- Katılım
- 28 Mart 2011
- Mesajlar
- 2,123
- Tepkime puanı
- 26
Besmelenin bilinmeyen Sırları, Besmelenin harflerindeki sır, Besmelenin bilinmeyen 6 sırrı, Besmelenin sır manası, Bismillahirrahmanirrahim deki sır
Besmeledeki muhteşem sır
KUR'AN-I KERİM'DE, zikirle ilgili, zikirden bahseden pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlar "Rabbimizi nasıl zikretmeliyiz?" sorusuna bir cevap bulmamızda bize rehber olurlar.
Kur'an'da geçenlerin yanı sıra, çeşitli meşrep ve mesleklerdeki tasavvuf erbabının, Allah'ı anmada kullandıkları özel kelime ve virdlerinin de bulunduğunu biliyoruz.
İslâm dininde, çokça tekrar edilmesi güzel sayılan, mübarek kelimelerden bir tanesi de "besmele"dir.
Aslında her dinin ve inanışın, kendine göre, "besmele"ye benzer, onların "besmele"si sayılabilecek, bu amaçla istimal ettikleri, kullandıkları özel kelimeleri vardır.
Hatta batıl inanışlar, sapkın ideolojiler bile bazen "Biz, bütün bunları halk adına yapıyoruz" derler. Bu bir bakıma "bismi'l-halk", yani "halkın adıyla" demektir. Veya "Kral adına, imparator adına hareket ediyoruz" diyenler, kendileri ne söylediklerinin farkında olmasalar da, aslında "bism-i imparator" veya "bismi'l-kral" demektedirler.
Her düşünce sistemi, her inanış ve ideoloji, kendisine uy*gun bir hedef, bir ideal bulur. Bu idealini ifade etmek, bir slogan haline getirebilmek için, bir sembol cümle veya keli*me belirler ve davranışlarını, o cümle veya kelimeye göre şekillendirir, ona bina eder. Bütün yaptıklarını, fiillerini hiz*met ettiği o idealin gerçekleşmesi uğruna yapar.
İşte, Hz. Adem'den (a.s.) Hz. Muhammed'e (a.s.m.) kadar, ondan da ta kıyamete kadar, inanmış insanların, yani Müslümanların hayatlarının tam merkezindeki, her şeyi, kimin adına yaptıklarını anlattıkları sembol kelime, "besmele"dir.
Buna delil olarak, besmelenin, Kur'an-ı Kerim'deki her surenin başında yazılı olmasını gösterebiliriz. Sadece Tevbe Suresi'nin başında besmele yoktur. Yani Kur'an-ı Kerim'de, besmele tam yüz on üç defa, sure başında geçer.
Nemi (Karınca) Suresi'nin içinde de bir defa geçtiği için, Kur'an-ı Hakîm'de tam yüz on dört defa "besmele"nin geçtiğini kabul ederiz.
Besmelenin, Kur'an-ı Kerim'de çok müstesna ve mübarek-bir yeri vardır. Kur'an'm, kâinat kitabını bize anlatan bir rehber ve bir kılavuz olduğunu veya kâinatın, mücessem bir Kur'an olduğunu düşünürsek, şöyle diyebiliriz:
Bir mimar veya mühendis, büyük bir eseri inşa etmeden, ortaya çıkarmadan evvel, o eseri hayal eder.
Daha sonra kafasında yer alan bu hayali, mantık kalıplarına dökerek bir plana dönüştürür.
Sadece zihninde ilmî bir vücudu bulunan bu planı, bir kâğıt üzerinde kalemiyle şekillendirerek onu projeye çevirir.
En son aşamada ise uygun bir arsa üzerinde bu eserin inşa edilmesi vardır.
Şimdi rahatlıkla üzerinden geçebildiğimiz Boğaz Köprüsü, daha maddî vücudu ortalarda yokken, bir mühendisin kafasında manevî, ilmî bir vücuda sahipti. Şekli, biçimi o mühendisin kafasmda kayıtlıydı.
Sonra, onu kâğıt üzerine döktü ve projelendirdi. Hatta minyatür şeklini de yaptı ve maket haline soktu.
Sonra, o projenin ışığında uzun bir çalışma yaparak, projesinin maddî vücudunu da boğazın iki tarafına yerleştirdi ve hepimizin bildiği Boğaz Köprüsü ortaya çıktı.
İşte yukarda anlattığımız temsilde olduğu gibi maddî nesnelerin, manaları başka şekillerde de tezahür edebilir, özetlenebilir. Bütün kâinat, Kur'an-ı Kerim'deki hakikatlerin ve lafızların sanki "mücessem" hale gelmiş, cisimleşmiş ifadesidir.
Bu açıdan bakıldığında "Kur'an, bütün kâinatın ve içinde yer alan bütün varlıkların bir metne, bir kitap haline dönüştürülmüş, lafızlar haline getirilmiş, hülasa şeklidir" diyebiliriz.
Mantık kanunlarına göre bu söylediğimiz mümkündür. Hatta "Kur'an'ın da özeti Fatiha Suresi'dir."
Ağacı özetlersek ne olur? Ağacın tüm yaşayışmı filme çeksek, yani bir ağacın daha tohum halinde toprağa düşme sinden itibaren hayatını takip edebilsek ve görüntüleyebilsek; nasıl filizleniyor, nasıl kök salıyor, nasıl yapraklanıyor, nasıl kocaman bir çınar ağacı oluyor; bunları izleyebilsek veya birileri böyle bir film çekmiş olsa ve bizler de bu filmi, ağacın ölümünden başlayarak, geriye doğru izleyebilsek ne görürüz?
Koca ağaç küçülür, küçülür ve sonunda bir çekirdeğin içine girer. İşte bu nazarla bakıldığında bütün kâinat, mü*cessem bir Kur'an'dır. Kur'an, büyük kâinat kitabının kelime kelime, harf harf ifadesi gibidir.
Demek ki, kâinatın özeti ve tercümesi Kur'an ve Kur'-an'm özeti de Fatiha... Buradan anlaşılıyor ki
Fatiha Suresi'nde, Kur'an'da olan, Kur'an'da bahsi geçen her şey, özet bir şekilde bulunur.
Bu meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bir misalle aklı*mıza yaklaştırmalıyız.
Kocaman "Türkiye Cumhuriyeti Ordusu"nu düşünün!
Eğer bu kocaman ordunun özetini ararsak dört kuvvet komutanı karşımıza çıkar. Bunların her birinin içinde kendilerine bağlı birimler, teşkilatlar saklıdır. Yani "Jandarma Komutanlığı" kelimesinin içinde bütün jandarma teşkilatı özetle vardır. "Deniz Kuvvetleri Komutanlığı" içindeyse bü*tün deniz kuvvetleri özetle bulunur.
işte misalde olduğu gibi, Fatiha Suresi bütün Kur'an-ı Kerim'in özetidir. Besmele de Fatiha'nın özetidir, hülasası-dır. Hatta bazı ehl-i tasavvuf âlimler, "Besmelenin en başında yer alan (Arapça) 'b' harfinin altındaki nokta, Allah'ın birliğini anlattığı için bu nokta da besmelenin özetidir" derler.
Kâinat iç içedir, nizam iç içedir...
