulduğunda, ailecek rüzgarın sesi dinlenilir. “Rabbimiz bize müzik dinletiyor ağaçlarla. Şimdi gözlerimizi kapatalım ve bu sesi daha iyi dinleyelim” denebilir.
Üçüncü hafta: Koklama haftası
Koku duygusu en ilginç duyularımızdan biridir. Kâinatta milyonlarca çeşit parfüm yaratılmıştır. Çiçeklerin, denizin, toprağın, yemeklerin, keklerin, böreklerin, etin, sütün, kendine özgü kokuları mevcuttur. Çocuklara aldığımız çileği koklatabilir, “Allah ne güzel bir koku yaratmış bunun üzerinde, bizi ne kadar seviyor ve bize ne kadar değer veriyor” şeklinde yorumlar yapılabilir.
Dördüncü hafta: Dokunma haftası
Yaratıcımız, yaratmış olduğu her varlığa çok özel bir yüzey vermiştir. Camın yüzeyi masanın yüzeyinden, şeftalininki kekten, taşınki deriden farklıdır. Ailecek bir ağaç görüldüğünde hep birlikte ağaca dokunulur. Çocuklar ağaçlara sarılmaya bayılırlar. Yeter ki bunları bizler garipsemeyelim. “Gözlerimizi kapatalım ve şimdi toprağa dokunup onu hissedelim,” “Şimdi ağacın kabuğuna dokunup onu hissedelim” ya da “Şimdi ellerimize dokunalım ve birbirimizin ellerini hissedelim” gibi denemeler yapılır. Her denemede Rabbimizin her bir yüzeyi farklı yarattığı, her bir varlığa ona uygun yüzeyler verdiği söylenir. “Ahmet’in yüzünü de Rabbimiz ne kadar pürüzsüz yaratmış, maşallah” şeklinde yorumlar ile çocuğun hem duyuları keskinleşir hem de Yaratıcısını tanımaya çalışır.
Beşinci hafta: Tat haftası
Kâinat çok tatlı yaratılmıştır. Herbir varlığın tadı başkadır. Kekler, tatlılar, meyveler, sebzeler.. Ailecek, Yaratıcının yarattığı tatların farkına varmak için dikkat kesilinir. “Allah bana güzel bir yemek yaptırdı sizin için. Hep birlikte tadalım.” “Babamızın aldığı meyvelerin tadını Allah ne güzel yaratmış” gibi yorumlar eşliğinde bir hafta geçirilir.
Beş haftadan sonra yine bu tekrarlanabilir. Bu yöntem aylara bölünerek de yapılabilir. Bazen de beş duyunun hepsi aynı anda kullanılabilir. Örneğin, akşam hep birlikte erik yenecek. Önce seyretme, sonra koklama, sonra dokunma, sonra ısırarak yerken işitme ve tat alma duyuları ile eriğin beş duyumuza hitap eden yönü, Allah’ın erikteki bu özellikleri ne güzel yarattığı vurgusu ile de duygularımıza hitap eden yönü vurgulanmış olur.
Önerdiğim metodun iki yönlü önemi vardır. Birinci olarak bu şekilde çocukların beş duyularını kullanmalarını sağlamış oluruz. Kâinatla beş duyularını kullanarak ilişki kurmaları, onları nesnelerle teğet ilişkiden kurtarır ve derin bir ilişki biçimine sokar. Bir başka yarar da çocuklarda dikkat ve konsantrasyonu artırmaya yarayan bir yöntem olmasıdır. Çocukların nesnelerle ilişki zamanı uzar. İnce ayrıntılara odaklanması sağlanır. Duyuları keskinleşir.
İkinci olarak da kâinattaki somut nesnelerden yola çıkarak onlara Yaratıcının varlığını ve O’nun özelliklerini öğretmiş oluruz. Bunu ise deneysel, tecrübi bir yolla yapmamız çocukların kendilerine değer verildiği duygusunu uyandırır. Bu yöntemi uygularken, sık sık Yaratıcının bizi/onu ne kadar çok sevdiğini, çok değer verdiğini defalarca vurgulamaya dikkat edilmelidir. Çünkü çocuğun tüm hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı en önemli şey, Yaratıcının ona verdiği değer olacaktır
Bu tekniğe başka ilaveler de yapılabilir. Örneğin Pazar günü kıra veya deniz kenarına gezmeye gidilecek. Gezmelerin adı “Rabbimizin güzelliklerini seyretme gezmesi” olarak konulabilir. “Hadi ormana gidelim, ya da kıra gidelim” deme yerine, “Kıra gidelim, Rabbimizin güzel güzel yarattığı ağaçları, kuşları, çiçekleri seyredelim” ifadesi tercih edilebilir. Anne yemek yaptığında, “Sizin için yemek yaptım, size kek yaptım” demek yerine “size Allah bana güzel yemekler yaptırdı. Onun ikram ettiği bu keki gelin beraber yiyelim” ifadesi neden tercih edilmesin?
Bu yöntem tek bir kere uygulamayla netice verecek bir teknik değildir. Çocuklarına masal okuyan ebeveynler bilir. Tek bir masal kitabı bile en az onbeş yirmi kere okunmuştur. Bu teknik de yüzlerce, binlerce kere tekrarlanmalıdır. Hatta önerdiğim bu teknik aslında bizim yaşam biçimimiz olmalıdır. Hayat boyu, çocukken de, gençken de, orta yaşlıyken de, yaşlıyken de insanın temel varoluşsal gerekçesi, kâinatı tefekkür etmek, onda tecelli eden Yaratıcının isimlerini okuyarak, Onunla varoluşsal bir bağ kurarak yaşamaktır.
Çocuk kediden korkuyordu. Annesi ona kedilerin kirli ve pis olduklarını söylemişti. Annesi bunu yüzlerce kere söylemişti. Çocuğa kediler pis geliyordu. Çocuk onlara dokunamıyordu. Dokunmayı bırakın, yanına yaklaşma ihtimali olan bir kedi gördüğünde çığlığı basıyordu. Caddelerde, sokaklarda yürümek tam bir işkenceydi..