- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Büyük Millet Meclisi ve Şeflik Dönemi
(1922-1950)
Bediüzzaman, 9 Kasım 1922'de (Rumî: 9 Teşrinisani 1338) BMM'de düzenlenen resmî “Hoş geldin” töreniyle karşılandı. Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da milletvekilleriyle önemli konuları tartışıyordu. Bu arada milletvekillerinin çoğunun namaz kılmadığını gören Said Nursî, bir açıklama yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinî emirlere uymaya davet etti. Bediüzzaman'ın bu gayreti 60 milletvekilinin daha namaz kılanlar arasına katılmasına sebep oldu.
Bu girişim bazı çevreleri oldukça rahatsız etmişti. Kâzım Karabekir Paşa bu açıklamayı meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa'ya da okumuş, bu konu ile ilgili olarak Başkanlık Divanında 50-60 milletvekilinin içinde, Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında tartışma çıkmıştı.
Bu tartışma Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretiydi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, diğer yandan da tabiatçılığı ve inkârcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Hubab” ve “Zeylü'l-Hubab” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın esaslarına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirlerin tesirini kırmaya çalışıyordu. Zira belirli çevrelerce, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içerisinde, bu tehlikeli inançsızlık cereyanı yayılmaya çalışılıyordu.
Bediüzzaman, Mecliste bulunduğu sırada da, her şeye rağmen Medresetüzzehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van'da temelini attığı, fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin kurulması için bir kanun teklifi hazırlattı. Bu teklif mecliste bulunan 200 milletvekilinden 163'ünün imzasıyla kanunlaştı.
Ankara'daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasî faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van'a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara'da kalmaya karar verdiği takdirde, kendisi Libya'ya dönen Şeyh Sünusi yerine, 300 lira maaşla Büyük Millet Meclisi hükümetinin en yüksek dinî makamı olan “Şark Vilâyetleri Umumî Vaizliği"ne getirilecek, Diyanette müşavere üyeliği (eski Dârülhikmeti'l-İslâmiye üyeliği) ve milletvekilliği verilecek, ayrıca bir köşk tahsis edilecekti.
Ancak Said Nursî, bütün bunları reddetti. Ankara'daki siyasî havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasındaki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, özetle dünyaya zerre kadar önem vermemekteydi. Ankara'yı kendi hileli ve ent-rikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılı Mayıs ayının başlarında Van'a gitti. Bütün değer yargıları dünyevî olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevî temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursî'nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanındaki, manevî evlâdı gibi olan, büyük kardeşi Molla Abdullah'ın oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen “Meclis Zabıt Kâtipliği"ni kabul etmiş ve Ankara'da kalmıştı.
Van'a dönen Bediüzzaman bir diğer kardeşi Abdülmecid'in evinde ve Nurşin Camii'nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağındaki bir harabede talebeleriyle birlikte ders yapmaya başladı.
Bediüzzaman, Erek Dağı'nın başında iman ve Kur'ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması için gayret içindeyken, Ankara'da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde ise Ankara'ya karşı tepkiler oluşuyordu. Böyle gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı plânlayan Şeyh Said, Bediüzzaman'a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak, onu isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek olmak isteyen doğunun namlı ve güçlü Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman'ı Erek Dağı'nda ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye cevap vermiş; Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman'ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı'ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van'dan diğer sürgünlerle beraber kara yoluyla önce Trabzon'a, buradan da deniz yoluyla İstanbul'a götürüldü. Yaklaşık 20 gün kadar süren sorgulama sürecinde İstanbul'da kaldıktan sonra, Ankara'dan resmî bir yazı geldi. Bu yazı ile onun Burdur'da zorunlu ikamete tâbi tutulması emrediliyordu.
İstanbul'dan İzmir'e, oradan Antalya'ya ve nihayet 1926 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur'a götürüldü. Bediüzzaman Burdur'a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler vermeye başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “1. Ders, 2. Ders, 3. Ders…” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap hâline getirdi. Bu kitabı daha sonra Nurun ilk kitabı olarak, “Nurun İlk Kapısı” ismiyle yayınladı. Bir yandan da eserlerini yazmaya devam ederek, daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını ele aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta'ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1927'da Isparta'ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı hükümet, bu defa da Bediüzzaman'ı, daha ücra bir köye naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi.