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet edilen bir ha-dis-i şerife göre bütün kâinat, içindekilerle beraber terazinin bir kefesine konsa ve "Lâ ilahe illallah" cümlesi de diğer kefesine konsa "Lâ ilahe illallah" cümlesi kıymetçe daha ağır basacaktır. Demek ki "Lâ ilahe illallah" cümlesinin içinde, kâinatın kıymetini aşacak ehemmiyette sırlar gizlidir.
Buna da birkaç misal verelim:
Farz edelim 100 milyon YTL serveti olan bir zenginimiz var. Ve bu zenginimizden daha da iyi durumda, 150 milyon YTL serveti olan başka bir zenginimiz daha var. Şimdi bu iki zenginimiz "Kim daha zengin?" diye aralarında bir iddiaya tutuşuyorlar.
Sonucu belirlemek için bir araya geliyorlar. Birinci zenginimiz, bütün mal varlığını -üzerine konulan eşyaların maddî ağırlığını değil, parasal kıymetlerini esas alan- bir terazi*nin sağ kefesine bırakıyor ve diğer zenginimizde 150 milyon YTL değerinde bir çek kesip diğer kefeye atıyor.
Böylesi bir durumda hangisi ağır basar dersiniz?
Elbette 150 milyon YTL değerindeki çekin bulunduğu kefe daha ağır basacaktır. Çünkü madde olarak bir kâğıttan ibaret olsa da kıymetçe diğerini geçmektedir.
Aynen bunun gibi "Lâ ilahe illallah" kelimesi de harf olarak veya lafız olarak değil, ifade ettiği mana olarak tüm kâinattan daha ağır gelir. Çünkü zaten bütün kâinat da aynı manayı yani "Lâ ilahe illallah" in doğruluğunu ispat etmek, ilan etmek için vardır. Ve bu kelime hepsinden daha net bir şekilde de bütün kâinatın davasını ilan ve ifade eder.
İşte besmele de böyle büyük bir kelimedir ve aynı zamanda bütün hayırların da başıdır. Peygamber
Efendimiz (a.s.m.) "Hangi hayırlı işin başında besmele olmazsa, o iş eksik ve noksan olur" buyurmuştur.
Her mübarek, hayırlı ve helal işte "bismillah" denmesinin bu kadar önemle vurgulanması elbette bir hikmetledir. Besmele aynı zamanda bir ihtardır. Bu cümleyi anlamadan yaptığımız işlerin, yapmamamız gereken fiiller olduğunu ihtar eder.
Hangi işimiz besmele çekmeye uygun değilse, yani haramsa, onu yapmamalı; hangi iş haram değilse, mutlaka ona besmeleyle başlamalıyız. Besmele aynı zamanda bir "meşruiyet ve helallik" garantisidir.
Besmeleyi şuurlu olarak kullanmaya alışırsak gaflette boğulmaktan, yaptığımız işleri Allah'ı unutarak, O'nu hesaba katmadan, kötü bir niyetle yapmaktan kurtuluruz.
"Besmele" sadece Kur'an-ı Kerim'de geçen ve sadece bizim Peygamberimize gelmiş olan bir ayet değildir. İnsanlık tarihi boyunca dünyaya gönderilmiş bütün peygamberlerin dininde besmele vardır.
Çünkü peygamberler, Allah adına iş yaparlar. Allah'ın emrini söylerler. Allah adına tebliğde bulunurlar. Allah'ın dinini öğretirler. Yapılan her işin Allah için olmasını isterler.
Zaten Müslüman olmak da, bir bakıma, "bir insanın ken*disini, Allah'ın kontrolüne bırakması, onun izni dairesinde ve rızası doğrultusunda yaşaması" demek değil midir?
"Ya Rabbi! Ben ne söyler ve ne yaparsam, Senin rızana uygun olsun. Bana, bunu başarabilme kuvveti ver. Ben han*gi lokmayı yersem, Senin razı olduğun lokmalardan olsun.
Hangi fiilleri işlersem, hangi işleri yaparsam Senin razı olduğun fiillerden ve işlerden olsun.
"Ya Rabbi! Bir lahza, bir an, bir nefes ve bir göz açıp kapama zamanı kadar bile, beni nefsimle baş başa bırakma! Nefsim beni idare etmesin, beni Sen idare et!" diyerek Peygamber Efendimiz, Rabbine dua edip yalvarır..
"Ya Rabbi! Bu dakikalarımı sana askerlik halinde geçirmeyi nasip et! Bir an için bile seni unutup nefsimin askeri olmayayım!"
İşte besmele bize, bu halet-i ruhiye ile yaşamayı öğreti*yor.
Besmele içerdiği manalar nedeniyle Kur'an'ı Kerim'in her suresinin başında yer alacak kadar büyük bir kıymet kazanmıştır. Şimdi akıllara şöyle bir soru gelebilir:
Nemi Suresi'nde geçen ayette, niye Hz. Süleyman'ın (a.s.) ismi ve besmele beraber kullanılmıştır?
Hz. Süleyman (a.s.) bir sultan peygamberdi. Ateşten, şeytandan, cinden, rüzgârdan, sulardan, bütün varlıklardan yararlanan, onlara bile boyun eğdirebilen bir hükümdar ve bunun yanında vahye mazhar olacak kadar yüksek maneviyata sahip bir kuldu.
Devrinin en zengin, en güçlü sultanı olmasına rağmen, aynı zamanda maddî dünyanın güzelliğine, görkemine al*danmadan, kulluğunu tam yapan bir peygamberdi.
Hz. İsa (a.s.) da yaşadığı çevrede çok fakir olarak bilinen, hiçbir mal varlığı olmayan bir peygamberdi ve buna rağmen isyan etmeden Allah'a ibadetini eksiksiz bir şekilde yapıyordu.
Hz. Eyüp (a.s.) de çok hastalık çeken, hayatı boyunca pek çok acıya ve sıkıntıya sabreden bir peygamberdi. Zaten peygamberler, bazı istisnalar dışında, en fazla zulme uğrayan kişilerdir. Fakat kullukta, Allah'a taat ve ibadette hep zirveye çıkmışlar ve bizler için güzel misaller oluşturmuşlardır.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) orduları, sarayı, saltanatı vardı. Ona, her şeyi haber veren, hatta bir kumun, taşın altında ne varsa bildiren habercileri, haberci kuşları vardı. Bu kuşlardan birisinin adı da "Hüdhüd" idi.
Bir gün bu Hüdhüd izinsiz, habersiz ortadan kaybolur ve Süleyman (a.s.) bu duruma çok kızar.
"Benden habersiz nasıl gider? Ben onun kafasını koparıp, tüylerini yolmaz mıyım?" diyerek hiddetini gösterir.
Hüdhüd, yaptığından pişmanlık duyarak hatasını telafi etmeye bir yol, bir çare bulmaya çalışır.
Bir gün "Yemen" diye bilinen bölgede, o zamanlar "Saba" diye anılan bir ülke vardır. Hüdhüd kuşu, bu ülkeye uçarak, orada yaşayan insanları araştırır ve onlar hakkında bilgi toplar. Topladığı bu bilgilerle birlikte Hz. Süleyman'ın (a.s.) yanma gider ve şöyle der:
"Saba ülkesi denilen bir ülke gördüm. Oranın insanlarını bir melike yönetmektedir. Bu melikenin asıl adı Belkıs'tır. Saba ahalisi ateşe tapıyorlar" diyerek bildiklerini anlatır ve böylece kendini affettirir.
