Bediüzzaman Said Nursi ve Dinler Arası Diyalog

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Bediüzzaman Said Nursi ve Dinler Arası Diyalog.
Bediuzzaman Said Nursi and the Interreligious Dialogue.

Hüdaverdi Adam
Din, akıl sahiplerini kendi hür iradesiyle akıllarına kapı açıp, iradelerini ellerinden almadan en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanunlar mecmuasıdır. Dinin kurucusu muhatapları ise akıl sahibi bütün insanlardır. Dinin gayesi, insanları dünya ve ahirette mutlu kılmaktır.

Dinler genel olarak üç kısma ayrılır.

1. Hak Din, İlahi Din veya Semavi Din: Bir peygamberin, Allah'tan vahiy yoluyla aldığı ve insanlara tebliğ ettiği hükümler ve düsturlar demektir.

2. Aslı Bozulmuş Dinler: Aslı bakımından birer gerçek din iken, sonradan bozulmuş dinlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Bu dinlerde ilah inancından da, tevhid akidesinden de uzaklaşma görülür.

3. Batıl Dinler: Bunlar asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulanmayan dinlerdir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Hinduizm, Budizm, Mecusilik gibi.

Hak dinlerin farklı hükümleri olmakla birlikte, ittifak ettiği noktaları da vardır. Bütün semavi dinlerin birer tebliğcisi, hak peygamberi vardır. Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, ahirete, öldükten sonra dirilmeye, meleklere iman, insanlar arasında eşitlik, kardeşlik, doğruluk, adaleti tesis etmek ve insanlığı mutluluğa ulaştırmak gibi özellikler ancak ve ancak hak dinlerin ortak özelliklerindendir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamber olduğu gibi, getirdiği İslamiyet de son dindir. Âdem (a.s.)'la başlayan ve Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dini, gelişe gelişe İslamiyet'le olgunlaşarak tamamlanmıştır. Artık bundan sonra yeni bir din gelmeyecektir.

Hak dinlerde maslahat gereği, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler vardır. Aklın, dinin, nefsin, neslin, malın korunması zaruridir. Bunlar yitirildiği takdirde hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır. Muhabbet, bereket, itimat yok olur. Ahiretteki ebedi saadet yitirilmiş olur. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de "Kim İslamiyet'ten başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinden asla kabul edilmez." buyurur.1

İslam evrensel bir dindir. İslam son din olduğu gibi aynı zamanda tüm insanlığın da dinidir. Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed de ki: Ey İnsanlar! Doğrusu ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği Peygamberiyim."2 ve "Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir."3 buyurur.

Yahudi ve Hıristiyanların kitap ehli olduklarını açıklayan Kur'an-ı Kerim, bu iki dinin orijinal hallerindeki yapıları itibariyle hak din İslam olduğunu vurgulamıştır. İman bir bütündür. Bölünmeyi kabul etmez. Kur'an ifadesiyle: "Mü'minlerin her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. 'Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmazlar."4

İslam diğer dinlere ve diğer din mensuplarına böyle bakar ve yaklaşırken onların İslam'a bakışları, hatta genel anlamda diğer din ve inanç mensuplarına bakışları nasıldır?

Yahudiliğe Göre Yahudi Olmayanlar

Yahudi olmayanlar, dinî inançlarına göre "Nuhîler" ve "Putperestler" olarak iki kısımda mütâlâa edilir. Nuhîler, Nuh'un tevhid esasına dayalı yedi temel kanununu benimseyen ve uygulayan kimselerdir. Bunların dışında kalanlar ise putperesttir.

Söz konusu Nuhîliğin temeli Tevrat'a dayanır. Tekvin'in tefsiri olan Bereşit Rabah'da bunların hepsi detaylı olarak verilmektedir.5 Bu kanunlar, şunlardır:

1. Putperestlikten kaçınmak,

2. Küfürden kaçınmak,

3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınmak,

4. Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak; bütün münasebetlerde adil ve dürüst olmak,

5. Kan dökmemek,

6. Hırsızlık yapmamak,

7. Canlı hayvandan et koparıp yememek.

Maimonides'in6 (MS1135-1204) belirttiğine göre bu yedi kanunun altısı daha önce Adem'e verilmiş, canlı hayvandan et koparıp yememe kanunu, Nuh'un dinine ilave edilmiştir.7 Maimonides, Tekvin'in 9. bâbından çıkarılan Nuh'un yedi kanununa Yahudi olmayanların uymakla zorunlu olduğunu belirtir ve uyanları "hasid" (dindar) olarak değerlendirir.8 Halakhahta da bu yedi kanuna uyan kimseler dünyanın dindar insanları olarak tanımlanırlar.9 Bu kimseler, Yahudi hukukunun hâkim olduğu devlette veya topraklarda imtiyazlı olup, bir mühtedinin sahip bulunduğu tüm haklardan faydalanırlar. Bunlara "yarı mühtedi" anlamında "ger toşav" denir.10 Bunlar, Nuh'un yedi temel kanununu kalben benimser ve gereklerini yerine getirirlerse, her iki dünyada kurtuluşa ulaşırlar. Kurtuluş, sadece "seçilmiş halk" (Yahudiler) veya ihtida yoluyla seçilmiş halka katılanlar için değildir.11 Eliyahu Rabah'da bununla ilgili olarak şöyle denir: "Yeri ve gökleri şahit tutarım; ister Yahudi, ister goy (Yahudi olmayan), ister erkek, ister kadın, ister köle, ister cariye, her kişinin üzerine, yaptığı işe göre kutsallık gelecektir".12

Yahudilere göre, Nuhîlerin kurtuluşuyla ilgili bu anlayış, Yahudiliğin sadece Yahudi ırkına ait olmasından kaynaklanmamaktadır. Irken Yahudi olmayıp Yahudiliğe ihtida edenlerle ırken Yahudi olanlar arasında (teorik plânda), aslında, fark yoktur. Bu konuda Rabbi Yeremya şöyle der: "Tora'nın (Tevrat) hükümlerini uygulayan bir yabancının bile başhahama eşit olduğunu nereden biliyoruz? Kutsal Kitap, 'Bu, rahiplerin, Levililerin ve İsrailin Torasıdır' demez, fakat, 'Bu, insanın Torasıdır'13 der. Yine o, 'Kapıları, Levililere, rahiplere ve İsraillilere aç' demez de 'İnançlı milletlerin girebilmesi için kapıları aç'14 der. Rabbi Yeremya Mezmurlardaki "Bu, dindarların gireceği Tanrı kapısıdır"15 cümlesini de bu konudaki görüşüne delil getirir.16

Rabbi Yeremya ve yandaşlarının bu görüşlerine rağmen, ırken Yahudi olmak, genel Yahudilik anlayışında bir seçilmişliğin işaretidir. Allah, diğer milletlerin arasından Yahudileri (İsrailoğullarını) seçmiştir. Bu yüzden onlar seçilmiş halktır. Bu seçilmişlik ve bir goy olmamak, Allah'a şükrü gerektiren bir husustur. Klasik Rabbanî anlayışta ve modern Ortodokslukta bu anlayış hâkimdir.17 Bununla birlikte, Nuhîlerden olmak da kurtuluşun en kolay yolu sayılır. Yahudi olmayanlar, Nuh'un yedi temel kanununu yerine getirmek suretiyle, kolaylıkla kurtuluşa ulaşabilir ve cennet nimetlerinden faydalanırlar. Ancak, Yahudilerle aralarında derece farkı vardır.18

Yahudilik ve Misyonerlik

Yahudilik, dış dünyada, bütünüyle Yahudilere has bir din olarak görülür ve Yahudilerin bu dini yaymak için faaliyette bulunmadığı düşünülür. Bir çok kimse tarafından bu dinin misyoner karakterli olmadığı zannedilir. Bu kanaat, Tevrat'ın muğlak ifadelerinden ve Yahudilerin günümüzdeki davranışlarından kaynaklanmaktadır. Tevrat'ta, din olarak Yahudiliğin sadece Yahudi milletine has olduğu belirtilmemiştir. Bununla birlikte Tevrat, Yahudilere, diğer kavimleri Yahudiliğe davet etmeyi de açıkça emretmemiştir. Tevrat'ta, Yahudilerin dinlerini yaymak için cihad yaptıklarına dair bilgi yoktur. Yahudilerin diğer kavimlerle savaşları, toprak kazanma, vadedilen topraklara girme savaşlarıdır. Bununla birlikte Tevrat'ta, dolaylı olarak, Yahudiliğin diğer kavimlere açık bir din olduğunu gösteren bölümler vardır. Ammonlular, Moablılar, Esavîler (Edomlular) ve Mısırlıların Yahudiliğe dahil olması ile ilgili kural ve sınırlamaları ihtiva eden Tevrat âyetleri buna örnektir.19

Tevrat'ta, özel durumları nedeniyle bazı kavimlere karşı Yahudiliğe girme hususunda zorluk çıkarılmıştır. Ammonlularla Moablıların, Mısır'dan çıkışta Yahudilere iyi davranmadıkları için onuncu nesle kadar Yahudi cemaatine katılmaları yasaklanmıştır.20 Bunların dışında, Hittîler (Hititler), Girgaşîler, Amorîler (Amurrulular), Kenanlılar, Perizzîler, Hivîler ve Yabusîlerin mutlak düşman olduğu ve bunların ortadan kaldırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun sebebi, bu kavimlerin Yahudilere vadedilen topraklarda yaşamalarıdır. Yahudiler, kendilerine vadedilen topraklarda yaşayan bu kavimlerle hiçbir surette anlaşma yapmamak ve onları mutlak surette ortadan kaldırmakla yükümlüdürler.21

Tevrat'ta düşman ilan edilen bu kavimlerin yanında, imtiyaz tanınan kavimler de vardır. Yakub'un kardeşi Esav'ın soyu Esavîler ile Mısırlılar bunlardandır. Yahudiler bu kavimlere karşı nefret duymamalıdırlar. Bu kavimlerden üçüncü nesilden olanlar Yahudi cemaatine kolaylıkla katılabilirler.22 Tevrat'ın bu ifadelerinden, esas itibariyle, Yahudiliğin ihtidaya açık bir din olduğu anlaşılmaktadır.