Eğirdir Gölü'ne yakın bir derenin yamacında kurulmuş Barla'ya ulaşım, göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta'nın çok eski köylerinden biriydi ve nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerden dolayı büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursî için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü kayıkla geçilerek 1927 yılı başlarında Barla'ya getirildi. Bütün bu sürgünler esnasında, yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'ân-ı Kerîm'den başka hiçbir şeyi yoktu. Dünyadaki mal varlığı sadece bunlardan ibaretti.
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed'in evinde kalan Said Nursî, daha sonra, tamir edilerek köylüler tarafından kendisine verilen ve önünde büyük bir çınar ağacı bulunan köy odasına taşındı.
Anadolu'nun bu en ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılâbına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsiminin yeniden canlandırdığı kâinatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan Haşir Risalesi'ni yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırdır Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslâmî tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri, yine Kur'ân-ı Kerîm'i esas alan ve insanların imanlarını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen, Lem'alar ise Yirmi Altıncı Lem'aya kadar Barla'da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nurun ilk medresesi olmuştu.
Barla'da böyle bir iman inkılâbının temelleri atılırken Ankara'da başka bir devrim gerçekleşiyor, yeni rejim dünyevî bir sistem üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924'te Hilâfetin kaldırılması ile birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dinî eğitim veren medreseler kapatılmıştı. Birbiri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen devrimler, çağdaş Batılı insan tipini elde etme uğruna Anadolu'da kök salmış İslâmî dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkarılan bir kanunla, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından başka bir kanunla halk, Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet devrimi yapılıyordu. Halk, bu devrimlere kendi imkânları çerçevesinde tepki gösteriyor, direniyordu. Yer yer ayaklanma girişimleri bile oluyordu.
1928 yılında harf devrimi kanunu çıktı. Artık, İslâm harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Bu yüzden Barla'da telif edilen risalelerin matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur'ân hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasaba sakinleri de, risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle elle yazılmış, tam 600.000 nüsha Nur Risalesi bütün Anadolu'ya yayıldı. Halktan insanlar Said Nursî'nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursî'nin Nur Risalelerini önlerinde engel gibi gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca, bu defa imha yollarını denemeye karar verdiler. Hükümet, daha yakından kont-rol edebilmek amacıyla Bediüzzaman'ı, 1934 yılı yaz aylarında Isparta'nın merkezine getirtti.
Bediüzzaman burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkûm etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursî'ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşu ile yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara'dan Emniyet Genel Müdürü, Jandarma Genel Komutanı ve 120 askerle, 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta'ya geldi.
Ankara'nın meydana getirdiği büyük telâşın sonucu Isparta polisi 20 Nisan 1935'te Said Nursî'nin oturduğu evde arama yaptı ve bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman'ı da emniyete götürüp sorgulayan polis, suç unsuru herhangi bir şeye rastlayamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursî ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman'ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın, “Sıradan bir zabıta olayıdır” diye açıklama yapmasına rağmen Bediüzzaman ve 120 talebesi askerî araçlara bindirilerek Eskişehir Hapishanesine gönderildiler. Eskişehir Hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursî'yi, bir-iki istisna hariç, kimseyle görüştürmediler.
Bu sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların yazılması yine devam edecekti. Bediüzzaman, Yirmi Yedi, Yirmi Sekiz, Yirmi Dokuz ve Otuzuncu Lem'aları burada yazdı. Talebeleriyle mektuplaşmaları, burada da devam etti. Bu arada sorgu hâkimleri araştırmalarına başladılar. İki ay süren araştırma ve incelemeler sonunda, gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar.
Bediüzzaman, “vatana ihanet” iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla Said Nursî'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da zorla alıkoyma (mecburî ikamet), 15 talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Zaten Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde bu süreyi doldurdukları, diğer talebeleri ise beraat ettikleri için tahliye edildiler.