Süleyman (a.s.) bir name yazar ve bu nameyi Saba ülke*sinin melikesi Belkıs'a gönderir. Nemi Suresi bize, işte bu hadiseyi anlatmaktadır.
Saba melikesi Belkıs, kendisine tâbi olan insanları bir mecliste toplar ve "Ey kavmimin ileri gelenleri," der. "Banamühim bir mektup bırakıldı. Süleyman'dan geliyor ve Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor. 'Büyüklük taslamayın ve emrime girin' diyor. Bu mesele hakkında bana görüşünüzü bildirin. Bugüne kadar sizin görüşünüzü almadan hiçbir işte kesin hüküm vermedim."
Orada bulunarak bu haberi dinleyen herkes ayağa kalktı ve Kur'an'ın anlatışıyla "Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız. Emir ve yetki ise senindir. Artık ne emredeceğini düşün de karar ver" dediler.
Melike Belkıs, "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı ifsat ve perişan ederler ve halkının azizlerini (büyüklerini, ileri gelenlerini) zelil, zelillerini aziz hale getirirler. Herhalde onlar da böyle yapacaklardır" dedi. Fakat mecliste-kiler bu durumu kabullenmedi.
"Süleyman'a halılar, kilimler, güzel kokular, miskler, amberler, mücevherler, hatta altından tuğlalar hediye olarak gönderelim" dediler. Böylece onu yumuşatmayı umdular.
Karar verilir ve bahsedilen hediyeler, elçilerle birlikte Hz. Süleyman'a (a.s.) doğru yola çıkar. Fakat bu elçiler oraya vardıklarında kendilerini çok şaşırtan bir manzarayla karşılaşırlar.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) sarayının duvarları ve tabanı da kendilerinin hediye olarak getirdiklerine benzer altından tuğlalarla doludur. Ve ne gariptir ki, hiç kimse bu değerli taşları önemsememektedir. Hatta saray ahalisi rahatlıkla bu altından tuğlaların üzerine basıp yürüyebilmektedir.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) huzurunda gidip onun dinini kabul etmediklerini, fakat iyi niyetle geldiklerini söylerler ve getirdikleri hediyeleri arz ederler. Süleyman (a.s.):
"Bu benim şahsî bir işim değil, Allah'ın emridir. Ya Allah'a teslim olursunuz ya da ben oraya orduyla gelirim" diyerek onları uyarır. Saba ülkesi elçileri yine de Hz. Süleyman'ın dinini kabul etmezler.
Süleyman (a.s.) hemen harp meclisini toplar, onlara ne yapacakları, nasıl davranacakları hususunda emirler verir.
"Ey ileri gelenler! Kendileri Müslüman olarak gelmezden evvel, o kadının tahtını bana hanginiz getirecektir?" der.
Cinlerden bir ifrit:
"Ben onu sana, sen yerinden kalkmadan getiririm. Benim buna gücüm yeter, bundan eminim" diye cevap verir.
Kendisinde kitaptan bir ilim bulunan kişi (Asıf b. Berhi-ya) ise:
"Ben onu sana, gözünü açıp kapamadan getiririm" diye cevap verir. Derken tahtı yanında duruyor bir şekilde görünce Süleyman (a.s.):
"Bu Rabbimin fazlındandır. Beni bu nimetiyle sınıyor. Bakalım şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim onun şükrüne muhtaç de*ğildir. O, kerem sahibidir" diye buyurur.
İşte Süleyman (a.s.) sahip olduğu bütün kuvvete ve haşmete rağmen hiçbir nimeti, üstünlüğü, fazileti kendi nefsinden bilmiyordu. Hep Allah'tan geldiğini düşünerek şükrediyordu. Ve onu sultan bir peygamber yapan da işte bu sırdı.
İnsanda, hayrı kendinden, şerri ya kaderden ya da bir başkasından bilmeye şiddetli bir meyil vardır.
Halbuki hakiki mü'min gaflete dalmaz, nefsinin hilelerine ve kibrine kanmaz.
İşte bu azim sırrı insana ders verdiği için, besmele ayet olarak Kur'an'da yer almaktadır. Besmeleyi okuyan bilir ki, her şey Allah'ın lütfetmesiyledir. O'nun ihsanıyladır.
Şimdi biraz da besmelenin lafzını inceleyelim. Ondaki büyük sırları lafzından çıkarmaya, keşfetmeye çalışalım.
"Bismillahirrahmanirrahim" kelimesine baktığımızda, üç büyük tevhit tablosu nazarımıza çarpar. Bir tanesi "bismillah" olan "lafza-i celal"dedir. Bu aynı zamanda Allah'ın en büyük ismidir. "Allah", bütün kâinatın Meliki, Rabbi manasına gelir. "Bismillah" kelimesindeki "Allah", Rabbimizin Zat'ının adıdır ve O'ndan başkasına verilemez.
"Rahman" kelimesi ise yardıma, merhamete, rızka muhtaç olan bütün mahlûka tına hiçbir ayrım yapmadan merhamet etmesini bizlere anlatır. Bu ikinci tevhit tablosudur.
"Rahim" kelimesiyle de Cenab-ı Hakk'ın, tüm mahrukatına, her birine ayrı ayrı tecelli ettiğini, tek tek ilgilendiğini anlarız. Bu da has dairedeki, ism-i Ehad tecellisine bakan üçüncü tevhit tablosudur.
Bunu da bir misalle daha anlaşılır hale getirelim:
Mesela bir Orduyu en büyükten en küçüğe kadar birim birim saymamız gerekse, önce "ordu" deriz.
Sonra "alay" deriz, saya saya en sonunda bir "Mehmetçik"e ulaşırız.
İşte "Bismillahirrahmanirrahim"de de, "Allah" has isim*dir.
"Rahman" bütün varlıklara şümullü rahmetinin sıfatıdır.
"Rahim" de Allah'ın tek tek bütün varlıklara merhametini anlatan ismidir.
Tefsir kitaplarında "Rahman" kelimesi şöyle açıklanır: "Dünyada herkese merhamet eden, ahirette ise sadece inananlara merhamet edecek olan Allah."
Allah-u Teala yağmuru yağdırırken herkesin toprağına yağdırır. "Bu Müslüman'dır, bu gayr-i müslimdir" ayrımı yapmaz. Zaten böyle bir ayrım olsaydı, herkes ister istemez Müslüman olurdu. Zorlamayla, cebren olurdu. Halbuki din imtihandır.
Allah dünyada "Âlemlerin Rabbi" ismiyle tecelli ediyor. Tüm insanlığa bu ismiyle muamelede bulunuyor. Haşa, "Sadece Müslümanlara nimetlerimden ikram edeyim, kâfirler aç kalsın" demiyor.
Çünkü imtihan var. Ahiretteyse, imtihan süreci son bulduğu için, tecellisi daha başka olacaktır. Bize düşen ise hem dünyaya, hem ahirete çalışmaktır.
İstisnasız bütün din adamları, kitaplarına başlarken veya hutbelerine, vaazlarına başlarken bazı cümleleri özellikle ve mutlaka söylerler.
Bunlardan bir tanesi de "Euzübillahimineşşeytanirracim" (Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım) kelimesidir. Bu cümle de tıpkı besmele gibi bir ayettir. Kur'an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Kur'an okuduğun zaman 'Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım' de!"
"Bu kelimeyi tekrar tekrar söylemenin ne faydası var?" diye bir soru akla gelebilir. Şeytan her yerde tetikte ve tehlikelidir. Her an, her yerde bulunabilir. Hatta şeytan hacda bile, hacı adaylarıyla uğraşmakta, aralarında bozgunculuk için dolaşmaktadır.