Tevrat'ta Yahudiliği yaymakla ilgili açık emirler olmasa da, Yahudiler, MS II. asra kadar dinlerini yayma faaliyetinde bulunmuşlardır. Hatta, Babil Sürgünü sırasında ve Makkabiler döneminde bile sistematik misyonerlik yapmışlardır.23 Ester kitabında anlatıldığına göre, Yahudilerin baskısından korkan birçok Persli, Yahudiliğe girmiştir.24 Talmud'da, Yahudiliği yaymak, faziletli bir iş olarak değerlendirilmiştir. Tannaim'in dördüncü neslinden Rabbi Şim'on ben Eleazer, Allah'ın Yahudileri sürgünlere, oradaki insanları kendilerine çeksinler diye gönderdiğini belirtmiştir.25

MS II. asırdan itibaren dönmelerin problem olması dolayısıyla, mühtediliğe karşı olumsuz bakılmaya başlamıştır. Rabbi Helbo,26 mühtedilerin Yahudiler için bir cüzzam kadar tehlikeli olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle Rabbiler, mühtedilik hususunda katı sınırlamalar getirmişlerdir.27 Yahudiliğe ihtida etmek isteyen bir yabancının sıkı bir imtihandan geçirilmesini, samimi olup olmadığının belirlenmesini istemişlerdir.28 Babil Talmudu'nun Yevamot bölümünde, Yahudiliğe geçmek isteyen bir yabancıya şu soruların sorulması telkin edilmiştir: Yabancının Yahudi olma gerekçesi nedir? Yahudi olmak isterken Yahudiliğin durumunu, Yahudilerin baskı altında yaşadıklarını, sürgünden sürgüne gönderildiklerini göz önüne almış mıdır? Eğer yabancı, bunları bildiğini, bununla birlikte Yahudi olmak istediğini, Yahudiliğe geçmekle kaybedecek bir şeyinin bulunmadığını söylerse, o zaman o yabancının hemen Yahudiliğe kabul edilmesi emredilmiştir. Halakhaha göre bu durumdaki bir kimseden, ilk önce biraz kolay, biraz da zor ve külfetli kanunlardan bazılarını yerine getirmesi istenir. Mühtedi bu kanunları gördükten sonra vazgeçmek isterse, vazgeçebilir. Gönülsüz mühtediyi dinde tutmanın bir yararı yoktur.29

İhtidaya getirilen bu sınırlamalar, ihtida olaylarını Yahudilikte nadir hale getirmiştir. Zamanla, Yahudilik kendi içine kapanmıştır. Bununla birlikte, her çağda, ufak tefek ihtidalar olmuştur. Bir Türk kavmi olan Hazarlardan bazılarının MS VIII. asırda Yahudiliğe geçmesi buna örnektir.

Çağdaş Rabbilerden Arthur Hertzberg, Yahudiliğin halen ihtidaya açık olduğunu belirtir. Ona göre mühtediler, aslında, Allah indinde değerlidirler. Onların bu değerli oluşu, Yahudi inancını kabul etmelerinden değil, Yahudi kaderine ortak olmayı kabul etmiş olmalarındandır. İyi insan, kendi dininde de kurtuluşa erebilir.30

Yahudi Kelamı Açısından Diğer Dinlerin Durumu

İhtidaya bu sınırlamalar getirildikten sonra hukukçu Rabbiler, Yahudilik dışında kalanların dinî durumunu da belirlemişlerdir. Yahudi bilginler, Yahudilik dışında insanı kurtuluşa götürebilecek dinlerin varolup olamayacağı meselesini felsefî ve kelâmî açıdan tartışmışlardır. Ortaçağ meşhur Yahudi kelamcılardan Yosef Albo, İnsanların dinini temelde ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri İsrailoğullarının dini, diğeri de Nuh kanunlarına bağlı Nuhîlerin dinidir. Alboya göre, Musa kanunları ve Nuh kanunları detayda farklılık göstermekle birlikte temel ilkelerde uzlaşmaktadır. İkisi de aynı zamanda yürürlüktedir. İsrail'de Musa kanunları, Yahudi olmayanların yaşadığı diğer bölgelerde ise Nuh kanunları geçerlidir. Farklılık, coğrafî ve kültürel bakımdandır. Yahudi olmayan kimselerin ilahî kaynaklı Nuh kanunları vasıtasıyla mutluluğa ulaşmasında şüphe yoktur. Çünkü Rabbiler, "Hasidey Umot Ha-Olam yeş lehem heleg be Olam Ha-Ba" (Dünyanın dindar milletleri için gelecek dünyada nasib vardır) demişlerdir. Ancak, onların ulaştığı mutluluk, Yahudilerin Tora (Tevrat) vasıtasıyla ulaştığı mutlulukla aynı derecede değildir.31

Albo, aynı zamanda birden fazla ilahî dinin yürürlükte olmasını, din koyucu ve insan açısından olmak üzere, iki yönden ele almaktadır. Albo bu konuda, özetle, şunları söylemektedir: "İlk bakışta, gerek din koyucu, gerek insan açısından tek bir dinin olması gerektiği anlaşılır. Din koyucu, her açıdan tek olduğundan, onun kanunu da tek olmalıdır. İnsan açısından bakıldığında da, insan tabiatı tek olduğundan, onları mükemmelliğe sevk eden din de tek olmalıdır. Bundan ise, beşeriyetin tek dininin olması gerektiği neticesi çıkmaktadır. Ancak insan, yani kanun alıcı, çeşitli açılardan mülahaza edildiğinde ya ataları ya da diğer sebeplerden dolayı farklı mizaçlara sahiptir. İki insan aynı karakterde değildir. Albo, bu karakter ve alışkanlık farklılığını coğrafî farklılıklara dayandırmaktadır. Ona göre topraklar; hava, su, dağlar vs. bakımından farklılık gösterir. Suyu iyi olmayan bazı toprakların meyvesi sert ve kaba olur. Suyu tatlı olan bazı toprakların meyveleri de tatlı olur. Bu durum, hayvanlarda ve insanlarda da görülür. İki farklı coğrafî bölgede yaşayan insanların adetleri ve gelenekleri, yaşadıkları toprağın özelliklerine bağlı olarak, farklılık gösterir. Bu bakımdan, bir bölgenin kanunları, aynı zaman diliminde de olsa, diğer bölgelerin kanunlarından farklı olmak durumundadır. Bununla birlikte, kanun koyucu tek olduğundan, farklı bölgelerdeki dinler genel prensipler bakımından aynıdırlar; farklılık detaydadır.32

Albo'nun bu felsefî ve kelamî açıklamasına göre, aynı zaman diliminde birden fazla ilahî menşeli din varolabilir. İkisi de insanlığın saadetine vesiledir. Albo'nun bu açıklaması, klasik Rabbanî öğretinin felsefî bakımdan bir izahıdır. Modern Yahudi mezheplerinin görüşü de bu yöndedir. Reformist Yahudiliğin öncülerinden Moses Mendelssohn'a33 göre Tevrat, sadece Yahudi halkının Tevrat'ıdır. Yahudi olmayan diğer halklar, tabiî din veya kendi gelenekleri ile kurtuluşa erebilirler; kurtuluş, sadece bir dinle sınırlı değildir.34 Bunun için, Yahudiliğin dışarıdan mühtediler kazanma gayreti yoktur. Mendelssohn'un Yahudilik anlayışında, diğer halkların Konfüçyüs gibi ahlâk öğreticileri takdirle karşılanmaktadır.35

Çağdaş Yahudiliğin önemli bir filozof hahamı olan Mordecai Menahem Kaplan,36 Yahudilik dışındaki dinlerin konumunu belirlemek için önce Yahudiliği tanımlamıştır. Ona göre Yahudilik; muayyen bir toprakla kimlikleştirilmiş bir grup hayatını, müşterek bir dini, bir dil ve edebiyatı, folkloru, kanun kodekslerini ve sanatı bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda Yahudilik; Yahudilerin İsrail ülkesinde bin yıldan fazla süren millî otonom yaşamları ile yaklaşık iki bin yıllık Diaspora (sürgün) yaşamları boyunca oluşturdukları bir medeniyettir.37

