Belim Kırıldı Zannettim

elifgibi

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
28 Mart 2011
Mesajlar
2,125
Tepkime puanı
26
sen-ki-kc3a2inat-kitabc4b1nc4b1n-fc3a2tihasc4b1sc4b1n.jpg




Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“De ki: “Kim Cebrail’e düşman ise şunu iyi bilsin ki, o, ALLAH’ın izniyle Kur’ân’ı, senin kalbine; önceki kitapları tasdik edici, mü’minler için bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak indirmiştir.” (Bakara 2/97)

“Şüphesiz ki o (Kur’ân), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (bir kelâm)dır. Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuara 26/192-195)

Böylece vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret hâline gelmişti. Bu sebepledir ki hangi ilâhî tâlimat gelir ise, Efendimiz ona göre davranırdı. Yapılması gereken şeyi en güzel o yapardı. Kaçınılması gereken şeyden en çok o kaçınırdı. Bu durum, ister itikat ister amelle ilgili olsun, ister ahlak ister adapla ilgili bulunsun, ister zahir ister batınla alakalı olsun (s.a.v.)’in hayatının her alanı için geçerli idi. Bunun neticesinde Peygamberimiz’in ahlakı, bütünüyle Kur’ân olmuştu.

Fahr-i Kâinât (s.a.v.)’in eşsiz güzellikteki hayatından okuyacağımız şu misaller, bu gerçeği ne güzel ifade eder! Âişe (r.a.) şöyle anlatır: “Bir gece Resûlullah (s.a.v.) bana:

“–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim” dedi. Ben de:
“–Vallâhi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim” dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hz. Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

“–Yâ Resûlallâh! Allâh Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affettiği hâlde niçin ağlıyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine ALLAH Resûlü (s.a.v.):
“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? VALLAHi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde ve sürelerinin uzayıp kısalmasında, akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık delil ve ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken ALLAH’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler ve: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan münezzehsin, uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” (derler)” (Âl-i İmran 190-191) âyetlerini okudu (İbn-i Hibbân, II, 386).

ALLAH Resûlü (s.a.v.)’in zeytin gibi simsiyah olan saçlarında artık ağarmalar başlamış, nurdan bir şûleyi andıran beyaz teller gözükür olmuştu. Sebebini soranlara: “Hûd sûresi ve kardeşleri (Vâkıa, Hâkka, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr) beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57/3297) buyurmuştu. Çünkü Hûd sûresindeki:

“(Resûlüm!) Emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (dosdoğru olsunlar!). Aşırı gitmeyiniz; çünkü ALLAH bütün yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir” (Hûd 11/112) buyrukları Efendimiz (s.a.v.)’in kalbine inmiş, ondan hem kendisinin hem de beraberinde bulunan tüm mü’minlerin “istikâmet üzere olmalarını” talep etmişti. İtikat, ibadet, muamelât, ahlak ve adapta farz-ı dâim halinde istikâmet üzere bulunmak gerçekten zordur. Buna bir de ümmetin istikâmet üzere olması eklendiğinde işin ne kadar zorlaştığı daha iyi anlaşılır. İşte Efendimiz (s.a.v.)’in belini büken ve saçlarını ağartan bu zorluk olmuştur. Vâkıa, Hâkka, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr sûreleri ise dehşetli kıyâmet ve mahşer sahnelerinin sergilendiği sûrelerdir. Sıradan bir müslümanın bile okuduğunda kendinden geçtiği, kalbi yerinden çıkacak gibi olduğu ateş parçası gibi bu sûrelerin Resûlullah (s.a.v.)’in o ince, rakik, hassas kalbinde nasıl yakıcı, kavurucu, derin tesirler bıraktığını hayal etmek bile imkansızdır.
Bir de Efendimiz (s.a.v.)’in kalbine inen Kur’ân’ın sahabe-i kiramın kalbine nasıl yansıdığına bakalım. İşte Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın hâli… Kendisi şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resûlullah (s.a.v.)’in yanında bulunurken “(Gerçek şudur ki:) Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır; ALLAH’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

“- Ebû Bekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:
“- Tabii ki ya ResûlALLAH” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz:
“- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:

“- Anam babam sana fedâ olsun ya ResûlALLAH, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine ALLAH Resûlü (s.a.v.) şu açıklamayı yaptı:
“- Ey Ebû Bekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada (bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezalandırılırsınız. Öyle ki ALLAH’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizi, Tefsir 4/3039).

Kur’ân’ın kalbe inişine bir misal de Hz. Ömer (r.a.)’dan verelim. Bir gün Hz. Ömer, bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitti. Adam:
“Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur” (Tûr 52/7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı. (İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine’n-nâr, Dımaşk, 1979, s. 30)

Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah (s.a.v.)’in kalbine indi. Oradan sahabenin kalbine, onlardan da nesiller boyu diğer mü’minlerin kalplerine intikal etti. Şimdi nöbet sırası bizdedir. Kur’ân-ı Kerîm ilk nâzil olduğu şekilde, doğruluk, safiyet ve temizliği ile elimizdedir. Bizim onu okuma, anlama ve kalbimize indirme vazifemiz vardır. Çünkü ancak onun mânaları kalbimize indiği zaman o bizi kötülükleri terk etmeye, iyilikleri yapmaya ve Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmaya sevk edecektir. Bu açıdan boğazdan aşağı geçmeyen okuyuşlarda bir hayır yoktur.



Prof. Dr. Ömer Çelik
 
Üst Alt