Şeytan kanımızın damarlarımızda gezdiği gibi içimizde gezmektedir. Bunun için Kur'an okurken de, Kabe'yi tavaf ederken de şeytandan Allah'a sığınmak lazımdır.
Şeytanın aslında pek bir gücü yoktur. Ama ondan Allah'a sığınmaz ve ona tâbi olursak, o zaman şeytanın bizim üzerimizde, şerre yönlendirebilme gücü olur.
Cenab-ı Hak diyor ki şeytana:
"Senin onların üzerinde hiçbir gücün yoktur. Hatta sen, Benim iyi kullarım için bir sevap kaynağısın."
Gerçekten de ehl-i iman için şeytan, günah kaynağı değil, aksine sevap kaynağıdır. Şayet o "Namaz kılma" diyorsa ve bir Müslüman buna rağmen namazını kılabiliyorsa şeytanla yaptığı bu mücadele sayesinde sevap kazanmış olur.
"Herkes içki içiyor, sen de iç" diyerek günaha çağıran şeytana veya şeytanlaşmış birine karşı
"Haramdır, ben içemem" diyebilen bir mü'min bir farz sevabı kazanmış olur. Kaç kez şeytanı reddeder, söylediklerini yapmazsa, o kadar farzı ifa etmiş gibi sevap kazanır.
Demek ki şeytan, Allah'a teslim olanlara zarar veremez. Azan, sapan, Allah yolundan ayrılan, gönüllü bir şekilde günaha koşan, peşine takılan kişilere zarar verebilir.
Din adamlarının vaazlarma, kitaplarına başlarken mutla*ka kullandığı bir diğer kelime de besmeleden sonra, "hamd"dir. Bunu ifade etmek için kullandıkları, "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun"dur.
Salavat olarak söyledikleri de genelde, "Salat ve selam Efendimiz Hz. Muhammed'e ve onun ashabının üzerine olsun" cümlesidir.
Böylece anlatacaklarını bir çizgiye, bir çerçeveye oturturlar. Manevî konsantrasyonlarını arttırırlar.
Önce şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar. Bunu onlara söylettiren "Allah'ım! Müsaade etme. Şeytan benim sohbe*time karışmasın" korkusu ve mülahazasıdır.
Daha sonra, her hayırlı işin başında söylenen ve söylendiği her işi hayırlı kılan besmele zikredilir.
Bundan sonra da Allah'ın nimetlerine, nasip ettiği imana, indirdiği Kur'an'a, bövle bir peygamberin ümmeti olduğu*muza ve daha sayamadığımız bütün ikramlara, ihsanlara hamd edilir.
Tüm bildiklerimizi bize öğreten, bize ders veren, Müslümanlığı bize anlatan Peygamber Efendimize de (a.s.m.) selam yollanır ve teşekkür edilir.
İşte bunların tümünü ifa ettikten sonra din adamları, kendi sözlerine, anlatacaklarına başlarlar.
Camilerde verilen vaaz ve hutbelere dikkat edin!
Hocalarımızın hepsi konuşmalarına bahsettiğimiz sıra içerisinde giriş yaparlar.
Bediüzzaman da besmele hakkında diyor ki:
"Kâinat simasına baktım ve bu çok geniş dairede 'bismillah'ın tecelli ettiğini gördüm.
"Dünya simasına da baktım ve orada da 'Rahman' kelimesinin tecelli ettiğini gördüm. İnsan simasında ise Cenab-ı Hakk'ın onlarda tek tek, ayrı ayrı 'Rahim' ismiyle tecelli ettiğini gördüm."
Peygamber Efendimizin İslâm dini ile Mekke'de ortaya çıkışma kadar din, güçlü olanların insanları ezdiği, güçsüz olanların da kendi benliklerini kaybettiği bir kültürler, inançlar mücadelesiydi.
Resulullah Efendimizin (a.s.m.) dünyaya teşrif ettiği zamanlarda, Mekke civarında ve neredeyse Arap
Yarımadası'nın tamamında putperestlik hâkimdi.
Üç yüz altmış çeşidi bulan taştan, tahtadan putlara tapıyorlardı. Aşk tanrısı, para tanrısı, güç tanrısı, gök tanrısı, yer tanrısı ismini verdikleri putlara ve sembollere ibadet ediyorlardı.
Bu şirk inanışı farklı şekillerde, değişik versiyonlarla tüm dünyaya yayılmıştı.
Mısırlılar öküze tapar, öküzü ve ineği kutsal sayarlardı.
İranlılar ateşe taparlardı.
Bizanslılar sözde Hıristiyanlardı, fakat kiliseleri heykel*lerle doluydu.
Bir gün insanlığın dertlerine deva olacak ışık, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ortaya çıktı ve "Ey insanlar, sizin bu yaptıklarınız yanlıştır" dedi. Efendimiz, manen hepsinden güçlü fakat maddeten hepsinden zayıftı. Çünkü tekti, tek başına yola çıkmıştı.
Doğru söylediği için Peygamber Efendimizde (a.s.m.) ha*kikatin, gerçeğin gücü vardı. Sayı ve silah olarak ise müşrikler güçlüydü.
Hemen Efendimize ve etrafındakilere kötülük yapmaya, zulmetmeye başladılar. Efendimize "deli" dediler, ama Hz. Ebu Bekir gibi çok akıllı kişiler de ona tâbi olup dinini kabul edince bu kez
"Sihirbazdır, bunları büyülüyor" iftirasında bulundular. Bunda da başarısız olunca "şair" dediler.
Efendimizse onların bu iddiasına karşı Kur'an'ın verdiği dersle, "Söylediklerim şiirse, o zaman bir benzerini yapınız" dedi.
Elbette eşi, benzeri insanlar tarafından asla yapılamayacak kadar harika ve mucizevî olan Kur'an'ı taklit edemiyor-lardı. Bunu yapamadıkları için de kavga çıkardılar.
Peygamberimiz nasıl haklılığını yaymak için çalışıyorsa, onlar da haksızlıklarını yaymaya çalışıyorlardı. Fakat anlamadıkları bir nokta vardı. Çok önemli, kıymetli bir nokta...
O nokta şuydu:
Hakkın geldiği yerde batılın fazla ömrü olamazdı. Pek kısa bir zaman sonra mutlaka zail olurdu.
Ne zamana kadar 2x2'nin 4 olmadığını insanlara inandırabilirsiniz? Birer birer 2x2'nin 4 ettiğini anlattığınız zaman, her insan bunu kolayca anlayabilir.
Doğruyu gösterdiğiniz zaman insanlar ona doğru gayr-i ihtiyari koşacak, geleceklerdir.
"Bismillah" işte bu doğruyu söyleyişin adıdır. Hak adına hareket edip, Hakkı savunmaktır. Hak adına yapmaktır. Al*lah'ın rızası dairesinde, O'nun kuvvetine ve yüce isimlerine dayanarak çalışmaktır.
Eğer gayemiz Allah olursa, önderimiz Peygamber Efendimiz olur. O'nun rızası dairesinde, O'nun ismiyle hareket edenleri hiç kimse, hiçbir engel mağlup edemez...
Öyle ise Allah adma almalı, Allah adına vermeli.