Yahudiliği bir medeniyet olarak tanımlayan Kaplan, Tevrat'ı da bu medeniyetin bir unsuru olarak görmüştür. Ona göre Tevrat, bir Yahudi medeniyetini ifade etmektedir.38 Tevrat, Yahudilerin gerçeği arama ve kurtuluş yolunu bulma hususundaki ortak çabalarının bir ürünüdür. Bu Tevrat, dünyadaki doğruluğu geliştiren bir ruh olarak, Allah'ın realitesine şehadet etmesi anlamında ilahî bir vahiy olarak telakki edilebilir. Ancak bu telakki, eskilerin "Torah Min Ha-Şamayım" (Tevrat Semadandır=İlahî Tevrat) kavramından bahsederken kasdettikleri anlamı teyit etmez. Bu telakki, Allah'ın Tevrat'ı değil, Tevrat'ın Allah'ı vahyettiği gerçeğini ifade eder.39 Bu bakımdan, Tevrat'ın kendisi değil, varlık planına çıkış süreci ilâhîdir. Bu anlamda, hayatın zenginleştirilmesini ve kurtuluşu amaç edinen diğer medeniyetlerin kanun ve doktrinleri de, aynı sürecin bir parçası olmaları itibariyle, ilâhîdir. Bu kanun ve doktrinlerin ilahî oluşu, mutlaka insanlığa fayda sağlama şartına bağlıdır. Aynı şart, Yahudi şeriatı için de geçerlidir.40

Yahudilik Açısından Hıristiyanlık ve İslâm

Yahudiliğin Hıristiyanlık ve İslâm'a bakışı, onun kendisi ve kendi dışındaki dinlerin durumu hakkındaki açıklamasıyla bağlantılıdır. Yahudilik, Yahudilerin dini olduğuna göre, onun dışındaki dinler, Nuh'un yedi temel kanununa sahip olmak şartıyla var olma hakkına sahiptirler. Nuh'un yedi temel kanununa bünyesinde yer veren dinler ise, Yahudi olmayanları hem bu dünyada, hem de gelecekte mutluluğa ve kurtuluşa ulaştırabilirler. Hıristiyanlık ve İslâm, bu dinlerin başında gelmektedir.41 Bu dinler, misyoner karakterleri sebebiyle, Allah'ın mesajını putperestler arasında yaymakta ve bütün insanlığı Allah'a çağırmaktadırlar. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, bu konuda şunları söylemektedir: "Tanrının tasavvurlarını anlamak, insan zihnini aşan bir şeydir; zira bizim yöntemlerimiz, onun yöntemleri değildir; düşüncelerimiz de onun düşünceleri değildir. Nasıralı İsa ve ondan sonra gelen İsmailî'nin (Muhammed) işleri, aşağıda da belirtildiği gibi, dünyayı hep birlikte Tanrı'ya kulluğa hazırlamak üzere Mesih'in yolunu açmaya yaramıştır. 'Çünkü, bir yürekle Rabbe kulluk etmek için hepsi Rabbin ismini çağırsınlar diye, kavimlere o zaman temiz dil vereceğim' buyrulmuştur.42 Nasıralı İsa ve İsmailî vasıtasıyla Mesih umudu, Tevrat ve emirler yaygınlaştı; uzak adaların sakinleri ve kalben ve bedenen sünnetsiz pek çok halk arasında duyuldu."43 Görüldüğü gibi Maimonides'e Hıristiyanlık ve İslâm, Allah'ın mesajını Yahudi olmayan kavimler arasında yayarak Mesih'in gelişine zemin hazırlamaktadırlar. Maimonides, Mişne Tora isimli eserinde, bu görüşünü daha açık belirtir: "Nasıralı'nın ve İsmailî'nin öğretileri, bütün dünyayı, tek bir ruhla, Tanrı'ya ibadeti mükemmelleştirecek olan Mesih'in gelişini hazırlama hususunda kutsal amaca hizmet etmektedir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, kutsal kitabın sözlerini ve hakikat kanunlarını bütün dünyaya yaymışlardır. Yaptıkları, yapacakları hatalar dikkate alınmaksızın, Mesihî çağın gelişinde onlar tam doğruya döneceklerdir."44 Muhafazakar Yahudiliğin önemli bilginlerinden ve teologlarından biri olan Jacob Neusner de, Maimonides'in görüşleri doğrultusunda, bu konuda, özetle şunları söyler: "Biz Yahudiler, Hıristiyanlığın ve İslâm'ın kutsal tarihteki yerini anlamalıyız. Kendimize şunu sormalıyız: Hıristiyanlar sadece Nuhî midirler veya iddia ettikleri gibi, gerçekten İbrahim, İshak ve Yakub'un oğulları mıdırlar? Nuh kanunları bütün insanlıktan; puta tapmamak, Tanrı'nın ismine küfretmemek, öldürmemek, katletmemek, hırsızlık yapmamak, zinadan kaçınmak, adalet evleri kurmak ve hayvanlara vahşice davranmamak gibi temel kurallara uymasını ister. Hıristiyanlar bu kuralları tasdik ederler. Fakat dahası da var; Hıristiyanlık ve İslâm sayesindedir ki, Torah (Tevrat=din) dünyanın uzak köşelerine yayılmıştır. Bunda Yahudiliğin bir katkısı yoktur. Elbette bazıları, Yahudiliğin bu kutsal misyonu yerine getirmekten Hıristiyanlık ve İslâm tarafından engellendiğini ileri sürebilirler. Fakat Yahudilik, bu engellenmeyi onaylamış ve misyonunu terk etmiştir. Hıristiyanlık ve İslâm, insanlar arasında monoteizmin yayılmasının vasıtaları sayılmıştır. Ortaçağ düşünürleri tamamen böyle söylemişlerdir."45

Maimonides ve Neusner'in bu olumlu görüşlerine rağmen Yahudilik, bir Yahudi'nin Hıristiyanlık ve İslâm'a geçmesini büyük günah sayar. Bu anlayışa göre, Yahudilikten çıkan bir Yahudi, kendisini Tanrıya ve halkına bağlayan "ahid"i bozmuş olur.46

Yahudiliğin, Nuh kanunları çerçevesinde Hıristiyanlık ve İslâm'a genel bakışı budur. Bununla birlikte, inanç konusundaki bazı ayrıntılar dolayısıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm'ı ayrı ayrı değerlendirmektedir.

Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara Bakışı

Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve onun önderi İsa'ya bakışı, pozitif ve negatif değerleri birlikte ihtiva eder. İsa'nın bir Yahudi, Hıristiyanlığın da Yahudilikten türemiş bir din olması noktasında Yahudi bilginlerin bakışı olumludur. Fakat, İsa'nın Yahudi öğretilerine ters öğretiler getirmesi ve Hıristiyanlığın da daha sonra politeist bir yapıya bürünmesi noktasında bu olumlu bakış olumsuzlaşır.

Genel olarak Yahudilere göre İsa, Galileli dindar ve zâhid bir Yahudidir. Ferisî geleneği üzere yetişmiştir. Halkını sevmiş ve Romalı yöneticilerin baskısı altında onların ezilmesinden üzüntü duymuştur. Tanrıya olan derin inancıyla, kardeşlerini eğitmek ve rehberlik etmek üzere yola çıkmıştır. O, yeni bir şey getirmemiştir. Onun söyledikleri Tevrat'ta ve Rabbanî gelenekte bulunmayan şeyler değildir. Onun tek amacı, Yahudi öğretisindeki ahlâkî unsurların hayat planına çıkarılmasıdır. Onun öğretilerini benimseyen küçük bir grup onu üstad edinmiş, o da onlara önderlik yapmıştır. Çevresindekiler, İsa'nın bir mesih olduğunu düşünmüş ve kendilerini kurtaracağını zannetmişlerdir. Halbuki İsa, onlara Tevrat'ın emirlerine sıkı bir şekilde uymayı telkin etmiştir.

İsa Kudüs'e geldiğinde, Galileli bir isyancı lider olarak, onun mesihî vaazları Romalı yöneticilerin kulağına gitmiştir. Vali Pontus Pilate, İsa'yı yakalatmış ve Roma ceza usulüne göre çarmıha germiştir. İsa, daha önceki Yahudi şehitler gibi kaderini sükûnetle karşılamış ve kendini Tanrı'nın iradesine bırakmıştır. Hayatı ve ölümü bakımından İsa'nın kaderi diğer mesihî fikirler taşıyan Yahudilerin kaderiyle aynı olmuştur.

