Bu toprakların gönül fatihleri

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
BU TOPRAKLARIN GÖNÜL FATİHLERİ

islamiforumlarnet1.jpg

Osmanlıya işaret eden çınar ağacı

Ne zaman, Eyüp Sultan Hazretlerini ziyarete gitsem, avlunun ortasındaki asırlık çınara bakarım uzun uzun… Dört bir yanındaki çeşmelere, onlarda serinleyen insanlara…

Memleketimizin birçok köşesinde böyle ulu ağaçlar vardır, bilhassa çınar ağaçları. Çınar ağaçları bu topraklara kök salmamızın remzi gibi görüldüğünden olsa gerek, her zaman hürmet görmüştür ecdadımızdan.

Rivayete göre Osman Gazi, gençliğinde Şeyh Edebali’nin dergâhında kaldığı gecelerden birinde, sabaha kadar uyumayıp duvarda asılı olan Kur’an-ı Kerim’i okumuştur. Seher vaktine doğru, üzerine ağırlık basıp hafif bir uykuya dalınca bir rüya görmüştür. Rüyasında Edebali'nin göğsünden bir hilal doğup büyür ve dolunay haline gelince, kendisinin göğsüne girer. Daha sonra da göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başlar. Bir çınar ağacıdır bu; gölgesi neredeyse bütün dünyayı kucaklayan dev bir çınar ağacı...

Osman Gazi, rüyasını Şeyh Edebali’ye anlatınca Edebali Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından, “Ey oğul! Sana müjdeler olsun!” der, “Göğsümden çıkan hilal kızımdır (Bâlâ Hatun). Senin göğsüne girmesi, evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince, sen büyük bir devlet kuracaksın. Allah-u Teâlâ seni ve neslini, insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek...”

Gölgesinde birçoklarının gölgelendiği çınar ağacının, zayıfların barınağı, mazlumların himayecisi bir devlete işaret ettiğini kim bilebilirdi? Kalp gözü açık, “tevil-i ehadis”e vakıf bir zattan başka…

Bugünden geriye bakınca, o rüyanın gerçekleştiğini biliyoruz ama o gün buna inanmak o kadar kolay mıydı? Bir yanda köhnemiş de olsa bu topraklarda uzun bir geçmişi olan Bizans İmparatorluğu, diğer tarafta bütün İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol akınları… O da yetmezmiş gibi İslam akınlarını durdurmak için birbiri ardınca tertiplenen Haçlı Seferleri.

Peki, nasıl oldu da Moğollar ve Haçlılar rüzgâr gibi geçti, Bizans, tarihi kalıntılarını ardında bırakıp göçtü de Osmanlı bu topraklarda kalıcı oldu?

Bir toprağı vatan yapan neydi? Uzun müddet Osmanlının idaresinde kaldığı halde, kısa bir zaman içinde yabancılaşan Sırbistan’a mukabil, sokaklarında gezerken hala Osmanlı’yı teneffüs edebileceğiniz Bosna’nın farkı neydi?
İmandı elbette…

Müslümanlar, bu topraklara bombalar yağdırarak, kan ve gözyaşı seli akıtarak hâkim olmadı. Gökdelenler dikerek, etrafı dikenli tellerle çevrili üsler kurarak egemenliğini dayatmadı.

Hz. Eyyub el-Ensari 90 yaşında niye gelmişti?

İslam orduları İstanbul surlarını kuşattığı sırada, Eba Eyyub el-Ensari doksan yaşını aşmış bir pir-i faniydi. Onu bu yaşta buralara getiren neydi? O günün şartlarında aşılmaz denilen surların önünde ne arıyorlardı? Surlardan aşağı dökülen kızgın yağlarla acı içinde can vermek pahasına, o surlara neden tırmanıyorlardı?

Sahabenin, doğup büyüdükleri diyardan çok uzaklardaki bu topraklarda ne aradığını bizzat “Eyyub Sultan” diye tanıdığımız Halid bin Zeyd radıyallahu anhudan rivayet edenlerden dinleyelim:
“Ebu Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar: ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ (Bakara; 195) Ebû Eyyub Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der:
- Ey askerler! Sizler Cenab-ı Hakkın “kendinizi tehlikeye atmayın” mealindeki ayetini yanlış yorumluyorsunuz. Düşmanın içine saldırmak, sizin anladığınız manada insanın kendisini tehlikeye atması demek değildir. Zira bu ayeti kerime, biz Ensar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Allah-u Teâlâ, din-i mübin-i İslam’ı güçlendirip dinin yardımcıları çoğalınca, biz Ensar, Rasulullah'tan gizli olarak, kendi aramızda; “Şimdiye kadar yaptığımız fedakârlıklar sebebiyle mallarımız telef oldu. Artık onların başında dursak, biraz da mallarımızla ilgilensek, onların ıslahı ile meşgul olsak…” diye düşündük. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bizim düşüncelerimizin yanlış olduğunu beyan etti. ‘Allah yolunda mallarınızı harcayın. (Dünya malına tamah ederek, dünya zevkine aldanarak) Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.’ (Bakara; 195) ayeti nazil oldu. O halde asıl tehlike, Allah yolunda cihadı ve Allah yolunda mallarınızı ve canlarınızı harcamayı bir kenara bırakarak, onlarla meşgul olmaktır.