Şairin dediği gibi demeliyiz:
Bir şey yerken, içerken
Kitabımı incelerken
Derim hemen bismillah
La ilahe illallah...
Yazar:Abdülhamit Oruç[/B]
Besmeledeki muhteşem sır
KUR'AN-I KERİM'DE, zikirle ilgili, zikirden bahseden pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlar "Rabbimizi nasıl zikretmeliyiz?" sorusuna bir cevap bulmamızda bize rehber olurlar.
Kur'an'da geçenlerin yanı sıra, çeşitli meşrep ve mesleklerdeki tasavvuf erbabının, Allah'ı anmada kullandıkları özel kelime ve virdlerinin de bulunduğunu biliyoruz.
İslâm dininde, çokça tekrar edilmesi güzel sayılan, mübarek kelimelerden bir tanesi de "besmele"dir.
Aslında her dinin ve inanışın, kendine göre, "besmele"ye benzer, onların "besmele"si sayılabilecek, bu amaçla istimal ettikleri, kullandıkları özel kelimeleri vardır.
Hatta batıl inanışlar, sapkın ideolojiler bile bazen "Biz, bütün bunları halk adına yapıyoruz" derler. Bu bir bakıma "bismi'l-halk", yani "halkın adıyla" demektir. Veya "Kral adına, imparator adına hareket ediyoruz" diyenler, kendileri ne söylediklerinin farkında olmasalar da, aslında "bism-i imparator" veya "bismi'l-kral" demektedirler.
Her düşünce sistemi, her inanış ve ideoloji, kendisine uy*gun bir hedef, bir ideal bulur. Bu idealini ifade etmek, bir slogan haline getirebilmek için, bir sembol cümle veya keli*me belirler ve davranışlarını, o cümle veya kelimeye göre şekillendirir, ona bina eder. Bütün yaptıklarını, fiillerini hiz*met ettiği o idealin gerçekleşmesi uğruna yapar.
İşte, Hz. Adem'den (a.s.) Hz. Muhammed'e (a.s.m.) kadar, ondan da ta kıyamete kadar, inanmış insanların, yani Müslümanların hayatlarının tam merkezindeki, her şeyi, kimin adına yaptıklarını anlattıkları sembol kelime, "besmele"dir.
Buna delil olarak, besmelenin, Kur'an-ı Kerim'deki her surenin başında yazılı olmasını gösterebiliriz. Sadece Tevbe Suresi'nin başında besmele yoktur. Yani Kur'an-ı Kerim'de, besmele tam yüz on üç defa, sure başında geçer.
Nemi (Karınca) Suresi'nin içinde de bir defa geçtiği için, Kur'an-ı Hakîm'de tam yüz on dört defa "besmele"nin geçtiğini kabul ederiz.
Besmelenin, Kur'an-ı Kerim'de çok müstesna ve mübarek-bir yeri vardır. Kur'an'm, kâinat kitabını bize anlatan bir rehber ve bir kılavuz olduğunu veya kâinatın, mücessem bir Kur'an olduğunu düşünürsek, şöyle diyebiliriz:
Bir mimar veya mühendis, büyük bir eseri inşa etmeden, ortaya çıkarmadan evvel, o eseri hayal eder.
Daha sonra kafasında yer alan bu hayali, mantık kalıplarına dökerek bir plana dönüştürür.
Sadece zihninde ilmî bir vücudu bulunan bu planı, bir kâğıt üzerinde kalemiyle şekillendirerek onu projeye çevirir.
En son aşamada ise uygun bir arsa üzerinde bu eserin inşa edilmesi vardır.
Şimdi rahatlıkla üzerinden geçebildiğimiz Boğaz Köprüsü, daha maddî vücudu ortalarda yokken, bir mühendisin kafasında manevî, ilmî bir vücuda sahipti. Şekli, biçimi o mühendisin kafasmda kayıtlıydı.
Sonra, onu kâğıt üzerine döktü ve projelendirdi. Hatta minyatür şeklini de yaptı ve maket haline soktu.
Sonra, o projenin ışığında uzun bir çalışma yaparak, projesinin maddî vücudunu da boğazın iki tarafına yerleştirdi ve hepimizin bildiği Boğaz Köprüsü ortaya çıktı.
İşte yukarda anlattığımız temsilde olduğu gibi maddî nesnelerin, manaları başka şekillerde de tezahür edebilir, özetlenebilir. Bütün kâinat, Kur'an-ı Kerim'deki hakikatlerin ve lafızların sanki "mücessem" hale gelmiş, cisimleşmiş ifadesidir.
Bu açıdan bakıldığında "Kur'an, bütün kâinatın ve içinde yer alan bütün varlıkların bir metne, bir kitap haline dönüştürülmüş, lafızlar haline getirilmiş, hülasa şeklidir" diyebiliriz.
Mantık kanunlarına göre bu söylediğimiz mümkündür. Hatta "Kur'an'ın da özeti Fatiha Suresi'dir."
Ağacı özetlersek ne olur? Ağacın tüm yaşayışmı filme çeksek, yani bir ağacın daha tohum halinde toprağa düşme sinden itibaren hayatını takip edebilsek ve görüntüleyebilsek; nasıl filizleniyor, nasıl kök salıyor, nasıl yapraklanıyor, nasıl kocaman bir çınar ağacı oluyor; bunları izleyebilsek veya birileri böyle bir film çekmiş olsa ve bizler de bu filmi, ağacın ölümünden başlayarak, geriye doğru izleyebilsek ne görürüz?
Koca ağaç küçülür, küçülür ve sonunda bir çekirdeğin içine girer. İşte bu nazarla bakıldığında bütün kâinat, mü*cessem bir Kur'an'dır. Kur'an, büyük kâinat kitabının kelime kelime, harf harf ifadesi gibidir.
Demek ki, kâinatın özeti ve tercümesi Kur'an ve Kur'-an'm özeti de Fatiha... Buradan anlaşılıyor ki
Fatiha Suresi'nde, Kur'an'da olan, Kur'an'da bahsi geçen her şey, özet bir şekilde bulunur.
Bu meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bir misalle aklı*mıza yaklaştırmalıyız.
Kocaman "Türkiye Cumhuriyeti Ordusu"nu düşünün!
Eğer bu kocaman ordunun özetini ararsak dört kuvvet komutanı karşımıza çıkar. Bunların her birinin içinde kendilerine bağlı birimler, teşkilatlar saklıdır. Yani "Jandarma Komutanlığı" kelimesinin içinde bütün jandarma teşkilatı özetle vardır. "Deniz Kuvvetleri Komutanlığı" içindeyse bü*tün deniz kuvvetleri özetle bulunur.
işte misalde olduğu gibi, Fatiha Suresi bütün Kur'an-ı Kerim'in özetidir. Besmele de Fatiha'nın özetidir, hülasası-dır. Hatta bazı ehl-i tasavvuf âlimler, "Besmelenin en başında yer alan (Arapça) 'b' harfinin altındaki nokta, Allah'ın birliğini anlattığı için bu nokta da besmelenin özetidir" derler.
Kâinat iç içedir, nizam iç içedir...
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet edilen bir ha-dis-i şerife göre bütün kâinat, içindekilerle beraber terazinin bir kefesine konsa ve "Lâ ilahe illallah" cümlesi de diğer kefesine konsa "Lâ ilahe illallah" cümlesi kıymetçe daha ağır basacaktır. Demek ki "Lâ ilahe illallah" cümlesinin içinde, kâinatın kıymetini aşacak ehemmiyette sırlar gizlidir.
