- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
BU TOPRAKLARIN GÖNÜL FATİHLERİ
Osmanlıya işaret eden çınar ağacı
Ne zaman, Eyüp Sultan Hazretlerini ziyarete gitsem, avlunun ortasındaki asırlık çınara bakarım uzun uzun… Dört bir yanındaki çeşmelere, onlarda serinleyen insanlara…
Memleketimizin birçok köşesinde böyle ulu ağaçlar vardır, bilhassa çınar ağaçları. Çınar ağaçları bu topraklara kök salmamızın remzi gibi görüldüğünden olsa gerek, her zaman hürmet görmüştür ecdadımızdan.
Rivayete göre Osman Gazi, gençliğinde Şeyh Edebali’nin dergâhında kaldığı gecelerden birinde, sabaha kadar uyumayıp duvarda asılı olan Kur’an-ı Kerim’i okumuştur. Seher vaktine doğru, üzerine ağırlık basıp hafif bir uykuya dalınca bir rüya görmüştür. Rüyasında Edebali'nin göğsünden bir hilal doğup büyür ve dolunay haline gelince, kendisinin göğsüne girer. Daha sonra da göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başlar. Bir çınar ağacıdır bu; gölgesi neredeyse bütün dünyayı kucaklayan dev bir çınar ağacı...
Osman Gazi, rüyasını Şeyh Edebali’ye anlatınca Edebali Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından, “Ey oğul! Sana müjdeler olsun!” der, “Göğsümden çıkan hilal kızımdır (Bâlâ Hatun). Senin göğsüne girmesi, evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince, sen büyük bir devlet kuracaksın. Allah-u Teâlâ seni ve neslini, insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek...”
Gölgesinde birçoklarının gölgelendiği çınar ağacının, zayıfların barınağı, mazlumların himayecisi bir devlete işaret ettiğini kim bilebilirdi? Kalp gözü açık, “tevil-i ehadis”e vakıf bir zattan başka…
Bugünden geriye bakınca, o rüyanın gerçekleştiğini biliyoruz ama o gün buna inanmak o kadar kolay mıydı? Bir yanda köhnemiş de olsa bu topraklarda uzun bir geçmişi olan Bizans İmparatorluğu, diğer tarafta bütün İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol akınları… O da yetmezmiş gibi İslam akınlarını durdurmak için birbiri ardınca tertiplenen Haçlı Seferleri.
Peki, nasıl oldu da Moğollar ve Haçlılar rüzgâr gibi geçti, Bizans, tarihi kalıntılarını ardında bırakıp göçtü de Osmanlı bu topraklarda kalıcı oldu?
Bir toprağı vatan yapan neydi? Uzun müddet Osmanlının idaresinde kaldığı halde, kısa bir zaman içinde yabancılaşan Sırbistan’a mukabil, sokaklarında gezerken hala Osmanlı’yı teneffüs edebileceğiniz Bosna’nın farkı neydi?
İmandı elbette…
Müslümanlar, bu topraklara bombalar yağdırarak, kan ve gözyaşı seli akıtarak hâkim olmadı. Gökdelenler dikerek, etrafı dikenli tellerle çevrili üsler kurarak egemenliğini dayatmadı.
Hz. Eyyub el-Ensari 90 yaşında niye gelmişti?
İslam orduları İstanbul surlarını kuşattığı sırada, Eba Eyyub el-Ensari doksan yaşını aşmış bir pir-i faniydi. Onu bu yaşta buralara getiren neydi? O günün şartlarında aşılmaz denilen surların önünde ne arıyorlardı? Surlardan aşağı dökülen kızgın yağlarla acı içinde can vermek pahasına, o surlara neden tırmanıyorlardı?
