Cennet meyveleri

hüzün

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
27 Şubat 2011
Mesajlar
413
Tepkime puanı
6
cennetmeyveleri.jpg


Mahmut Bey o akşam eve çocuklarının çok sevdiği bir yiyecekle gelmişti. Muz!

Talha ile Fatıma sevinçle babalarına sarıldılar ve teşekkür ettiler. Mis kokulu muzlarını iştahla yemeye başladılar. Fatıma aklına takılan soruyu sormadan edemedi:

-Babacığım cennette de muz var mı?
Talha babasından önce cevap verdi.
-Tabi ki var! Orada ne istersek var! Değil mi baba?
Babaları başını ‘evet’ manasında salladıktan sonra bir soru sordu:
-Peki, kim bana cennetin anahtarını söyleyecek bakalım?
Çocuklar bir an için tereddüt ettiler.
-Cennetin anahtarı mı?!

Babaları açıkladı:
-Yani cennete girmek için ne lazım?
Hımm. Sahi cennete gitmek için ne lazımdı? Zor bir şey yapmak lazımdı herhalde. Bu kadar büyük bir mükâfat için ne yapılsa azdır!
Önce Talha aklına gelen ilk cevabı verdi:
-Şehit olmak lazım! Fatıma da:
-Çok büyük iyilikler yapmak lazım! dedi
Babaları ‘hayır’ demedi ama ‘evet’ de demedi.
- Şehitlere ve iyilik yapanlara cennette büyük dereceler var elbette… Ama cennete gitmenin aslında çok daha kolay bir şartı var: Allah’a gereği gibi iman etmek.

Bu şart çocuklara biraz hafif gelmişti. İman etmek cennete girmek için yeterli mi? Babaları onların tereddüt ettiğini görünce ekledi:
-Bunu Peygamberimiz haber veriyor.
Çocuklar ikna olmuşlardı. Mademki Peygamberimiz söylüyor; o halde mutlaka doğruydu. Peki, iman etmek neden bu kadar önemliydi acaba?

Talha bunu sormaya karar verdi:
-Neden Allah’ a iman etmek bu kadar önemli?
- Bir düşün bakalım. İman eden bir insanla inkâr eden bir insanın farkı nedir?
Talha biraz düşünmeye başladı. Sahi iman etmemek nasıl bir şeydi ki… Mesela iman etmeyenler bu dünyada gördükleri olağanüstü güzellikleri nasıl açıklıyorlar? Her şeyin bir düzenli olmasını ve insanlara bu kadar faydalı olmasını… Bunları bir Yaratan olmaması mümkün mü?

-İman etmemeyi düşünemiyorum bile. Yani bu dünyada her şey insanoğluna hizmet ediyor. Her şeyden dilediğimiz gibi faydalanıyoruz. Bitkileri ekiyoruz, hayvanları besleyip büyütüyoruz. Bütün bu nimetleri bize veren olmalı. Buna inanmamak nasıl olabilir, bilmiyorum ki.
-Herhalde şöyle olur. Mesela bir insanı düşün ki, birden bire kendini çok büyük bir çiftlikte bulmuş. Çiftlik çok büyük, uçsuz bucaksız… Bahçeleri, bağları ekili; ambarlar nimetlerle dolu. Çiftliğin hizmetkârları yabancı bir dille konuşuyor ama hepsi de bu adama çok itaatkâr davranıyor. Ona ikramda bulunuyor, ne isterse yapıyor.

Bu adam ne düşünür?

- Hımm… Anladım. Şimdi bu dünya o çiftlik evi gibidir. Etrafımızdaki canlılar da o hizmetkârlar gibidir. Yabancı dille konuşuyorlar, biz anlamıyoruz. Ama hepsi bize hizmet ediyor. Bu adam şöyle düşünmeli: “Demek ki bu çiftliğin sahibi bu hizmetkârlara bana itaat etmelerini tembih etmiş. Yoksa bunlardan böyle kolayca faydalanamazdım.”
- Aferin, güzel anlamışsın. Peki, sen o adamın yerinde olsan ne yaparsın?
- Bu evin sahibi kim? Beni neden buraya kabul etmiş? Neden bana bu iyiliği yapıyor? Benden ne istiyor? diye araştırırım.

-Değil mi? Peki diyelim ki o sırada çiftliğin güler yüzlü, güzel sözlü, üstün ahlaklı kahyası geldi. Gayet mütevazı bir üslupla; “Kardeşim, bu evin sahibi benim aracılığımla size bir haber gönderdi. Sizi bir müddet için burada konuk ettikten sonra seçkin misafirlerini ağırladığı asıl büyük sarayına alacak. Yalnız oraya sadece edepli kişileri alıyor. Bu geçici kaldığınız evde sizden bazı nezaket kurallarına uymanızı istiyor. Lütfen hizmetkârlara şefkatli davranın, nimetleri israf etmeyin. Bir de ev sahibinin istediği bazı eğitimlere katılın ve vazifeleri yerine getirin,” dese ne yaparsın?

- Anladım. Yani o güzel ahlaklı kâhya, peygamberimizdir. Elbette onun bize getirdiği kurallara uyarım. Çünkü bu gayet mantıklı bir şart…
- Peki, birisi çıkıp dese ki, “Yok canım. Bu evin sahibi filan yok! Bırak beni de nimetleri dilediğim gibi tüketeyim, hizmetkârlara da canım nasıl isterse öyle davranayım. Ne diye “kurallar var,” diyerek keyfimi bozuyorsun! ” O adam hakkında ne düşünürsün?

-Yaa… İşine gelmedi tabi. Herkese istediği gibi zulmedecek, israf edecek, kötülük yapacak…
-Şimdi anladın mı, iman neden bu kadar önemliymiş?
-Evet, anladım. Yani iman etmek bütün iyiliklerin başıdır… Eğer her şeyin bir sahibi olduğuna inanırsan sana emanet edilen şeylere dikkat edersin. Bütün varlıklara iyi davranırsın. Sana sunulan nimetlere teşekkür eder, kibarlık gösterirsin. İman etmezsen herkese zulmedersin.

-Değil mi ama…
- Allah’ a iman etmeyenlerin nasıl bir düşünce yapıları var hiç anlamıyorum. Yani sırf kurallardan kaçınmak için inkara sapıyorlar. Bu şekilde nasıl huzur duyabilirler ki!
-Çok güzel söyledin. Bazı dürüst inkârcılar bunu itiraf ediyorlar: Allah’ ı inkâr etmek için hiçbir geçerli delilim yok ama ona boyun eğmek istemiyorum, diyorlar. Kibirleri yüzünden kendilerini manasız bir hayata mahkûm ediyorlar.

-Hâlbuki kibir zannettikleri zavallılığın ta kendisi! Âlemlerin Rabbinin en şerefli kulu olmayı reddedip maymun türü olmayı tercih ediyorlar!
Talha’nın bu sözü üzerine Fatıma ile annesi de gülüşmeye başladılar. Çocuklar sofra başına geçtiklerinde hala gülmekten kendilerini alamıyorlardı.

Ailecek Allah’a iman ile şereflendikleri için çok şükrettiler. Başka insanların da bu büyük nimete kavuşması için dua ettiler.

Emre Uyar
 
Üst Alt