Eskişehir Cezaevinden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursî serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburî ikamet için Kastamonu'ya gönderildi. Sürgünün ilk üç ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra, karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzağında bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini, perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursî, burada da Risale-i Nur'un telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. İşarat-ı Kur'âniye Risalesi olan Birinci Şua, İkinci Şua, Hasbiye Risalesi olan Üçüncü Şua, Altıncı Şua ve Ayetü'l-Kübra Risalesi olan Yedinci Şua burada yazıldı.
Bu girişim bazı çevreleri oldukça rahatsız etmişti. Kâzım Karabekir Paşa bu açıklamayı meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa'ya da okumuş, bu konu ile ilgili olarak Başkanlık Divanında 50-60 milletvekilinin içinde, Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında tartışma çıkmıştı.
Bu tartışma Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretiydi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, diğer yandan da tabiatçılığı ve inkârcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Hubab” ve “Zeylü'l-Hubab” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın esaslarına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirlerin tesirini kırmaya çalışıyordu. Zira belirli çevrelerce, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içerisinde, bu tehlikeli inançsızlık cereyanı yayılmaya çalışılıyordu.
Bediüzzaman, Mecliste bulunduğu sırada da, her şeye rağmen Medresetüzzehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van'da temelini attığı, fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin kurulması için bir kanun teklifi hazırlattı. Bu teklif mecliste bulunan 200 milletvekilinden 163'ünün imzasıyla kanunlaştı.
Ankara'daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasî faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van'a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara'da kalmaya karar verdiği takdirde, kendisi Libya'ya dönen Şeyh Sünusi yerine, 300 lira maaşla Büyük Millet Meclisi hükümetinin en yüksek dinî makamı olan “Şark Vilâyetleri Umumî Vaizliği"ne getirilecek, Diyanette müşavere üyeliği (eski Dârülhikmeti'l-İslâmiye üyeliği) ve milletvekilliği verilecek, ayrıca bir köşk tahsis edilecekti.
Ancak Said Nursî, bütün bunları reddetti. Ankara'daki siyasî havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasındaki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, özetle dünyaya zerre kadar önem vermemekteydi. Ankara'yı kendi hileli ve ent-rikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılı Mayıs ayının başlarında Van'a gitti. Bütün değer yargıları dünyevî olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevî temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursî'nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanındaki, manevî evlâdı gibi olan, büyük kardeşi Molla Abdullah'ın oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen “Meclis Zabıt Kâtipliği"ni kabul etmiş ve Ankara'da kalmıştı.
Van'a dönen Bediüzzaman bir diğer kardeşi Abdülmecid'in evinde ve Nurşin Camii'nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağındaki bir harabede talebeleriyle birlikte ders yapmaya başladı.
Bediüzzaman, Erek Dağı'nın başında iman ve Kur'ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması için gayret içindeyken, Ankara'da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde ise Ankara'ya karşı tepkiler oluşuyordu. Böyle gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı plânlayan Şeyh Said, Bediüzzaman'a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak, onu isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek olmak isteyen doğunun namlı ve güçlü Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman'ı Erek Dağı'nda ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye cevap vermiş; Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman'ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı'ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van'dan diğer sürgünlerle beraber kara yoluyla önce Trabzon'a, buradan da deniz yoluyla İstanbul'a götürüldü. Yaklaşık 20 gün kadar süren sorgulama sürecinde İstanbul'da kaldıktan sonra, Ankara'dan resmî bir yazı geldi. Bu yazı ile onun Burdur'da zorunlu ikamete tâbi tutulması emrediliyordu.
İstanbul'dan İzmir'e, oradan Antalya'ya ve nihayet 1926 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur'a götürüldü. Bediüzzaman Burdur'a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler vermeye başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “1. Ders, 2. Ders, 3. Ders…” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap hâline getirdi. Bu kitabı daha sonra Nurun ilk kitabı olarak, “Nurun İlk Kapısı” ismiyle yayınladı. Bir yandan da eserlerini yazmaya devam ederek, daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını ele aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta'ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1927'da Isparta'ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı hükümet, bu defa da Bediüzzaman'ı, daha ücra bir köye naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi.
