Cehmiyye

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,345
Tepkime puanı
25
Cebriyye mezhebinin önde gelen kollarından biri.

Cehmiyye fırkası, ismini kurucusu Cehm b. Safvân (ö. 128/745)'dan almaktadır. Cehmi'den, mezhebler tarihi kaynaklarında çeşitli vesilelerle oldukça fazla söz edilmektedir. Cehm b. Safvan'ın hayat seyri ve şahsî görüşlerinin fırka üzerinde büyük etkisi vardır.

Cehm b. Safvan, Halku'l-Kur'an (Kur'an'ın yaratılması) meselesinde, Kur'an-ı Kerîm'in yaratılmış olduğunu ilk defa ortaya atan ve Allah'ın sıfatlarını nefyeden Ca'd b. Dirhem'in talebelerindendir. Ca'd b. Dirhem, Hz. İbrahim'in "Allah'ın dostu" olduğunu ve "Allah'ın Hz. Musa'ya hitabı"nı inkâr ettiği için Basra Valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî tarafından 124/741 yılında bir nevî kurban edilerek öldürülmüştür. (İbnu'n-Nedîm, el-Fihrisî, Leibzig 1870, s. 337; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbad I955, Il, 621).

Cehm, Horasan kumandanı el-Haris b. Süreyc'in idaresinde kâtiplik ve dahilî yardımcısı hizmetlerde bulunmuştur. Kendi görüşlerini yaymak maksadıyla zamanın sultanına bile karşı geldi ve nihayet Müslim b. Ahvez el-Mazenî onu Emevîlerin son zamanlarına tekabül eden 128/745 yılında Merv'de öldürdü. Cehm'in görüşleri daha çok Tirmiz ve Merv civarında yayılmıştı.

Cehmiyye'nin tesirinde ortaya çıkan Cebriyye fırkası, esas itibariyle ikiye ayrılır:

Birincisi: Cebriyye-i Hâlisa, ismiyle tanınan gruptur ki, bunlar fiilin işlenmesinde kula hiç bir kudret tanımazlar. Bu fırkaya göre fiil tamamen Allah tarafından işlenir. Kul bunlara göre tamamen sorumsuzdur.

İkincisi: Cebriyye-i Mutavassıta' dır. Bunlar birincilerden biraz daha ılımlıdırlar. Kula bir kudret tanırlar; ancak, bunun fazla büyük bir etkisi yoktur. Bir nevî kulun kudreti temsilen vardır, derler.

İşte Cehmiyye fırkası, bunlardan birinci gruba, yani Cebriyye-i Hâlisa' ya girer. Cehm b. Safvan tam bir Cebriye-i Hâlisa'ya mensub kişi idi ve görüşlerini bu fikirler üzerine binâ etmişti. (eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1984, I, 85).

Şimdi de, Cehmiyye'nin görüşlerini tek tek inceleyelim. Cehmiyye, esas itibariyle Cebriyye mezhebinin görüşlerini paylaşmakla beraber, aynı zamanda ezelî sıfatların nefyi konusunda da Mutezile ile uyum sağlamaktadır. Bu benzerliklerin dışında Cehmiyye'nin bazı farklı görüşleri vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1-Yüce Allah'ı yaratıkların sıfatlarıyla vasıflandırmak caiz değildir. Zira bu durum, teşbihi, yani Allah'ı kula benzetmeyi beraberinde getirir. Bundan dolayı, Allah'ın Hayy (diri) ve Alîm sıfatlarını nefyettiler. Fakat, Allah'ın Kâdir (her şeye gücü yetmesi), Hâlik (yaratıcı), Mûcid (var eden), Muhyî (hayat veren), Mumît (öldüren) ve Fâil (yapan) sıfatlarını kabul ettiler. Çünkü yaratıklar bu kabul edilen sıfatlar ile vasıflandırılamazlar. Bu vasıflar sadece Allah'a mahsustur. (el-Bağdadi, el-Fark Beyne'l-Fırâk, Beyrut (t.y.), 211-212; Şehristânî, a.g.e., I, 86-87).