Selçukludan ve Malazgirt zaferinden çok önce, daha Mekke’nin fethinin üstünden sadece dokuz sene geçmişken, Halid b. Velid’in kumandanlığındaki İslam ordusu Diyarbakır’a kadar gelmiştir. Bu sebeple, başta Kahraman Maraş, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep, Bartın olmak üzere, Anadolu’muzun birçok yerinde sahabe kabirlerinin bulunduğu bilinmektedir. Onların bu topraklarda medfun olduğunun bilinmesinden kaynaklanan, halkımızın onların bu yurdun manevi bekçileri olduğu inancı, halkın maneviyatını güçlendirmekte, şevk ve azmini kuvvetlendirmektedir.

Dünyadan nice büyük ülkeler geçip gitti. Nice “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk”lar vardı ki sömürgelerindeki halklar, şimdilerde onların işgalinden kurtuldukları günleri, milli bayram olarak kutluyorlar. Üstelik onlar bilim-teknikle, politik-diplomatik tedbirlerle büyük bir üstünlük de kurmuşlardı. Hatta bu sahadaki üstünlüklerini de hala sürdürmektedirler. Ama hiçbiri gönüllerde yer edinemedikleri için ne kadar isteseler de kalıcı bir hükümranlık kurmayı başaramadılar.

Hâlbuki bütün yolları denediler. Eğitim kurumlarına hâkim olup kendi dillerini öğrettiler. Her türlü iletişim araç gerecini kullanarak, nefislere gayet hoş gelen kültürlerini empoze ettiler. Kılık kıyafetlerini, yılbaşılarını, yortularını, tüketim alışkanlıklarını ve nefsanî hayat tarzlarını benimsettiler. Ama yine de halkları bir potada eritip bir millet haline getiremediler.

Anadolu, Rumeli ve civarındaki, halkı Müslüman ülkelerde ise tam tersi yaşandı. Bu toprakların üzerindeki çeşitli etnik kökenden, farklı ana dilleri konuşan Müslüman halklar, hiçbir zaman tek dil, tek kültür empozesine maruz kalmadıkları halde, aynı inanç ve değerler etrafında örülüp tek bir millet haline geldiler.

islamiforumlarnet2.jpg

Hâlbuki o vakit, Anadolu karmaşa içindeydi. Kimisi yerli, kimisi göçmen, kimisi toprak sahibi kimisi göçebe, kimisi sanatkâr, kimisi paralı asker, hatta yağmacı, çapulcu… İç karışıklıklarla gittikçe zayıflayan Bizans idaresi, bu topraklarda huzuru sağlamaktan acizdi. Yerli halk huzursuzdu. Moğolların önünden kaçan veya yerleşecek toprak bulmak için göçüp gelenler de kendilerine yol gösterecek bir idareye ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan, bu kadar farklı toplulukları faziletli bir toplum haline getirmeden huzur içinde yönetmek kolay bir iş miydi?

 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Gönülleri de fethettiler

Ecdadımız da bunun şuurundaydı. Anadolu'yu Aydınlatanlar adlı kitabında Mehmet Önder, bu toprakların fethinin nasıl bir ruh haliyle tamamlandığını şöyle anlatıyor: “1082 yılında, Süleyman Şah Tarsus'u fetheder etmez, Trablusşam Hükümdarı İbni-i Ammar'a bir mektup yazarak, fethettiği şehre bir kadı ve bir mürşit göndermesini ister. Birkaç gün sonra, Tarsus'a gelen kadı ve mürşide şöyle söyledi: “Biz din-i İslâm için bir cihat açtık. Buraları idare altına aldık. Sizler bu fethi tamamlayacak, biriniz halka adalet dağıtırken, diğeriniz gönülleri yıkayacak, imanla dolduracaksınız. Sizin vazifeniz bizimkinden üstün ve daha kutsaldır.”

Böylece kimi rüyada Cenab-ı Haktan aldığı bir işaretle, kimi mürşidinin görevlendirmesiyle, bu topraklara doğru yola koyulan rehber şahsiyetlerin her biri, bu mümbit topraklara iman ve İslam ruhaniyeti mayaladı. Nice âlimler ve dervişler, birbiri ardınca gelerek, o zamanın karma karışık Anadolu halklarını bir iman potasında eritip İslam kalıbına dökerek ve dünyaya nam salacak şerefli bir millet ortaya çıkardılar.
Bugün Anadolu’nun neresine giderseniz, bu toprakları İslam yurdu yapmak için Horasan’dan, Buhara’dan Şam’dan göçüp gelmiş, bu toprakların kabiliyetli gençlerine himmet edip arifler yeşertmiş ilim irfan pınarlarını görürsünüz.