Her Yahudi'nin kendi görüşünü açıklama hakkı Yahudi toplumunda hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu bakımdan İsa, Yahudi toplumunda görüş ve inançlarını açıklama hakkına sahipti. İsa, diğer Yahudi Rabbiler gibi kendi görüşü açısından Tevrat'ı yorumluyor ve öğretiyordu. Onun ayrıldığı nokta, kendisini bir mesih olarak ilan etmesiydi. Modern dönem Yahudi bilginleri İsa hakkında bu şekilde düşünmektedirler.47

Modern dönem Yahudi bilginlerin bu bakışına karşı, klasik Rabbanî kaynaklarında İsa hakkında hiç de iyi şeyler söylenmemiştir. Rabbiler Talmud'da, İsa'yı, İsrailoğullarını saptıran bir büyücü olarak tanıtmışlardır.48 Babil Talmudu'nun Sanhedrin bölümünün Hıristiyan sansüründen kurtulmuş bir yerinde, İsa'nın büyücülük yaptığı için asıldığı, fakat onu asanların Romalılar olduğu belirtilmektedir. Burada anlatıldığına göre, büyücülük yaptığı için İsa'nın asılmasına karar verilmiş ve cezanın infazından kırk gün önce, büyücülük yaparak İsrailoğullarını saptırmaya yeltendiğinden dolayı taşlanarak (idam sehpasında) öldürüleceği, lehine savunması olanların gelip onu savunması bir mübaşir tarafından sokaklarda ilan edilmiştir. Lehine savunma yapacak kimse çıkmadığından İsa, Fısıh arefesinde asılmıştır.49 Talmud'un İsa'nın ölümüyle ilgili bu metninde karışık bir anlatım vardır. İsa ile ilgili bu olay, ölüm cezasına çarptırılan suçlunun ceza kararının infazdan kaç gün önce sokaklarda ilan edilmesi gerektiği meselesi tartışılırken misal olarak zikredilmiştir. Tesniye 13. Bab'da, büyücülüğün cezası taşlanarak ölüm olarak bildirilmiştir. Çarmıha gererek öldürme Tevrat hükmü değildir. Talmud'daki bu anlatımdan, İsa'nın Yahudi hukukuna göre yargılandığı ve suçlu bulunduğu, fakat cezalandırılmasının Romalılar tarafından Roma ceza usulüne göre yapıldığı anlaşılmaktadır.

Babil Talmudu'nun ilgili bölümünde, İsa'nın şakirdlerinin mahkemesiyle ilgili bir haber de bulunmaktadır. Burada, Mattay, Nakay, Nezer, Buni ve Todah isimli İsa'nın beş şakirdinin Yahudi mahkemesinde yargılanmasından söz edilmekte, fakat cezalandırılmaları hususunda bilgi verilmemektedir.50

İsa hakkında olduğu gibi, ilk Hıristiyanlar ve onların kutsal kitapları hakkında Talmud'da pek az bilgi vardır. Bunlar da açık değildir. Talmud'da Hıristiyanlar için tanımlayıcı bir isim kullanılmamakta, sadece onlardan "minim" (heretikler) olarak bahsedilmektedir.51 İlk Hıristiyanların toplantı yerlerine "Be-Nizrefe", kitaplarına da "boş sahifeler" anlamında "Gillayon"52 denmektedir.53 Apokrif kitapların ne yapılacağı hususundaki bir tartışmada bir rabbi bu kitapların, Hıristiyan kitapları da dahil olmak üzere, içindeki Tanrı isimleriyle birlikte, derhal gömülmesini, Rabbi Yosi ise Tanrı isimlerinin çıkarıldıktan sonra gömülmesini ileri sürer. Rabbi Tarphon'un görüşü ise daha ilginçtir. Rabbi Tarphon, şöyle der: "O kitaplar elime ulaştığında, içinde Tanrı isimleri olduğu halde gömmezsem, oğlumu gömmüş olayım. Bir kimse, boğazlamak veya bir yılan sokmak için beni kovalasa, putperestlerin mabedine sığınırım da onların mabedine girmem. Çünkü, putperestler Tanrıyı bilmezler de inkâr ederler, bunlar ise bildikleri hâlde inkâr ederler."54

Bütün bu farklı anlayışların yanında, genel olarak Yahudiler, şu noktalar açısından Hıristiyanlığı eleştirmişlerdir:

1. İsrail peygamberleri kendileri adına konuşmamış, kendilerini ön plana çıkarmamışlardır. İsrail peygamberleri, kendilerini Allah'ın sözcüsü saymışlardır. İsa ise "Allah böyle söyledi" yerine "Ben size derim ki..." ifadesiyle, Allah'ı değil, kendini otorite yerine koymuştur. İsa, kendini Allah'ın sözcüsünden başka bir şekilde tasvir etmiş ve bundan dolayı Yahudiler onu peygamber olarak tanımamışlardır.55

2. Yahudiliğe göre Allah, mutlak olarak Bir'dir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi, Yahudi nazarında üç ayrı şahsı ifade eder. "Bir üçtür, üç birdir" Hıristiyan anlayışı, Yahudilik için anlamsızdır. Bunun için Teslis kabul edilemezdir.

3. Yahudilikte Tanrı şekilsizdir. Ne bir şekle bürünmüş, ne de bürünecektir. Yahudi, Tanrı’nın İsa'da bir insan şeklini aldığını kabul edemez. Bu, onun en temel inançlarına aykırıdır.

4. Yahudi inancına göre hiçbir beşerî varlık ilahî bir hüviyet kazanamaz.

5. Yahudiliğe göre hiçbir beşerî varlık mutlak mükemmel olamaz. Yahudi kutsal metinlerinde hiçbir şahsiyet mükemmel olarak tanımlanmamıştır.

6. Yahudilik, İnsanla Tanrı arasında aracı kabul etmez. Herkes Tanrı’ya doğrudan ulaşabilir. Kurtuluşa ulaşmak için aracıya gerek yoktur.

7. Hıristiyanlık, orijinal günah inancını taşır. Yahudilik için böyle bir şey söz konusu değildir. Günah miras olarak babadan oğula geçmez.56

8. Hıristiyanlık, İsa'ya imanın kurtuluşa götüreceğini öğretir. Yahudilik, ilahî kanunların gözetilmesiyle kurtuluşa ulaşılacağını savunur.

9. Hıristiyanlık, sakramentlere inanır. Sakramentler ilahî inayetin vasıtalarıdır. Yahudiliğin sakramentleri yoktur.

10. Hıristiyanlık kurtuluşu İsa'ya bağlar. Sadece İsa'ya iman kurtuluşu sağlar. Yahudilik ise, dünyanın bütün dindar halklarının ahirette pay sahibi olduğunu öğretir. Adaletin temel kanunlarına uymak kurtuluş için yeterlidir. Yahudilik, Hıristiyanlığı, Hıristiyanları Tanrı'ya ulaştıran iyi bir yol olarak görür. Yahudiliğin İslâm, Budizm ve diğer etik dinlere bakışı da bu şekildedir. Bu dinler de mensuplarını Tanrı'ya ve kurtuluşa götürürler. Yahudilik, hiç kimsenin din değiştirmesini gerekli görmez.57

11. Hıristiyanlık, Yahudiliği daha aşağı bir ahlâk geleneğine ve az gelişmiş bir ilahî ve beşerî sevgiye sahip bir din olarak görmektedir. Yahudilik, Hıristiyan ahlâkını ve sevgi mefhumunu gelişmiş olarak görmez; Yahudiliğinkinin yeni bir ifade şekilleri olarak görür. Yahudilik, Yeni Ahit'te Yahudi ahlâkında bulunmayan hiçbir yenilik bulmaz.

12. Bundan dolayı Yahudilik, Yeni Ahit'i ilahi vahiy olarak görmez. Yahudi bilginler onda sadece Yahudi fikirlerinin özlerini bulurlar. Yeni Ahit'in bazı kısımları, Yahudilikle duygu bağları olmayan yabancılar tarafından Romen dünyasında yazılmıştır. Onun yazarları kendilerini ve yeni inancı Yahudilikten ve Yahudilerden koparmışlardır. Bu yüzden Yeni Ahit'te anti-Yahudi ifadelere yer verilmiştir. Yuhanna İncili bunun en iyi örneğidir.