Buna da birkaç misal verelim:
Farz edelim 100 milyon YTL serveti olan bir zenginimiz var. Ve bu zenginimizden daha da iyi durumda, 150 milyon YTL serveti olan başka bir zenginimiz daha var. Şimdi bu iki zenginimiz "Kim daha zengin?" diye aralarında bir iddiaya tutuşuyorlar.
Sonucu belirlemek için bir araya geliyorlar. Birinci zenginimiz, bütün mal varlığını -üzerine konulan eşyaların maddî ağırlığını değil, parasal kıymetlerini esas alan- bir terazi*nin sağ kefesine bırakıyor ve diğer zenginimizde 150 milyon YTL değerinde bir çek kesip diğer kefeye atıyor.
Böylesi bir durumda hangisi ağır basar dersiniz?
Elbette 150 milyon YTL değerindeki çekin bulunduğu kefe daha ağır basacaktır. Çünkü madde olarak bir kâğıttan ibaret olsa da kıymetçe diğerini geçmektedir.
Aynen bunun gibi "Lâ ilahe illallah" kelimesi de harf olarak veya lafız olarak değil, ifade ettiği mana olarak tüm kâinattan daha ağır gelir. Çünkü zaten bütün kâinat da aynı manayı yani "Lâ ilahe illallah" in doğruluğunu ispat etmek, ilan etmek için vardır. Ve bu kelime hepsinden daha net bir şekilde de bütün kâinatın davasını ilan ve ifade eder.
İşte besmele de böyle büyük bir kelimedir ve aynı zamanda bütün hayırların da başıdır. Peygamber
Efendimiz (a.s.m.) "Hangi hayırlı işin başında besmele olmazsa, o iş eksik ve noksan olur" buyurmuştur.
Her mübarek, hayırlı ve helal işte "bismillah" denmesinin bu kadar önemle vurgulanması elbette bir hikmetledir. Besmele aynı zamanda bir ihtardır. Bu cümleyi anlamadan yaptığımız işlerin, yapmamamız gereken fiiller olduğunu ihtar eder.
Hangi işimiz besmele çekmeye uygun değilse, yani haramsa, onu yapmamalı; hangi iş haram değilse, mutlaka ona besmeleyle başlamalıyız. Besmele aynı zamanda bir "meşruiyet ve helallik" garantisidir.
Besmeleyi şuurlu olarak kullanmaya alışırsak gaflette boğulmaktan, yaptığımız işleri Allah'ı unutarak, O'nu hesaba katmadan, kötü bir niyetle yapmaktan kurtuluruz.
"Besmele" sadece Kur'an-ı Kerim'de geçen ve sadece bizim Peygamberimize gelmiş olan bir ayet değildir. İnsanlık tarihi boyunca dünyaya gönderilmiş bütün peygamberlerin dininde besmele vardır.
Çünkü peygamberler, Allah adına iş yaparlar. Allah'ın emrini söylerler. Allah adına tebliğde bulunurlar. Allah'ın dinini öğretirler. Yapılan her işin Allah için olmasını isterler.
Zaten Müslüman olmak da, bir bakıma, "bir insanın ken*disini, Allah'ın kontrolüne bırakması, onun izni dairesinde ve rızası doğrultusunda yaşaması" demek değil midir?
"Ya Rabbi! Ben ne söyler ve ne yaparsam, Senin rızana uygun olsun. Bana, bunu başarabilme kuvveti ver. Ben han*gi lokmayı yersem, Senin razı olduğun lokmalardan olsun.
Hangi fiilleri işlersem, hangi işleri yaparsam Senin razı olduğun fiillerden ve işlerden olsun.
"Ya Rabbi! Bir lahza, bir an, bir nefes ve bir göz açıp kapama zamanı kadar bile, beni nefsimle baş başa bırakma! Nefsim beni idare etmesin, beni Sen idare et!" diyerek Peygamber Efendimiz, Rabbine dua edip yalvarır..
"Ya Rabbi! Bu dakikalarımı sana askerlik halinde geçirmeyi nasip et! Bir an için bile seni unutup nefsimin askeri olmayayım!"
İşte besmele bize, bu halet-i ruhiye ile yaşamayı öğreti*yor.
Besmele içerdiği manalar nedeniyle Kur'an'ı Kerim'in her suresinin başında yer alacak kadar büyük bir kıymet kazanmıştır. Şimdi akıllara şöyle bir soru gelebilir:
Nemi Suresi'nde geçen ayette, niye Hz. Süleyman'ın (a.s.) ismi ve besmele beraber kullanılmıştır?
Hz. Süleyman (a.s.) bir sultan peygamberdi. Ateşten, şeytandan, cinden, rüzgârdan, sulardan, bütün varlıklardan yararlanan, onlara bile boyun eğdirebilen bir hükümdar ve bunun yanında vahye mazhar olacak kadar yüksek maneviyata sahip bir kuldu.
Devrinin en zengin, en güçlü sultanı olmasına rağmen, aynı zamanda maddî dünyanın güzelliğine, görkemine al*danmadan, kulluğunu tam yapan bir peygamberdi.
Hz. İsa (a.s.) da yaşadığı çevrede çok fakir olarak bilinen, hiçbir mal varlığı olmayan bir peygamberdi ve buna rağmen isyan etmeden Allah'a ibadetini eksiksiz bir şekilde yapıyordu.
Hz. Eyüp (a.s.) de çok hastalık çeken, hayatı boyunca pek çok acıya ve sıkıntıya sabreden bir peygamberdi. Zaten peygamberler, bazı istisnalar dışında, en fazla zulme uğrayan kişilerdir. Fakat kullukta, Allah'a taat ve ibadette hep zirveye çıkmışlar ve bizler için güzel misaller oluşturmuşlardır.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) orduları, sarayı, saltanatı vardı. Ona, her şeyi haber veren, hatta bir kumun, taşın altında ne varsa bildiren habercileri, haberci kuşları vardı. Bu kuşlardan birisinin adı da "Hüdhüd" idi.
Bir gün bu Hüdhüd izinsiz, habersiz ortadan kaybolur ve Süleyman (a.s.) bu duruma çok kızar.
"Benden habersiz nasıl gider? Ben onun kafasını koparıp, tüylerini yolmaz mıyım?" diyerek hiddetini gösterir.
Hüdhüd, yaptığından pişmanlık duyarak hatasını telafi etmeye bir yol, bir çare bulmaya çalışır.
Bir gün "Yemen" diye bilinen bölgede, o zamanlar "Saba" diye anılan bir ülke vardır. Hüdhüd kuşu, bu ülkeye uçarak, orada yaşayan insanları araştırır ve onlar hakkında bilgi toplar. Topladığı bu bilgilerle birlikte Hz. Süleyman'ın (a.s.) yanma gider ve şöyle der:
"Saba ülkesi denilen bir ülke gördüm. Oranın insanlarını bir melike yönetmektedir. Bu melikenin asıl adı Belkıs'tır. Saba ahalisi ateşe tapıyorlar" diyerek bildiklerini anlatır ve böylece kendini affettirir.
Süleyman (a.s.) bir name yazar ve bu nameyi Saba ülke*sinin melikesi Belkıs'a gönderir. Nemi Suresi bize, işte bu hadiseyi anlatmaktadır.