O gönül fatihlerinin her biri, bir Anadolu şehrinde otağ kurdu yerleşti. Anadolu’nun mazlum halkıyla göçmenlerini, hiç kimsenin derisine, suretine, diline bakmayan, gönlüne ve işine bakan bir Allah’a imanda birleştirdi. Onların en güzel ahlak modeliyle kardeş olmalarına vesile oldular.

Bir yandan kalpleri güzel öğütlerle yumuşatırken, bir yandan da sosyal meseleleri çözen müesseseler vücuda getirildi. Vakıflar, meslek odaları, çarşılar, medreseler, dergâhlar, şifahaneler, aş evleri…

Böylece birbirinden çok farklı halk toplulukları, ayrı ayrı mesleklerde ustalaştı, farklı meşreplerde eğitim gördü ve birbirine yardımcı, birbirini tamamlayan azalar haline geldiler. Birbirleriyle iman kardeşliği ile kaynaşıp millet haline gelen bu topluluğun her bir azası, bünyenin sağlığına ve ıslahına yardımcı hale geldi.

Bu ruhaniyet, bu halkın en büyük azim ve direnç kaynağıdır. Yakın tarihimizde yaşadığımız büyük tehlikelerde halkımız, bu inançtan kuvvet bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonunda düşman kavimlerin, yurdumuzu kendi aralarında paylaşmaya kalkışması üzerine, bu halk yine imanından güç alarak ayağa kalkmıştır.

Kurtuluş Savaşı, Ankara’daki Hacı Bayram Veli’nin hatırasına yaptırılmış olan Taceddin Dergâhı’nda yapılan dualarla, niyazlarla başlamıştır. Savaş boyunca, sadece Mehmet Akif gibi dindar kişiler değil, bütün komutanlar cami kürsülerinden halkı cihada çağırmıştır. Bu çağrıya, memleketin hemen her köşesindeki medreselerden ve dergâhlardan destek cevabı gelmiştir.

Her karışında bir maneviyat pınarı var

Bu millet, maddi bütün imkânsızlıklara rağmen, maneviyatından kuvvet alarak, üzerine vurulmak istenen zillet damgasını reddetmiştir. Savaştan sonra da Müslümanların vazifesi bitmemiştir. Halkımız maneviyat sembolü türbelerin, dergâhların düşman çizmesi altında ezilmesine müsaade etmediği gibi onların unutulup terk edilmesine de izin vermemiş, sabır ve metanetle bu topraklarda yeniden İslami şuuru yeşertmiştir.

Otomobilinize binip şehir şehir gezecek olsanız, hemen hepsinde bir maneviyat büyüğünün adına yapılmış cami, medrese, Kur’an kursu, vakıf, dernek vs. karşılar sizi… Bursalılar manevi çalışmaları için Emir Sultan’ın himmetini ümit ederler; Ankaralılar Hacı Bayram Veli’nin, Aksaraylılar Somuncu Babanın… Onların adı birer şemsiyedir, kendisini iyiliğe ve iyilerin yardımcısı, himayecisi ve mükâfatlandırıcısı olan Cenab-ı Allah’a adayanlar için…

Bugün; dili, alfabesi, yönetim biçimi birbirinden kopartılanlar da dâhil, bütün bir ümmeti, tek bir ruh ile birleştirmek mümkün. Çünkü onlar aynı imana, aynı mukaddesata, aynı muhabbete adanmış, aynı kıbleye yönelip omuz omuza vererek saf tutmuş bir büyük cemaatin mensupları…
Aralarına serpilen bütün nifak tohumlarına rağmen, onların büyük çoğunluğu, ümmetin kardeşliği şuuruna sahip... Kur’an’ın ifadesiyle, tıpkı “küfrün tek millet” olduğunu bildiği gibi Ümmet’in de aslında tek bir ‘millet’ olduğunun bilincinde.

Bugün birbiriyle kavgalı olan Müslüman toplumlar dahi, ortak bir düşmana karşı birleşebilir ve yekvücut olabilir. Bilhassa şuurlu dindar kesim, mümin basiretiyle ümmetin üzerinde oynanan oyunu fark edip hileleri boşa çıkarabilir.

Bu topraklarda yatan sahabenin, erenlerin, evliyaların, âlimlerin şehitlerin ruhları, bu milleti birlik içinde hareket etmeye sevk eder. Çünkü bu toprağın insanı bilir ki o mübareklerin dili ve soyu ne olursa olsun, dini ve kendisini değerli hale getiren ruhani vasıfları birdir. Bu toprağın insanına inanç ve şevk aşılayan da işte o ruhaniyettir.

İç ve dış mihraklar ne kadar çabalasa da bu topraklarda İslam medeniyetinin sembol çınarlarının kökü bir türlü kurutulamamıştır. Çünkü bu toprakların her köşesinden hala bir maneviyat pınarı kaynar.
HATİCE KÜBRA ERGİN
 
Üst Alt