13. Bir Hıristiyan için İsa'nın adı derin sevgi fırtınaları oluşturur. Yahudi bu duygudan yoksundur. O, Hıristiyan inancına saygı gösterir; Tanrı sevgisini ve diğer bir dizi ahlâk öğretilerini onunla paylaşır. Hıristiyan tarihi söz konusu olduğunda Yahudi'nin yaklaşımı bilimseldir. Yahudi için İsa, bir insan, bir öğretici ve reformisttir.58

Yukarıda maddeler hâlinde zikredilen itirazları bakımından Yahudilik Hıristiyanlığı bu şekilde reddetse de, Yahudi bilginler Hıristiyanları, Müslümanlara nazaran, kendilerine daha yakın bulurlar. Çünkü aralarında menşe birliği vardır. Maimonides bunu açıkça vurgular ve şöyle der: "Hıristiyanlar bizim gibi kutsal kitabın ilahîliğine ve efendimiz Musa'ya vahyedildiğine inanır ve kabul ederler. Sadece yorumda bizden ayrılırlar."59 Bunun için Maimonides, Hıristiyanlara Tevrat'ın öğretilmesine cevaz verir, fakat aynı şeyi Müslümanlar açısından caiz görmez. Çünkü Müslümanlar, Tevrat'ın tahrif edildiğine inanırlar. Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki fark kutsal kitabın yorumuna dayandığından, Hıristiyanlara Yahudiler tarafından Tevrat'ın öğretilmesi, akidelerinin düzelmesini sağlayabilir.60

Bir yandan Hıristiyanlığı kendilerine en yakın din olarak görüp, diğer yandan Hıristiyan inancını Yahudilik açısından şirk olarak değerlendiren ve böyle bir şirki Yahudi olmayanlar için uygun gören Yahudi bilginler, bir Yahudi'nin kiliseye girmesini kesinlikle yasaklamışlardır. Çağdaş Yahudi bilginlerinden Rabbi Moşe Feinstein, sadece sanatsal ve mimarî yönünü incelemek gayesiyle bile bir Yahudi'nin kiliseye girmesini uygun bulmamıştır. İsrail'de bir zamanlar Sefarad Baş Hahamlığı görevinde bulunan Rabbi Ovadya Yosef ise, misyonerlik faaliyetlerini de göz önüne alarak, Yahudilerin kiliseye girmesini yasaklamıştır. Ona göre Hıristiyanlar putperesttir, kiliseleri de putperest mabedleridir. Bazı Yahudi bilginler ise, bütün haç ve sembollerin çıkarılmasından sonra bir Yahudi'nin kilisede ibadet edebileceğini belirtmişlerdir.61
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara Bakışı
Yahudiliğin İslâm'a ve Müslümanlara bakışı, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara bakışında olduğu gibi, pozitif ve negatif yaklaşımları birlikte ihtiva etmektedir.

Klasik Yahudi dünyasında "Müslüman" deyince, genellikle, hemen Araplar kastedilir. Bilindiği gibi, Yahudilerle Araplar arasında amansız bir düşmanlık vardır. Bu düşmanlığın temeli de, Hz. İsmail ile Hz. İshak'a dayanmaktadır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim'in mübarek soyu Hz. İshak'ta devam etmiştir. Hz. İbrahim, Hz. İsmail'i yanından uzaklaştırmış ve Hz. İshak'ı alıkoymuştur.62 Tevrat'taki bu anlatım, daha sonraki Yahudi literatüründe Araplar aleyhine daha da olumsuzlaştırılmıştır. Midraşik bir eser olan Sifre'de, Hz. İsmail'in Hz. İbrahim'in hayırsız oğlu olduğu belirtilmiş ve şunlar söylenmiştir: "Babamız İbrahim hayata geldiğinde, hayırsız evlatlara sahip oldu; İsmail ve Keturah oğulları. Bunlar, önceki nesillerden daha kötü idiler. İshak geldiğinde o da bir hayırsız evlada sahip oldu; Esav. Onun nesli önceki nesillerden daha kötü idi. Yakup geldiğinde, o hayırsız evlada sahip olmadı. Onun bütün çocukları hayırlı çıktı."63

Hz. İsmail'e duyulan olumsuz düşünceler, onun soyu olan Araplara ve daha sonra Müslümanlara da yöneltilmiştir. Zohar Şemot'ta Araplar ve Müslümanlar İsrailoğullarına en çok zulmeden kavim olarak takdim edilmiştir. Rabbi Yahuda bu konuda şöyle demiştir: "Gerçekte, İsmail'in (Müslüman Arapların) sultasındaki sürgün, sürgünlerin en şiddetlisidir. Bir defasında Kudüs'e giderken Rabbi Yeşu, bir Arapla oğlunun hadisesine tanık oldu. Arap oğluna dedi: Bak, orada Tanrının reddettiği bir Yahudi var. Git ve ona hakaret et. Yüzüne yedi defa tükür, çünkü o, yüceltilmiş birinin tohumudur. Onlara yetmiş milletin hakim olacağını biliyorum. Çocuk gitti ve Yahudi'nin sakalından tuttu. Bunun üzerine Rabbi Yeşu, yerin dibine batman için yüceler yücesine yalvarıyorum, diye dua etti. Henüz sözünü bitirmişti ki, yer ağzını açtı ve Arabı oğluyla birlikte yuttu."64 Zohar'ın başka bir yerinde, İsmailoğullarının (Müslüman Araplar) Yahudilere karşı bir çok kötülük işledikleri ve onlara acı tattırdıkları belirtilmektedir. Devamında, Zohar'ın yazıldığı dönem tasvir edilerek, şöyle denmektedir. "Bugün İsmailîler İsrail'e hükmetmekte ve Yahudilerin inançlarının gereğini yerine getirmelerine mani olmaktadırlar. Ve sen, İsmail'in diasporasından daha zor bir diaspora görmedin."65

Ortaçağ Yahudi literatüründe Araplardan ve dolayısıyla Müslümanlardan böylesine kin ve nefretle bahsedilmekle birlikte, zaman zaman onların iyiliğinden ve faziletinden de bahsedilmektedir. Sura akademisinin başkanlarından Gaon Yehuda (8. yüzyılın ortaları) şu sözlerle bunu itiraf etmektedir: "İsmaililer geldiğinde bizi Tevrat'la meşgul olmakta serbest bıraktılar."66

Yahudi bilginler, Arapların dini hakkındaki görüşlerinde daha olumludurlar. Babil Talmudu'nun Şabat bölümünde, Raba ben Mekhasia, R. Hama ben Guria'dan naklen, "Bir İsmailî'nin tahakkümünde olmak, yıldıza tapan putperestlerin tahakkümünde olmaktan daha iyidir"67 demiştir. R. Hama ben Gurion'un bu sözünde Araplar (Müslümanlar) putperestlere tercih edilmekte, dolayısıyla onların dininin putperestlik olmadığı vurgulanmaktadır. Talmud'daki bu ifade Müslümanların dini hakkında Yahudi bilginlerine bir fikir kazandırmıştır. Yahudi bilginler Talmud'daki bu ve benzeri ifadelerden hareketle İslâm'ın monoteist karakterli bir din olduğunu kabul etmişlerdir. Meşhur Yahudi bilgini Maimonides, İslâm'dan irtidat ettiği söylenen Rabbi Obadiah'ın Müslümanların putperest olup olmadıkları sorusu üzerine, onların monoteist olduğunu belirtmiştir. Maimonides'in bu konuyla ilgili görüşlerini, bir çok yönden önem taşıdığı için, özetleyerek, burada naklediyoruz.

Maimonides, Rabbi Obadiah'a cevap olarak gönderdiği mektupta, önce Obadiah'ın sorununu özetler ve şöyle der: "Sen, Müslümanların putperest olmadığını söylediğini, fakat hocanın onların putperest olduğunu, ibadet yerlerinde Mercury'yi68 taşladıklarını iddia ettiğini naklediyorsun. Daha da ötesi, hocanın seni bu konuda uygunsuz bir şekilde terslediğini ve seni "Akılsıza aptallığınca cevap ver"69 âyetine muhatap kıldığını belirtiyorsun.

Araplar hiçbir şekilde putperest değildirler. Putperestlik onların dilinden ve kalbinden çok önceleri kesilmiş ve onlar tam bir tevhidle tek bir tanrıya inanmışlardır. Onların bizi Tanrının bir oğlu olduğuna inanmakla suçladığı gibi, onların putperest olduklarını söyleyerek biz de yalanla misillemede mi bulunacağız? Bize iftirada bulananlara karşı şehadet eden Tevrat, "Onların ağzı yalan söyler, onların sağ eli yalanın sağ elidir"70 diyerek bize karşı da şehadet eder. Yine Tevrat, "İsrailin bakiyesi haksızlık etmeyecek ve yalan söylemeyecek ve ağızlarında hileli dil bulunmayacak"71 der. Eğer bir kimse, onların (Arapların) ibadethanelerinin (Kabe) putperest evi olduğunu, atalarının ibadet ettiği bir putun orada gizli olduğunu iddia ederse, bu nedir? Bugün orada ibadet edenlerin kalbinde sadece Tanrı vardır. Bizim Rabbilerimiz Talmud'un Sanhedrin bölümünde (61b) bu hususa açıklık getirerek demişlerdir ki, bir kimse, puthanenin önünde, orasının bir sinagog (havra) olduğunu düşünerek ibadet ederse, onun kalbi Tanrı'ya yönelmiştir. Aynı şey bugün Araplara da uygulanabilir. Putperestlik, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere, onların hepsinin ağzından ve yüreğinden uzaklaşmıştır. Onların Tanrının birliğiyle ilgili inançlarında hiçbir hata yoktur.