Eğirdir Gölü'ne yakın bir derenin yamacında kurulmuş Barla'ya ulaşım, göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta'nın çok eski köylerinden biriydi ve nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerden dolayı büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursî için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü kayıkla geçilerek 1927 yılı başlarında Barla'ya getirildi. Bütün bu sürgünler esnasında, yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'ân-ı Kerîm'den başka hiçbir şeyi yoktu. Dünyadaki mal varlığı sadece bunlardan ibaretti.
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed'in evinde kalan Said Nursî, daha sonra, tamir edilerek köylüler tarafından kendisine verilen ve önünde büyük bir çınar ağacı bulunan köy odasına taşındı.
Anadolu'nun bu en ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılâbına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsiminin yeniden canlandırdığı kâinatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan Haşir Risalesi'ni yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırdır Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslâmî tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri, yine Kur'ân-ı Kerîm'i esas alan ve insanların imanlarını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen, Lem'alar ise Yirmi Altıncı Lem'aya kadar Barla'da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nurun ilk medresesi olmuştu.
Barla'da böyle bir iman inkılâbının temelleri atılırken Ankara'da başka bir devrim gerçekleşiyor, yeni rejim dünyevî bir sistem üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924'te Hilâfetin kaldırılması ile birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dinî eğitim veren medreseler kapatılmıştı. Birbiri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen devrimler, çağdaş Batılı insan tipini elde etme uğruna Anadolu'da kök salmış İslâmî dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkarılan bir kanunla, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından başka bir kanunla halk, Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet devrimi yapılıyordu. Halk, bu devrimlere kendi imkânları çerçevesinde tepki gösteriyor, direniyordu. Yer yer ayaklanma girişimleri bile oluyordu.
1928 yılında harf devrimi kanunu çıktı. Artık, İslâm harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Bu yüzden Barla'da telif edilen risalelerin matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur'ân hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasaba sakinleri de, risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle elle yazılmış, tam 600.000 nüsha Nur Risalesi bütün Anadolu'ya yayıldı. Halktan insanlar Said Nursî'nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursî'nin Nur Risalelerini önlerinde engel gibi gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca, bu defa imha yollarını denemeye karar verdiler. Hükümet, daha yakından kont-rol edebilmek amacıyla Bediüzzaman'ı, 1934 yılı yaz aylarında Isparta'nın merkezine getirtti.
Bediüzzaman burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkûm etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursî'ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşu ile yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara'dan Emniyet Genel Müdürü, Jandarma Genel Komutanı ve 120 askerle, 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta'ya geldi.
Ankara'nın meydana getirdiği büyük telâşın sonucu Isparta polisi 20 Nisan 1935'te Said Nursî'nin oturduğu evde arama yaptı ve bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman'ı da emniyete götürüp sorgulayan polis, suç unsuru herhangi bir şeye rastlayamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursî ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman'ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın, “Sıradan bir zabıta olayıdır” diye açıklama yapmasına rağmen Bediüzzaman ve 120 talebesi askerî araçlara bindirilerek Eskişehir Hapishanesine gönderildiler. Eskişehir Hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursî'yi, bir-iki istisna hariç, kimseyle görüştürmediler.
Bu sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların yazılması yine devam edecekti. Bediüzzaman, Yirmi Yedi, Yirmi Sekiz, Yirmi Dokuz ve Otuzuncu Lem'aları burada yazdı. Talebeleriyle mektuplaşmaları, burada da devam etti. Bu arada sorgu hâkimleri araştırmalarına başladılar. İki ay süren araştırma ve incelemeler sonunda, gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar.
Bediüzzaman, “vatana ihanet” iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla Said Nursî'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da zorla alıkoyma (mecburî ikamet), 15 talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Zaten Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde bu süreyi doldurdukları, diğer talebeleri ise beraat ettikleri için tahliye edildiler.
Eskişehir Cezaevinden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursî serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburî ikamet için Kastamonu'ya gönderildi. Sürgünün ilk üç ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra, karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzağında bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini, perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursî, burada da Risale-i Nur'un telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. İşarat-ı Kur'âniye Risalesi olan Birinci Şua, İkinci Şua, Hasbiye Risalesi olan Üçüncü Şua, Altıncı Şua ve Ayetü'l-Kübra Risalesi olan Yedinci Şua burada yazıldı.