Sahabenin, doğup büyüdükleri diyardan çok uzaklardaki bu topraklarda ne aradığını bizzat “Eyyub Sultan” diye tanıdığımız Halid bin Zeyd radıyallahu anhudan rivayet edenlerden dinleyelim:
“Ebu Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar: ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ (Bakara; 195) Ebû Eyyub Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der:
- Ey askerler! Sizler Cenab-ı Hakkın “kendinizi tehlikeye atmayın” mealindeki ayetini yanlış yorumluyorsunuz. Düşmanın içine saldırmak, sizin anladığınız manada insanın kendisini tehlikeye atması demek değildir. Zira bu ayeti kerime, biz Ensar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Allah-u Teâlâ, din-i mübin-i İslam’ı güçlendirip dinin yardımcıları çoğalınca, biz Ensar, Rasulullah'tan gizli olarak, kendi aramızda; “Şimdiye kadar yaptığımız fedakârlıklar sebebiyle mallarımız telef oldu. Artık onların başında dursak, biraz da mallarımızla ilgilensek, onların ıslahı ile meşgul olsak…” diye düşündük. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bizim düşüncelerimizin yanlış olduğunu beyan etti. ‘Allah yolunda mallarınızı harcayın. (Dünya malına tamah ederek, dünya zevkine aldanarak) Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.’ (Bakara; 195) ayeti nazil oldu. O halde asıl tehlike, Allah yolunda cihadı ve Allah yolunda mallarınızı ve canlarınızı harcamayı bir kenara bırakarak, onlarla meşgul olmaktır.
Selçukludan ve Malazgirt zaferinden çok önce, daha Mekke’nin fethinin üstünden sadece dokuz sene geçmişken, Halid b. Velid’in kumandanlığındaki İslam ordusu Diyarbakır’a kadar gelmiştir. Bu sebeple, başta Kahraman Maraş, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep, Bartın olmak üzere, Anadolu’muzun birçok yerinde sahabe kabirlerinin bulunduğu bilinmektedir. Onların bu topraklarda medfun olduğunun bilinmesinden kaynaklanan, halkımızın onların bu yurdun manevi bekçileri olduğu inancı, halkın maneviyatını güçlendirmekte, şevk ve azmini kuvvetlendirmektedir.
Dünyadan nice büyük ülkeler geçip gitti. Nice “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk”lar vardı ki sömürgelerindeki halklar, şimdilerde onların işgalinden kurtuldukları günleri, milli bayram olarak kutluyorlar. Üstelik onlar bilim-teknikle, politik-diplomatik tedbirlerle büyük bir üstünlük de kurmuşlardı. Hatta bu sahadaki üstünlüklerini de hala sürdürmektedirler. Ama hiçbiri gönüllerde yer edinemedikleri için ne kadar isteseler de kalıcı bir hükümranlık kurmayı başaramadılar.
Hâlbuki bütün yolları denediler. Eğitim kurumlarına hâkim olup kendi dillerini öğrettiler. Her türlü iletişim araç gerecini kullanarak, nefislere gayet hoş gelen kültürlerini empoze ettiler. Kılık kıyafetlerini, yılbaşılarını, yortularını, tüketim alışkanlıklarını ve nefsanî hayat tarzlarını benimsettiler. Ama yine de halkları bir potada eritip bir millet haline getiremediler.
Anadolu, Rumeli ve civarındaki, halkı Müslüman ülkelerde ise tam tersi yaşandı. Bu toprakların üzerindeki çeşitli etnik kökenden, farklı ana dilleri konuşan Müslüman halklar, hiçbir zaman tek dil, tek kültür empozesine maruz kalmadıkları halde, aynı inanç ve değerler etrafında örülüp tek bir millet haline geldiler.
Hâlbuki o vakit, Anadolu karmaşa içindeydi. Kimisi yerli, kimisi göçmen, kimisi toprak sahibi kimisi göçebe, kimisi sanatkâr, kimisi paralı asker, hatta yağmacı, çapulcu… İç karışıklıklarla gittikçe zayıflayan Bizans idaresi, bu topraklarda huzuru sağlamaktan acizdi. Yerli halk huzursuzdu. Moğolların önünden kaçan veya yerleşecek toprak bulmak için göçüp gelenler de kendilerine yol gösterecek bir idareye ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan, bu kadar farklı toplulukları faziletli bir toplum haline getirmeden huzur içinde yönetmek kolay bir iş miydi?