Yahudi bilginler, Yahudilikle İslâm arasında ciddi meselelerde önemli yakınlığın bulunduğunu da kabul etmektedirler. Rabbi Roy A. Rosenberg'e göre, monoteizm konusunda her iki din de müttefiktir. İkisi de ibadethanelerde insan ve hayvan temsillerinin bulunmasına izin vermemektedir. Sünnet olmak, domuz eti yememek, iki dinin diğer önemli ortak özelliklerindendir. Her iki dinin dinî otoriteleri ayinleri yöneten rahipler değil, şeriatı yorumlayan bilginlerdir.72 İki din arasındaki bu benzerliği göz önüne alan İsrail'in önde gelen aydınlarından Yeşhayahu Liebowitz, Yahudilik ile İslâm'ın birbirine sanıldığından daha yakın olduğunu ileri sürmektedir. Bu bakımdan o, "Bet Ha-Mikdaş'ın (Süleyman Mabedi) bulunduğu tepede bir cami oluşu (Mescid-i Aksa) beni hiç rahatsız etmiyor, ama bir kilise olsaydı çok üzülürdüm" demiştir. Ona göre Yahudiliğin başlıca düşmanı Hıristiyan dünyasıdır.73

Netice olarak, Yahudi bilginler, doktrin ve gelenek bakımından İslâm'ı Yahudiliğe daha yakın bulmaktadırlar. İslâm'ı, her ne kadar onun Yahudilikten çalınma bir din olduğunu iddia etseler de, Müslümanlar için kurtuluşun vesilesi olarak kabul etmektedirler. Aynı şeyi Hıristiyanlık için de söylemekle birlikte, Hıristiyanlığın tevhide uzak olduğunu, bir çeşit politeist karakter taşıdığını ileri sürmekte ve Yahudileri Hıristiyanlığa karşı uyarmaktadırlar.

Yahudilik, ırken Yahudi olmayanların Yahudiliğe girişini yasaklamamakta, fakat Yahudi olmaları için gayret gösterilmesini de emretmemektedir. Bunun yerine, tevhid inancına dayalı Nuh Kanunlarını benimseyen ve uygulayanların kurtuluşuna garanti vermektedir. Bu çerçevede, Hıristiyanlığı ve İslâmı insanları tek tanrı inancına, dolayısıyla kurtuluşa götüren dinler olarak görmektedir. Orijin bakımdan Hıristiyanlığı, inanç bakımından ise İslâm'ı kendine daha yakın din olarak tanımaktadır.

Bu sonuçlar, İslâm dışı dinler üzerinde çalışırken o dinlerin kaynaklarının ve mensuplarının verdiği bilgilerin fenomenolojik olarak değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Fakat, itiraf etmek gerekir ki, zamana ve mekana bağlı olarak göreceli bir mahiyet taşıyan bazı olayların sonuçlarının bir inanç haline dönüşmesi, bizlerde yanlış saplantılar meydana getirmiştir. Şimdiye kadar bilip inana geldiklerimizin dışında, karşı tarafın fikirlerini doğrudan öğrenmeyi pek gerekli görmemişizdir. Bu, özellikle Yahudilik ve Yahudiler söz konusu olduğunda daha belirgin hale gelmektedir. Halbuki, mitleşmiş ön yargılardan hareket ederek yanlışlıklar ve çarpıtmalar üzerine kurulu bilgilenmenin hiçbir yararının bulunmadığı bilinen bir gerçektir.

İlk dönemlerinden itibaren İslam tarihini, İslam idaresi altındaki Hıristiyan ve Yahudilerin konumunu ve bu toplumların Müslümanlarla ilişkilerini tarafsız bir gözle inceleyen herkes, açık bir gerçekle karşılaşacaktır: Kitap Ehli, İslam idaresi altında her zaman huzur ve güvenlik içinde yaşamıştır. Hatta kimi zaman farklı dinlerden veya mezheplerden idarelerin altında zulüm gören Hıristiyanlar ve Yahudiler, İslam topraklarına sığınmışlar ve aradıkları güveni Müslüman ülkelerde bulmuşlardır. Kitap Ehli'nin İslam topraklarında bu derece rahat ve huzurlu bir yaşam sürebilmelerinin en önemli nedeni ise, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tavır ve tutumlarını Kur'an ahlakına göre belirlemiş olmalarıdır.

Barış ve hoşgörü dini olan İslam, iman edenlerin tüm insanlara adaletle ve iyilikle davranmalarını gerektirir. Salih Müslümanlar, Allah'ın emrettiği ahlaka uygun olarak, hoşgörülü, affedici, mütevazı, anlayışlı, yumuşak huylu, içten ve samimi insanlardır. Allah iman edenlere, kendilerinin veya yakınlarının aleyhinde dahi olsa adil olmayı, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile öncelikle yetimi ve esiri doyurmayı, fedakar olmayı, sabırlı davranmayı, güzel ahlakta kararlı olmayı emretmiştir. Bu ahlakı yaşayan bir mü’min aynı zamanda farklı inançlara ve düşüncelere mensup kişilere karşı da toleranslıdır. "Dinde zorlama olmadığının" bilinci ile, iman etmeyen insanları hak yola davet ederken de her zaman nezaketli bir üslup kullanır, amacı doğru yolu göstermek, karşı tarafın vicdanına hitap etmek ve onların güzel bir ahlak ile yaşamasına vesile olmaktır. Bu ise ancak Allah'ın insanlara hidayet vermesi ile mümkün olur. Allah, "... İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu... " (Rad Suresi, 31) ayetiyle Müslümanlara, kalplerin ancak Allah'ın elinde olduğunu, bir kimsenin ancak O'nun dilemesiyle hidayete erebileceğini hatırlatmaktadır. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:

Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.74

Müslüman'ın görevi, sadece gerçekleri anlatmak, insanları bu gerçeklere davet etmektir. İnsanların bunu kabul edip etmemeleri, tamamen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. Allah bu gerçeği Kur'an'da haber vermektedir:

Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.75

Müslümanların bu ahlakları, doğal olarak Kitap Ehli ile olan ilişkilerinde de geçerlidir. Üstelik Rabbimiz, Kitap Ehli'ne karşı nasıl davranılması gerektiğini Kur'an'da iman edenlere detaylı olarak tarif etmiştir. Bu ayetler incelendiğinde, Müslüman toplum içinde Hıristiyan ve Yahudilerin varlıklarının tanınması ve onların tüm haklarının bizzat Müslümanlar tarafından korunması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara bakışı son derece merhametli olmalıdır. Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar -her ne kadar inanışlarında ve ibadetlerinde zaman içinde bazı bozulmalar yaşanmışsa da- özünde Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden, meleklere, peygamberlere ve hesap gününe inanan ve din ahlakının yaşanması gerektiğini düşünen kimselerdir. Bu gerçek, Müslümanların onlara yaklaşımında da önemli bir ölçüdür.

Allah bir ayette Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hıristiyanların, bu iyi ahlaklarının karşılığını en güzel şekilde alacaklarını haber vermiştir:

Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.76

Bu ayetin anlamı apaçıktır. Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan olsun, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amellerde bulunanlar müjdelenmekte; söz konusu mü’minlerin kurtuluşa ve esenliğe kavuşacakları haber verilmektedir. Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir. Bu durumda Müslümanların, kendileri gibi Allah'a iman eden, salih amelde bulunan ve güzel ahlak gösteren kimselere katı veya hoşgörüsüz davranmaları mümkün değildir. Nitekim, İslam tarihi de bunu kanıtlar.

Hz. Muhammed (sav) döneminden başlayarak, İslam topraklarında her zaman için tam anlamıyla bir din özgürlüğü hakim olmuştur. Yahudilerin ve Hıristiyanların inançları, ibadetleri, kiliseleri, sinagogları, din eğitimi veren okulları Müslümanların güvencesi altına alınmıştır. Havralar ve kiliselerin korunacağına dair garantiler, Peygamberimiz (sav) döneminden başlamak üzere, Kitap Ehli ile yapılan sözleşmelerde yer alan önemli hükümlerdir. Ayrıca ilk dönemlerde yapılan anlaşmalarda, Müslümanların yolculukları sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalmalarına müsaade edilmesine dair maddeler de bulunmaktadır. Bu da, Müslümanların Kitap Ehli ile ilişkilerini karşılıklı saygı zemini üzerinde geliştirmeye, onlarla diyalog halinde olmaya özen gösterdiklerine bir işarettir. Buna dayanarak pek çok Müslüman'ın, gerek konaklamak gerekse yemek ihtiyaçlarını gidermek için yolculukları ve fetihleri sırasında manastırları ziyaret ettikleri, hatta kimi zaman edebi sohbetler için manastırları tercih ettikleri tarihi kaynaklarda anlatılmaktadır.