Saba melikesi Belkıs, kendisine tâbi olan insanları bir mecliste toplar ve "Ey kavmimin ileri gelenleri," der. "Banamühim bir mektup bırakıldı. Süleyman'dan geliyor ve Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor. 'Büyüklük taslamayın ve emrime girin' diyor. Bu mesele hakkında bana görüşünüzü bildirin. Bugüne kadar sizin görüşünüzü almadan hiçbir işte kesin hüküm vermedim."
Orada bulunarak bu haberi dinleyen herkes ayağa kalktı ve Kur'an'ın anlatışıyla "Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız. Emir ve yetki ise senindir. Artık ne emredeceğini düşün de karar ver" dediler.
Melike Belkıs, "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı ifsat ve perişan ederler ve halkının azizlerini (büyüklerini, ileri gelenlerini) zelil, zelillerini aziz hale getirirler. Herhalde onlar da böyle yapacaklardır" dedi. Fakat mecliste-kiler bu durumu kabullenmedi.
"Süleyman'a halılar, kilimler, güzel kokular, miskler, amberler, mücevherler, hatta altından tuğlalar hediye olarak gönderelim" dediler. Böylece onu yumuşatmayı umdular.
Karar verilir ve bahsedilen hediyeler, elçilerle birlikte Hz. Süleyman'a (a.s.) doğru yola çıkar. Fakat bu elçiler oraya vardıklarında kendilerini çok şaşırtan bir manzarayla karşılaşırlar.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) sarayının duvarları ve tabanı da kendilerinin hediye olarak getirdiklerine benzer altından tuğlalarla doludur. Ve ne gariptir ki, hiç kimse bu değerli taşları önemsememektedir. Hatta saray ahalisi rahatlıkla bu altından tuğlaların üzerine basıp yürüyebilmektedir.
Hz. Süleyman'ın (a.s.) huzurunda gidip onun dinini kabul etmediklerini, fakat iyi niyetle geldiklerini söylerler ve getirdikleri hediyeleri arz ederler. Süleyman (a.s.):
"Bu benim şahsî bir işim değil, Allah'ın emridir. Ya Allah'a teslim olursunuz ya da ben oraya orduyla gelirim" diyerek onları uyarır. Saba ülkesi elçileri yine de Hz. Süleyman'ın dinini kabul etmezler.
Süleyman (a.s.) hemen harp meclisini toplar, onlara ne yapacakları, nasıl davranacakları hususunda emirler verir.
"Ey ileri gelenler! Kendileri Müslüman olarak gelmezden evvel, o kadının tahtını bana hanginiz getirecektir?" der.
Cinlerden bir ifrit:
"Ben onu sana, sen yerinden kalkmadan getiririm. Benim buna gücüm yeter, bundan eminim" diye cevap verir.
Kendisinde kitaptan bir ilim bulunan kişi (Asıf b. Berhi-ya) ise:
"Ben onu sana, gözünü açıp kapamadan getiririm" diye cevap verir. Derken tahtı yanında duruyor bir şekilde görünce Süleyman (a.s.):
"Bu Rabbimin fazlındandır. Beni bu nimetiyle sınıyor. Bakalım şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim onun şükrüne muhtaç de*ğildir. O, kerem sahibidir" diye buyurur.
İşte Süleyman (a.s.) sahip olduğu bütün kuvvete ve haşmete rağmen hiçbir nimeti, üstünlüğü, fazileti kendi nefsinden bilmiyordu. Hep Allah'tan geldiğini düşünerek şükrediyordu. Ve onu sultan bir peygamber yapan da işte bu sırdı.
İnsanda, hayrı kendinden, şerri ya kaderden ya da bir başkasından bilmeye şiddetli bir meyil vardır.
Halbuki hakiki mü'min gaflete dalmaz, nefsinin hilelerine ve kibrine kanmaz.
İşte bu azim sırrı insana ders verdiği için, besmele ayet olarak Kur'an'da yer almaktadır. Besmeleyi okuyan bilir ki, her şey Allah'ın lütfetmesiyledir. O'nun ihsanıyladır.
Şimdi biraz da besmelenin lafzını inceleyelim. Ondaki büyük sırları lafzından çıkarmaya, keşfetmeye çalışalım.
"Bismillahirrahmanirrahim" kelimesine baktığımızda, üç büyük tevhit tablosu nazarımıza çarpar. Bir tanesi "bismillah" olan "lafza-i celal"dedir. Bu aynı zamanda Allah'ın en büyük ismidir. "Allah", bütün kâinatın Meliki, Rabbi manasına gelir. "Bismillah" kelimesindeki "Allah", Rabbimizin Zat'ının adıdır ve O'ndan başkasına verilemez.
"Rahman" kelimesi ise yardıma, merhamete, rızka muhtaç olan bütün mahlûka tına hiçbir ayrım yapmadan merhamet etmesini bizlere anlatır. Bu ikinci tevhit tablosudur.
"Rahim" kelimesiyle de Cenab-ı Hakk'ın, tüm mahrukatına, her birine ayrı ayrı tecelli ettiğini, tek tek ilgilendiğini anlarız. Bu da has dairedeki, ism-i Ehad tecellisine bakan üçüncü tevhit tablosudur.
Bunu da bir misalle daha anlaşılır hale getirelim:
Mesela bir Orduyu en büyükten en küçüğe kadar birim birim saymamız gerekse, önce "ordu" deriz.
Sonra "alay" deriz, saya saya en sonunda bir "Mehmetçik"e ulaşırız.
İşte "Bismillahirrahmanirrahim"de de, "Allah" has isim*dir.
"Rahman" bütün varlıklara şümullü rahmetinin sıfatıdır.
"Rahim" de Allah'ın tek tek bütün varlıklara merhametini anlatan ismidir.
Tefsir kitaplarında "Rahman" kelimesi şöyle açıklanır: "Dünyada herkese merhamet eden, ahirette ise sadece inananlara merhamet edecek olan Allah."
Allah-u Teala yağmuru yağdırırken herkesin toprağına yağdırır. "Bu Müslüman'dır, bu gayr-i müslimdir" ayrımı yapmaz. Zaten böyle bir ayrım olsaydı, herkes ister istemez Müslüman olurdu. Zorlamayla, cebren olurdu. Halbuki din imtihandır.
Allah dünyada "Âlemlerin Rabbi" ismiyle tecelli ediyor. Tüm insanlığa bu ismiyle muamelede bulunuyor. Haşa, "Sadece Müslümanlara nimetlerimden ikram edeyim, kâfirler aç kalsın" demiyor.
Çünkü imtihan var. Ahiretteyse, imtihan süreci son bulduğu için, tecellisi daha başka olacaktır. Bize düşen ise hem dünyaya, hem ahirete çalışmaktır.
İstisnasız bütün din adamları, kitaplarına başlarken veya hutbelerine, vaazlarına başlarken bazı cümleleri özellikle ve mutlaka söylerler.
Bunlardan bir tanesi de "Euzübillahimineşşeytanirracim" (Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım) kelimesidir. Bu cümle de tıpkı besmele gibi bir ayettir. Kur'an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Kur'an okuduğun zaman 'Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım' de!"
"Bu kelimeyi tekrar tekrar söylemenin ne faydası var?" diye bir soru akla gelebilir. Şeytan her yerde tetikte ve tehlikelidir. Her an, her yerde bulunabilir. Hatta şeytan hacda bile, hacı adaylarıyla uğraşmakta, aralarında bozgunculuk için dolaşmaktadır.