Osmanlıya işaret eden çınar ağacı
Ne zaman, Eyüp Sultan Hazretlerini ziyarete gitsem, avlunun ortasındaki asırlık çınara bakarım uzun uzun… Dört bir yanındaki çeşmelere, onlarda serinleyen insanlara…
Memleketimizin birçok köşesinde böyle ulu ağaçlar vardır, bilhassa çınar ağaçları. Çınar ağaçları bu topraklara kök salmamızın remzi gibi görüldüğünden olsa gerek, her zaman hürmet görmüştür ecdadımızdan.
Rivayete göre Osman Gazi, gençliğinde Şeyh Edebali’nin dergâhında kaldığı gecelerden birinde, sabaha kadar uyumayıp duvarda asılı olan Kur’an-ı Kerim’i okumuştur. Seher vaktine doğru, üzerine ağırlık basıp hafif bir uykuya dalınca bir rüya görmüştür. Rüyasında Edebali'nin göğsünden bir hilal doğup büyür ve dolunay haline gelince, kendisinin göğsüne girer. Daha sonra da göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başlar. Bir çınar ağacıdır bu; gölgesi neredeyse bütün dünyayı kucaklayan dev bir çınar ağacı...
Osman Gazi, rüyasını Şeyh Edebali’ye anlatınca Edebali Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından, “Ey oğul! Sana müjdeler olsun!” der, “Göğsümden çıkan hilal kızımdır (Bâlâ Hatun). Senin göğsüne girmesi, evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince, sen büyük bir devlet kuracaksın. Allah-u Teâlâ seni ve neslini, insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek...”
Gölgesinde birçoklarının gölgelendiği çınar ağacının, zayıfların barınağı, mazlumların himayecisi bir devlete işaret ettiğini kim bilebilirdi? Kalp gözü açık, “tevil-i ehadis”e vakıf bir zattan başka…
Bugünden geriye bakınca, o rüyanın gerçekleştiğini biliyoruz ama o gün buna inanmak o kadar kolay mıydı? Bir yanda köhnemiş de olsa bu topraklarda uzun bir geçmişi olan Bizans İmparatorluğu, diğer tarafta bütün İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol akınları… O da yetmezmiş gibi İslam akınlarını durdurmak için birbiri ardınca tertiplenen Haçlı Seferleri.
Peki, nasıl oldu da Moğollar ve Haçlılar rüzgâr gibi geçti, Bizans, tarihi kalıntılarını ardında bırakıp göçtü de Osmanlı bu topraklarda kalıcı oldu?
Bir toprağı vatan yapan neydi? Uzun müddet Osmanlının idaresinde kaldığı halde, kısa bir zaman içinde yabancılaşan Sırbistan’a mukabil, sokaklarında gezerken hala Osmanlı’yı teneffüs edebileceğiniz Bosna’nın farkı neydi?
İmandı elbette…
Müslümanlar, bu topraklara bombalar yağdırarak, kan ve gözyaşı seli akıtarak hâkim olmadı. Gökdelenler dikerek, etrafı dikenli tellerle çevrili üsler kurarak egemenliğini dayatmadı.
Hz. Eyyub el-Ensari 90 yaşında niye gelmişti?
İslam orduları İstanbul surlarını kuşattığı sırada, Eba Eyyub el-Ensari doksan yaşını aşmış bir pir-i faniydi. Onu bu yaşta buralara getiren neydi? O günün şartlarında aşılmaz denilen surların önünde ne arıyorlardı? Surlardan aşağı dökülen kızgın yağlarla acı içinde can vermek pahasına, o surlara neden tırmanıyorlardı?