2-Yüce Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir. Bu konuda şöyle söylerler: Allah'ın, herhangi bir şeyi yaratmadan önce bilmesi caiz değildir. Yani ilim ve yaratma onlarca eşittir. Çünkü, şayet Allah önce bilip sonra yaratsaydı, bu durumda Allah'ın ilmi ya olduğu üzere bâki olmuş olurdu, ya da olmazdı. Eğer olduğu üzere bakî olmuş olursa, yani ilk olduğu, ilk hali üzere devam ederse ve herhangi bir ilâve olmamış olursa, Allah cahil olmuş olurdu. Çünkü, ilim sahibinin ilmi daima gelişmeli ve artmalıdır. Eğer olduğu gibi bâki olmamış olup, ilk hali üzere devam etmez ise o zaman da Allah'ın ilmi değişmiş demektir. Değişen şey ise mahluktur, kadîm değildir, hâdistir. Böylece Allah'ın ilmi hadis olmuş olur.

Bu izah Allah'ın ilmi için yapılmıştır. Kelâmı ise aynı şekilde bunlara göre hâdistir. Dolayısıyla Kur'an mahluktur" derler.

3- İnsan bir şey yapmaya kadir değildir. İnsanın bir şey yapabilme gücü yoktur. O fiillerinde mecburdur, kendisi hakkında yaratılan ve yazılan fiilleri yapmaya mecburdur. O'nun ne kudreti, ne iradesi ve ne de ihtiyârı yani hürriyeti vardır. Zira, Yüce Allah dışında kimsenin ne fiilî ne de ameli vardır. Ameller insanlara ancak mecâzen nisbet edilir. Nasıl ki, ağaç meyva verdi, su aktı, taş hareket etti, güneş doğdu ve battı, yağmur yağdı derken burada sözü edilen özneler o fiilî aktif olarak yapmamışlar, fakat bu fiiller onlara nisbet edilmiştir. İşte, bunun gibi insana da mecâzî olarak insan şu veya bu şeyi yaptı deriz. Burada esas fiilî yapan insan değildir, fakat ona nisbet edilmiştir. O fiilî ona Allah yaptırmıştır. Dolayısıyla insanın bir sorumluluğu yoktur. İnsanın bütün fiilleri bir zorlama sonucu olduğuna göre, sevap ve ikâp da bir cebr sonucudur. İnsan, tıpkı rüzgar önünde iradesiz kayıp giden bir yaprak gibidir.

4- Cennet ve Cehennem son bulacaktır. Cennet'e girenler, oradaki nimetlerden bir müddet istifâde ettikten, Cehennem'e girenler de belli bir müddet oradaki azabı tattıktan sonra Cennet ve Cehennem'in sonu gelecektir. Onlar da son bulacaklardır, daimî bir ebedîlik söz konusu değildir. Çünkü biz, evveli olmayan bir sonsuzluk düşünemediğimiz gibi, sonu olmayan bir sonsuzluk da düşünemeyiz. Kur'ân' da sık sık geçen Cennet ve Cehennem ehli için sözü edilen "... orada ebedî olarak kalacaklardır" (Birkaç örnek için bkz: Tâhâ, 20/76; Teğâbun, 64/9) ayetlerindeki "ebedîlik" sözünü hakiki bir ebediliğe değil de, te'kid ve mübalağaya hamlederler. Cennet ve Cehennem'in daimî olmayacağına da şu ayeti delil getirirler: ...Mesut olanlar ise Cennettedirler. Rabbi'nin dilemesi bir yana, sonsuz bir lütuf olarak, gökler ve yer durdukça, orada temelli kalacaklardır." (Hûd, 11/108) Onlara göre bu ayette "gökler ve yer durdukça" ifadesi bir şartı ve istisnayı ifade eder. (Şehristâni, a.g.e., I, 88).