Şeytan kanımızın damarlarımızda gezdiği gibi içimizde gezmektedir. Bunun için Kur'an okurken de, Kabe'yi tavaf ederken de şeytandan Allah'a sığınmak lazımdır.
Şeytanın aslında pek bir gücü yoktur. Ama ondan Allah'a sığınmaz ve ona tâbi olursak, o zaman şeytanın bizim üzerimizde, şerre yönlendirebilme gücü olur.
Cenab-ı Hak diyor ki şeytana:
"Senin onların üzerinde hiçbir gücün yoktur. Hatta sen, Benim iyi kullarım için bir sevap kaynağısın."
Gerçekten de ehl-i iman için şeytan, günah kaynağı değil, aksine sevap kaynağıdır. Şayet o "Namaz kılma" diyorsa ve bir Müslüman buna rağmen namazını kılabiliyorsa şeytanla yaptığı bu mücadele sayesinde sevap kazanmış olur.
"Herkes içki içiyor, sen de iç" diyerek günaha çağıran şeytana veya şeytanlaşmış birine karşı
"Haramdır, ben içemem" diyebilen bir mü'min bir farz sevabı kazanmış olur. Kaç kez şeytanı reddeder, söylediklerini yapmazsa, o kadar farzı ifa etmiş gibi sevap kazanır.
Demek ki şeytan, Allah'a teslim olanlara zarar veremez. Azan, sapan, Allah yolundan ayrılan, gönüllü bir şekilde günaha koşan, peşine takılan kişilere zarar verebilir.
Din adamlarının vaazlarma, kitaplarına başlarken mutla*ka kullandığı bir diğer kelime de besmeleden sonra, "hamd"dir. Bunu ifade etmek için kullandıkları, "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun"dur.
Salavat olarak söyledikleri de genelde, "Salat ve selam Efendimiz Hz. Muhammed'e ve onun ashabının üzerine olsun" cümlesidir.
Böylece anlatacaklarını bir çizgiye, bir çerçeveye oturturlar. Manevî konsantrasyonlarını arttırırlar.
Önce şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar. Bunu onlara söylettiren "Allah'ım! Müsaade etme. Şeytan benim sohbe*time karışmasın" korkusu ve mülahazasıdır.
Daha sonra, her hayırlı işin başında söylenen ve söylendiği her işi hayırlı kılan besmele zikredilir.
Bundan sonra da Allah'ın nimetlerine, nasip ettiği imana, indirdiği Kur'an'a, bövle bir peygamberin ümmeti olduğu*muza ve daha sayamadığımız bütün ikramlara, ihsanlara hamd edilir.
Tüm bildiklerimizi bize öğreten, bize ders veren, Müslümanlığı bize anlatan Peygamber Efendimize de (a.s.m.) selam yollanır ve teşekkür edilir.
İşte bunların tümünü ifa ettikten sonra din adamları, kendi sözlerine, anlatacaklarına başlarlar.
Camilerde verilen vaaz ve hutbelere dikkat edin!
Hocalarımızın hepsi konuşmalarına bahsettiğimiz sıra içerisinde giriş yaparlar.
Bediüzzaman da besmele hakkında diyor ki:
"Kâinat simasına baktım ve bu çok geniş dairede 'bismillah'ın tecelli ettiğini gördüm.
"Dünya simasına da baktım ve orada da 'Rahman' kelimesinin tecelli ettiğini gördüm. İnsan simasında ise Cenab-ı Hakk'ın onlarda tek tek, ayrı ayrı 'Rahim' ismiyle tecelli ettiğini gördüm."
Peygamber Efendimizin İslâm dini ile Mekke'de ortaya çıkışma kadar din, güçlü olanların insanları ezdiği, güçsüz olanların da kendi benliklerini kaybettiği bir kültürler, inançlar mücadelesiydi.
Resulullah Efendimizin (a.s.m.) dünyaya teşrif ettiği zamanlarda, Mekke civarında ve neredeyse Arap
Yarımadası'nın tamamında putperestlik hâkimdi.
Üç yüz altmış çeşidi bulan taştan, tahtadan putlara tapıyorlardı. Aşk tanrısı, para tanrısı, güç tanrısı, gök tanrısı, yer tanrısı ismini verdikleri putlara ve sembollere ibadet ediyorlardı.
Bu şirk inanışı farklı şekillerde, değişik versiyonlarla tüm dünyaya yayılmıştı.
Mısırlılar öküze tapar, öküzü ve ineği kutsal sayarlardı.
İranlılar ateşe taparlardı.
Bizanslılar sözde Hıristiyanlardı, fakat kiliseleri heykel*lerle doluydu.
Bir gün insanlığın dertlerine deva olacak ışık, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ortaya çıktı ve "Ey insanlar, sizin bu yaptıklarınız yanlıştır" dedi. Efendimiz, manen hepsinden güçlü fakat maddeten hepsinden zayıftı. Çünkü tekti, tek başına yola çıkmıştı.
Doğru söylediği için Peygamber Efendimizde (a.s.m.) ha*kikatin, gerçeğin gücü vardı. Sayı ve silah olarak ise müşrikler güçlüydü.
Hemen Efendimize ve etrafındakilere kötülük yapmaya, zulmetmeye başladılar. Efendimize "deli" dediler, ama Hz. Ebu Bekir gibi çok akıllı kişiler de ona tâbi olup dinini kabul edince bu kez
"Sihirbazdır, bunları büyülüyor" iftirasında bulundular. Bunda da başarısız olunca "şair" dediler.
Efendimizse onların bu iddiasına karşı Kur'an'ın verdiği dersle, "Söylediklerim şiirse, o zaman bir benzerini yapınız" dedi.
Elbette eşi, benzeri insanlar tarafından asla yapılamayacak kadar harika ve mucizevî olan Kur'an'ı taklit edemiyor-lardı. Bunu yapamadıkları için de kavga çıkardılar.
Peygamberimiz nasıl haklılığını yaymak için çalışıyorsa, onlar da haksızlıklarını yaymaya çalışıyorlardı. Fakat anlamadıkları bir nokta vardı. Çok önemli, kıymetli bir nokta...
O nokta şuydu:
Hakkın geldiği yerde batılın fazla ömrü olamazdı. Pek kısa bir zaman sonra mutlaka zail olurdu.
Ne zamana kadar 2x2'nin 4 olmadığını insanlara inandırabilirsiniz? Birer birer 2x2'nin 4 ettiğini anlattığınız zaman, her insan bunu kolayca anlayabilir.
Doğruyu gösterdiğiniz zaman insanlar ona doğru gayr-i ihtiyari koşacak, geleceklerdir.
"Bismillah" işte bu doğruyu söyleyişin adıdır. Hak adına hareket edip, Hakkı savunmaktır. Hak adına yapmaktır. Al*lah'ın rızası dairesinde, O'nun kuvvetine ve yüce isimlerine dayanarak çalışmaktır.
Eğer gayemiz Allah olursa, önderimiz Peygamber Efendimiz olur. O'nun rızası dairesinde, O'nun ismiyle hareket edenleri hiç kimse, hiçbir engel mağlup edemez...
Öyle ise Allah adma almalı, Allah adına vermeli.
Şairin dediği gibi demeliyiz:
Bir şey yerken, içerken
Kitabımı incelerken
Derim hemen bismillah
La ilahe illallah...
Yazar:Abdülhamit Oruç[/B]