Sahabenin, doğup büyüdükleri diyardan çok uzaklardaki bu topraklarda ne aradığını bizzat “Eyyub Sultan” diye tanıdığımız Halid bin Zeyd radıyallahu anhudan rivayet edenlerden dinleyelim:
“Ebu Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar: ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ (Bakara; 195) Ebû Eyyub Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der:
- Ey askerler! Sizler Cenab-ı Hakkın “kendinizi tehlikeye atmayın” mealindeki ayetini yanlış yorumluyorsunuz. Düşmanın içine saldırmak, sizin anladığınız manada insanın kendisini tehlikeye atması demek değildir. Zira bu ayeti kerime, biz Ensar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Allah-u Teâlâ, din-i mübin-i İslam’ı güçlendirip dinin yardımcıları çoğalınca, biz Ensar, Rasulullah'tan gizli olarak, kendi aramızda; “Şimdiye kadar yaptığımız fedakârlıklar sebebiyle mallarımız telef oldu. Artık onların başında dursak, biraz da mallarımızla ilgilensek, onların ıslahı ile meşgul olsak…” diye düşündük. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bizim düşüncelerimizin yanlış olduğunu beyan etti. ‘Allah yolunda mallarınızı harcayın. (Dünya malına tamah ederek, dünya zevkine aldanarak) Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.’ (Bakara; 195) ayeti nazil oldu. O halde asıl tehlike, Allah yolunda cihadı ve Allah yolunda mallarınızı ve canlarınızı harcamayı bir kenara bırakarak, onlarla meşgul olmaktır.
Selçukludan ve Malazgirt zaferinden çok önce, daha Mekke’nin fethinin üstünden sadece dokuz sene geçmişken, Halid b. Velid’in kumandanlığındaki İslam ordusu Diyarbakır’a kadar gelmiştir. Bu sebeple, başta Kahraman Maraş, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep, Bartın olmak üzere, Anadolu’muzun birçok yerinde sahabe kabirlerinin bulunduğu bilinmektedir. Onların bu topraklarda medfun olduğunun bilinmesinden kaynaklanan, halkımızın onların bu yurdun manevi bekçileri olduğu inancı, halkın maneviyatını güçlendirmekte, şevk ve azmini kuvvetlendirmektedir.
Dünyadan nice büyük ülkeler geçip gitti. Nice “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk”lar vardı ki sömürgelerindeki halklar, şimdilerde onların işgalinden kurtuldukları günleri, milli bayram olarak kutluyorlar. Üstelik onlar bilim-teknikle, politik-diplomatik tedbirlerle büyük bir üstünlük de kurmuşlardı. Hatta bu sahadaki üstünlüklerini de hala sürdürmektedirler. Ama hiçbiri gönüllerde yer edinemedikleri için ne kadar isteseler de kalıcı bir hükümranlık kurmayı başaramadılar.
Hâlbuki bütün yolları denediler. Eğitim kurumlarına hâkim olup kendi dillerini öğrettiler. Her türlü iletişim araç gerecini kullanarak, nefislere gayet hoş gelen kültürlerini empoze ettiler. Kılık kıyafetlerini, yılbaşılarını, yortularını, tüketim alışkanlıklarını ve nefsanî hayat tarzlarını benimsettiler. Ama yine de halkları bir potada eritip bir millet haline getiremediler.
Anadolu, Rumeli ve civarındaki, halkı Müslüman ülkelerde ise tam tersi yaşandı. Bu toprakların üzerindeki çeşitli etnik kökenden, farklı ana dilleri konuşan Müslüman halklar, hiçbir zaman tek dil, tek kültür empozesine maruz kalmadıkları halde, aynı inanç ve değerler etrafında örülüp tek bir millet haline geldiler.

Hâlbuki o vakit, Anadolu karmaşa içindeydi. Kimisi yerli, kimisi göçmen, kimisi toprak sahibi kimisi göçebe, kimisi sanatkâr, kimisi paralı asker, hatta yağmacı, çapulcu… İç karışıklıklarla gittikçe zayıflayan Bizans idaresi, bu topraklarda huzuru sağlamaktan acizdi. Yerli halk huzursuzdu. Moğolların önünden kaçan veya yerleşecek toprak bulmak için göçüp gelenler de kendilerine yol gösterecek bir idareye ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan, bu kadar farklı toplulukları faziletli bir toplum haline getirmeden huzur içinde yönetmek kolay bir iş miydi?