Kitap Ehli de çoğu zaman Müslümanların bu yaklaşımına sıcaklıkla karşılık vermiştir. Suriye Hıristiyanlarının, Ebu Ubeyde'ye sundukları ve tarihe Ömer Akdi olarak geçen belgede yer alan şu ifadeler dikkat çekicidir:

Gece veya gündüz kiliselerimizi Müslümanlardan esirgemeyeceğiz, onların kapılarını yolculara ve yolda kalmışlara açık tutacağız. Müslüman yolcuyu geleneksel usulümüzle ağırlayacağız ve onları besleyeceğiz. Müslümanları incitmeyeceğiz ve her kim bir Müslüman'ı incitirse kendi haklarını ceza olarak kaybedecektir.77

Kur'an'da bildirilen, "... Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi... " (Hac Suresi, 40) ayetiyle de dikkat çekildiği gibi, Müslümanlar için Kitap Ehli'nin ibadethaneleri Allah'ın adının anıldığı kutsal mekanlardır ve bu mekanların korunması iman edenlerin üzerine bir sorumluluktur. Dolayısıyla, başta Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sav) dönemi olmak üzere, Dört Halife Dönemi ve daha sonraki İslam idarelerinde Hıristiyanların ve Yahudilerin kutsal mekanları özenle korunmuş, inananların mabetlerinde diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmeleri sağlanmıştır. Örneğin, Hz. Ebubekir döneminde, barışçıl yollarla fethedilen Taberriye şehrinde yaşayan Hıristiyanlara, kiliselerine dokunulmayacağına dair garanti verildiği tarihi belgelerde yer almaktadır. Aynı şekilde, Dımeşk'in fethi sırasında yapılan anlaşmada, kiliselerin yıkılmayacağı ve mesken edinilmeyeceği özellikle vurgulanmıştır. Hz. Ömer'in Kudüs halkına verdiği emannamede de Kitap Ehli'nin ibadethanelerine dokunulmayacağı bildirilmektedir. Hz. Osman döneminde, bir Ermeni kenti olan Debil'in fethi sırasında, şehirde yaşayan Hıristiyanlar, Yahudiler ve Mecusilere verilen emannamede, mabetlerin korunacağı garantisi sunulmuştur. Ayrıca yıkılan kiliselerin onarılmasına, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine de her zaman müsaade edilmiştir. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan St. Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir. Mısır valisi Ukbe'nin Nasturilerin yaptırdıkları bir manastıra yardımda bulunması, Muaviye döneminde Urfa Kilisesi'nin tamir ettirilmesi, İskenderiye'de Marcos Kilisesi'nin inşa ettirilmesi gibi daha pek çok örnek sayılabilir. Günümüzde Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak topraklarında yer alan kilise ve sinagogların hâlâ varlığını koruyor olması, Müslümanların diğer İlahi dinlere olan saygısının bir göstergesidir. Bugün Hıristiyanlar tarafından önemli ziyaret alanlarından biri olarak kabul edilen Tur Dağı'ndaki Sina Manastırı ve bu kilisenin hemen yanındaki cami, Müslümanların hoşgörüsünün bir diğer örneğidir.

Kitap Ehli geleneklerinin ve inançlarının önemli bir parçası olan bayramlarını da Müslüman idaresinde istedikleri mabette, istedikleri şekilde kutlamışlar, hatta kimi zaman Müslüman idareciler de bu kutlamalarda yer almışlardır. III. Nasturi Patriği'nin yazdığı bir mektup, Müslüman yöneticilerin Kitap Ehli'ne karşı merhametini ve hoşgörüsünü bir Hıristiyan'ın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir:

Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…78

12. yüzyılın ünlü Yahudi seyyahlarından Tudelalı Benjamin ise, Müslüman topraklarını ziyareti sırasında gördüğü hoşgörü ve ortak yaşama kültürü karşısında hayranlığını gizleyemez. Böyle bir hoşgörüye dönemin Hıristiyan Avrupasında rastlamanın mümkün olmadığını ifade eder. Müslümanlar ve Yahudilerin türbelerde ve kutsal mekanlarda bir arada dua ettiklerini belirten Benjamin, sinagogların hemen yanında mescitler inşa edildiğini ve her iki cemaatin de birbirlerinin bayramlarını kutladıklarını anlatmıştır.

Bütün bu tarihi bilgiler açıkça göstermektedir ki, günümüzde bazı çevrelerin telkinlerinin aksine, İslamiyet bir barış ve hoşgörü dinidir. İslam idaresi altında Hıristiyanlar ve Yahudiler diledikleri gibi yaşamışlar, din ve vicdan özgürlüğünün sağladığı tüm imkanlardan faydalanmışlardır.

Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların idaresinde her türlü özgürlükten en yüksek derecede faydalanma imkanına sahipken, benzer bir hoşgörü ve merhameti diğer dinlerin mensuplarından görmemişlerdir. Milattan sonra ilk yüzyılda Yahudiler Hıristiyanlara karşı baskı uygularken, sonraki yüzyıllarda güçlenen Hıristiyanlar da Yahudilere ve hatta farklı mezheplerden Hıristiyanlara karşı baskı uygulamışlardır. Özellikle Ortaçağ'a egemen olan bu baskı, pek çok Yahudi ve farklı mezhepten Hıristiyan'ın, Müslümanların merhametine ve korumasına sığınmalarına neden olmuştur. İslamiyet'in ilk dönemlerinde Bizanslıların Mısır ve diğer bölgelerdeki Yakubi Hıristiyanlarına karşı; Haçlı Seferleri sırasında Katoliklerin, güzergahları üzerindeki Kudüs ve çevresinde yaşayan Yahudilere ve Ortodokslara karşı; Avrupa'da Hıristiyanların Yahudilere karşı; İspanya'da Hıristiyanların, Müslümanlara ve Yahudilere karşı izledikleri baskı ve şiddet politikasının benzerine İslam topraklarında hiçbir zaman rastlanmamıştır.

Bu hoşgörünün en önemli örneklerinden biri hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'dur. Antalya Patriği Makarios'un, Ortodokslara zulmeden Katolik Polonyalıları Osmanlı idaresiyle kıyaslayan şu sözleri bu gerçeği gösteren örneklerden sadece bir tanesidir:

O imansızlar tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık. Lehliler Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah Türklerin devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine dokunmazlar.79

İspanyol zulmünden kaçan Yahudiler de aradıkları huzuru ve güvenliği yalnızca Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. İspanya'dan sürülen ve çeşitli ülkelere sığınan Yahudiler bu topraklarda da çok büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaştılar. Çoğu kentlere girmelerine izin verilmediği için açlık ve susuzluktan şehir girişlerinde hayatlarını kaybettiler. Cenovalıların gemilerinde yolculuk edenler ise, gemi çalışanları tarafından ya zulme uğradılar ya da esir olarak korsanlara satıldılar. İmparatorluğu'nun sınırlarını Yahudilere açan Sultan Bayezit ise, Yahudilere gereken hoşgörü ve özenin gösterilmesi için tüm eyaletlere bir ferman gönderdi. Fermanda, "İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun, tam bir içtenlikle karşılanmaları; aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılacakları..." bildiriliyordu. Dindarlığı ile tarihe geçmiş olan Sultan Bayezit'in bu misafirperverliği ve hoşgörüsü, hiç kuşkusuz Kur'an ahlakına olan bağlılığından kaynaklanıyordu.

Kitap Ehli'nin İslam idaresi altında son derece rahat ve müreffeh bir yaşam sürdüklerinin bir diğer örneği de, Endülüs'teki Müslüman Emevi devletidir. Bu devlette, o dönemin Avrupa'sında eşi görülmemiş yüksek bir medeniyet kurulmuştur. Dini hoşgörü ise bu medeniyetin temel özelliklerinden biri olmuştur. Hıristiyan saldırıları karşısında yüzyıllar içinde küçülen Endülüs'ün son parçası olan Gırnata'da yaşayan Yahudiler için tarihi kaynaklarda yer alan; "Yahudilerin Gırnata'daki muhteşem yaşamlarını görmeyenler görkem nedir bilmiyorlar demektir." ifadesi, dikkat çekicidir. O dönemde Gırnata, Yahudiler için dünyanın en güvenli topraklarıdır.

İslam idaresi ile birlikte ahalisi huzur bulan topraklardan biri de Filistin'dir. Filistin'de yaşayan Yahudi ve Hıristiyan cemaatler, İslam idaresinin olduğu dönemlerde inanç özgürlüğüne sahip olmuş, Müslümanların yönetimi altında huzur ve güvenlik içinde yaşamışlar, ticaret ve zanaatla serbestçe ilgilenmişlerdir. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu bölgede 500 yıl boyunca barışı ve güvenliği sağlamış, Osmanlı'nın kurduğu nizamı daha sonra yeniden inşa etmek mümkün olmamıştır. Osmanlı'nın Kudüs ve çevresine getirdiği özgürlük ve hoşgörü İsrail Dışişleri eski Bakanlarından Abba Eban tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:

Romalılardan ve her istilacıdan sadece zulüm, kan ve işkenceye layık görülen Kudüs ve Yahudi halkı ancak ve ancak Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü fethetmesinden ve bu fethin Kanuni tarafından pekiştirilmesinden sonradır ki, insanca yaşamanın, eşitliğin ne demek olduğunu ve huzur tadının ne anlama geldiğini öğrendi.80

Sadece Filistin'de değil, İslam dünyasının dört bir yanında Müslümanlarla Yahudiler ve Hıristiyanlar asırlar boyunca aynı şehirlerde, hatta aynı mahallelerde bir arada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır. Ehl-i Kitap mensupları, Müslümanların yönetiminde olan bölgelerde, diledikleri gibi ticaretle uğraşıp mal sahibi olmuşlar, çeşitli meslek gruplarına dahil olabildikleri gibi devlet kademelerinde, hatta Saray'da dahi görev almışlardır. Fikir ve düşünce özgürlüğünden en üst düzeyde faydalanmış, ilim ve kültür hayatının bir parçası haline gelmiş ve günümüze kadar gelen eserler bırakmışlardır. Sosyal haklarını kullanmalarına engel olabilecek hiçbir baskı ile karşılaşmadıkları gibi, inanç ve ibadet özgürlüğünden de en üst seviyede faydalanmışlardır. Örneğin Abbasi sarayında görev yapan Hıristiyan doktorların, aileleri ve yanlarında çalışanlar ile birlikte İncil okumalarına, ibadetlerini yerine getirmelerine karışılmadığı, tarihi kaynaklarda yer alan bir bilgidir.