5- Kim Allah'ı hakkıyla bilir ve tanır, daha sonra lisanıyla inkâr ederse, o bu inkârıyla küfre düşmüş olmaz. Çünkü, ilim ve marifet inkâr ile zâil olmaz. O kişi mümindir. Kısacası; iman yalnızca yüce Allah'ı bilmek; küfür ise yalnızca O'nu bilmemektir. İman; tasdik, ikrâr ve amel diye kısımlara ayrılmaz, o sadece hakkıyla ma'rifettir. Aynı zamanda, peygamberlerin ve diğer insanların arasında iman bakımından bir fark yoktur. Çünkü, marifet birbirinden farklı olmaz. (Şehristâni, aynı yer.)

6- Allah'ın âhirette görülmesi caiz değildir.

Ayrıca; bu farklı görüşlerin dışında, nakil olmadan, akılla iyi ve kötünün bilinebilmesi yani husn* ve kubuh* meselesinde de Mu'tezile' ile uyum göstermişlerdir.

Abdulkâhir el-Bağdadî (öl. 429/1037), ana hatlarıyla görüşlerini vermeye çalıştığımız Cehmiyye fırkasını yetmiş iki fırkadan birisi olarak kabul eder. Bu ayrıma göre; Râfızîler yirmi fırka, Haricîler yirmi fırka, Kaderiyye yirmi fırka, Mürcie on fırka olarak, Cehmiyye ve Kerramiye ise başlı başına birer fırka kabul edilir. Sonuçta da yetmiş iki fırka tamamlanmış olur. (Bağdâdî, a.g.e., 25).

Cehmiyye fırkası canlılığını Hicrî beşinci asırda bile sürdürmüştür. Daha çok Nihavend taraflarında yaygındı. İsmail b. İbrahim eş-Şirâzî bunları Eş'ariyye mezhebine davet etti. Cehmiyye'den bir kısmı bu daveti kabul ederek ehl-i Sünnet arasına katıldılar.

Cehmiyye fırkası, yukarıda sayılan görüşlerinde, özellikle Kur'an'ın mahluk olması meselesinden ve Allah'ın ilminin hâdis olması hususundan dolayı ağır tenkitlere ve saldırılara uğramıştır. Birçok eserin Cehmiyye'ye reddiye olarak yazıldığı bilinen bir husustur. Meselâ, Ahmed b. Hanbel: "Kim Kur'an'ı okumanın yaratılmış olduğunu düşünürse o bir Cehmîdir ve Cehmî de bir kâfirdir" demiştir. (İbn Ebî Ya'la, Tabakâtü'l-Hanâbile Kahire 1952, I,142) Yine ilk devir âlimlerinden el-Âcurrî (ö. 360/970) rü'yet ile ilgili yazdığı eserini bir nevî Cehmiyye'ye cevap olarak ortaya koymuş ve bir yerde "Her kim kitap ve sünnete muhalefet eder, Cehm, Bişr el-Merîsî ve benzerlerinin görüşlerine razı olursa, o, kâfirdir" demekte ve bunu sık sık tekrarlamaktadır. (el-Âcurrî, Tasdîku'n-Nazar bi'n-Nazar İlallâhi Teâla fi'l-Âhireti, Beyrut 1988, 34).

Her konu belli bir hassasiyeti ve dikkati gerektirmektedir. Ancak, itikâdî hususlar daha farklı bir özelliğe sahiptir. Zira burada sözkonusu edilen hususlar kişinin hem yaşayışını hem de âhiret hayatını etkileyecek inanç esaslarıdır. Müslüman, dinini, iman esaslarını, bilmesi gerekenleri iyice öğrenmeli; eksik kalan yönlerini vakit geçirmeden tamamlamalıdır. Neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu, kabul ve reddedilen hususları iyice bilmelidir. Dolayısıyla kendisini zararlı fikirlerden korumalıdır.

Abdurrahim GÜZEL
 
Üst Alt