İslam dünyasında bilime ve bilim adamlarına verilen önem, Hıristiyan ve Yahudi bilim adamlarının da bizzat Halifeler tarafından korunmasını sağlamıştı. İslam topraklarında farklı dinlerden bilim adamları devlet yöneticileri tarafından düzenlenen toplantılarda bir araya gelir, ilmi sohbetler düzenlenirdi. Hıristiyan ve Yahudi hekimler, Müslüman meslektaşlarıyla fikir alışverişinde bulunur, dönemin pek çok önemli tıp eseri, Halifenin ya da devlet erkanının huzurunda yapılan toplantı ve tartışmalarda ele alınırdı.

İslam idaresi altında, Kitap Ehli'nin çok canlı bir kültür hayatı vardı. Müslüman devlet adamları, fethedilen topraklardaki kültürel çalışmaları koruma altına alıyor ve bunları İslam İmparatorluğu'nun başkenti olan Bağdat'a getirterek, Müslüman ve Kitap Ehli'nden bilim adamlarının araştırmalarına açıyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler de bu araştırmalara dayanarak hazırladıkları eserlerini ve ayrıca kendi dini inançlarını halklarına öğretmek için hazırladıkları çalışmaları diledikleri gibi çoğaltıp dağıtabiliyorlardı. Müslümanların bilimi ve fikir özgürlüğünü destekledikleri böyle bir dönemde, Hıristiyanlığın merkezi konumundaki Avrupa'da ise engisizyon mahkemeleri insanları düşünce ve inançlarından dolayı diri diri yakarak idam ettirebiliyordu.

Müslüman liderlerin adalet anlayışı, kimi Yahudi ve Hıristiyanların, kendi kanunlarının geçerli olduğu mahkemeler olmasına rağmen, davalarının İslam mahkemelerinde görülmesini istemelerine de neden olmuştur. Bir dönem İslam mahkemelerine başvuran Hıristiyanların sayısındaki artış nedeniyle, Nasturi Patriği Timasavus Hıristiyanları uyaran bir bildirge yayınlama ihtiyacı hissetmiştir.

İslam tarihinde görülen bu eşsiz hoşgörü ve adalet anlayışının temeli elbette Kur'an ahlakıdır. Kur'an ahlakını uygulayan Müslümanların idaresindeki topraklarda her zaman güvenlik, adalet ve barış hakim olmuştur. Halkın mutluluğunu ve refahını esas alan bu yönetimler, kendilerinden sonra gelen pek çok nesile örnek olacak bir sistem kurmuşlardır. Günümüzde de merhameti, şefkati, adaleti, anlayışı, tevazuyu, sabrı, fedakarlığı, özveriyi emreden gerçek Kur'an ahlakının İslam dünyasında yaygınlaşmasıyla hem Müslümanların, hem de gayri Müslimlerin huzur ve güvenlik bulacakları bir düzenin inşa edilmesi mümkün olacaktır.

Fetihlerle kazanılan topraklarda yaşayan Kitap Ehli, esir statüsünde değil, zımmi statüsünde görülüyor ve böylece önemli hukuki haklar kazanmış oluyorlardı. Zımmilik, cizye adı verilen belirli bir miktar vergiyi ödeyen ve Müslüman idaresini tanıyan gayri Müslimlere tanınan bir statü idi. Buna bağlı olarak can ve mal güvenceleri sağlanıyor, din ve vicdan hürriyetinden faydalanıyorlar, askerlikten muaf tutuluyorlar, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözme hakkını koruyorlar ve eğer gerekli görülürse ödedikleri cizye de kimi zaman iade ediliyordu.

Gayri Müslimlerden cizye vergisinin alınması kimi zaman yanlış yorumlanmakta, sözde bir adaletsizlik olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu ön yargılı ve yanlış bir yorumdur. İslam idaresinde Müslüman halktan cizye vergisi alınmamaktadır, çünkü onlara da askerlik yapma yükümlülüğü getirilmiştir, gayri Müslimler ise bu yükümlülükten muaf tutulmuştur. Bunun dışında, gayri Müslimlerden alınan cizye vergisi yine gayri Müslimlerin haklarının ve geleceklerinin korunması, muhtaç durumdaki gayri Müslimlerin bakılıp korunması için kullanılmıştır. Zımmilik statüsünü ve Müslüman idarecilerin cizye ile ilgili uygulamalarını incelediğimizde, kimi ön yargılı değerlendirmelerin gerçekten uzak oldukları bir kez daha görülecektir.

Peygamber Efendimiz (sav), "her kim zımmiye zulmeder veya taşımaktan aciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım" diyerek zımmilere gösterilmesi gereken tavrı müminlere tarif etmişti. Bu ahlak doğrultusunda Müslümanlar, kendi idareleri altındaki gayri Müslimlerin korunmasını önemli yükümlülüklerinden biri olarak görmüşlerdir. Müslümanların hukuk anlayışlarına göre, zımmiler devlet tarafından korunması gereken bazı haklar kazanmış bir kesimdir. Hz. Ömer döneminde Hira Hıristiyanları ile Müslümanlar arasında yapılan anlaşmada yer alan "Şayet onlardan biri güçten düşer ve yaşlanırsa veya hastalıktan acı çekerse veya zengin iken yoksullaşırsa, o ve ailesi İslam toprakları içerisinde bulundukları sürece beytü'l-maldan (kamu hazinesi) yardım görecektir" maddesi, İslam idaresinin zımmilere karşı bakış açısını gösteren önemli örneklerden biridir. Gayri Müslimlerin, vergilerini ödeyemeyecek durumda olduklarında da, devlet hazinesinden yardım görmeleri ve sıkıntılarının giderilmesi için devletin kendilerine yardım etmesi önemli bir husustur. Şam halkıyla yapılan anlaşma öncesinde Hz. Ömer'in yaptığı açıklama, cizye ve gayri Müslimler konusunda Müslümanların hassasiyetini göstermesi açısından önemlidir:

Allah'ın lütfettiği toprakları insanların ellerinden almayın ve Allah'ın Kitabında belirttiği gibi güçlerine göre cizye koyun. Şayet cizye onlar tarafından ödenirse daha fazlasını istemeyin... Toprakları kendi aramızda paylaşırsak evlatlarına hiçbir şey kalmayacaktır. Eğer topraklar asıl sahiplerine bırakılırsa Müslümanlar onların ürettiği ile yaşayabilirler. Onların üzerine cizye koyabilirsiniz, ama asla onları esir alamazsınız. Onları incitecek ya da onlara zarar verecek haksızlığı yapamazsınız ve üzerinde hakkınız olmadıkça onların mallarını alamazsınız. Onlarla yaptığınız anlaşmalarla kabul ettiğiniz yükümlülükleri yerine getirmek zorundasınız.81

Görüldüğü gibi Kur'an ahlakına uyan samimi Müslümanlar, gayri Müslimlerin mal ve can güvenliğini, huzurunu korumayı bir yükümlülük olarak görmüşlerdir. Bizans ordusu ile yapılan bir savaş sırasında, İslam ordularının Hıristiyanlara gerekli korumayı sağlayamayacakları bir ortam oluştuğunda, aldıkları cizyeyi onlara iade etmeleri Peygamberimizin (sav) Müslümanlara öğrettiği İslam ahlakının güzel örneklerinden bir diğeridir.

Geçmişte İslam dünyası ve Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında kurulan dostane ilişkiler, günümüz için de önemli bir örnektir. Gerçek İslam ahlakı, farklı dinlere ve inançlara mensup kimselere hoşgörü ile yaklaşmayı, onların değerlerine ve inançlarına saygı göstermeyi, birarada huzur içinde yaşanabilecek bir ortam tesis etmeyi gerektirir. Dolayısıyla bu ahlakın yaygınlaşması ve böylece İslam adına ortaya konan -ancak İslam ahlakı ile hiçbir ilgisi bulunmayan- bazı çarpık modellerin tedavi edilmesi için gösterilen çaba, dünya barışının sağlanmasında çok önemli bir adım olacaktır.

Müslümanların hoşgörü ve anlayışının, samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından da aynı şekilde karşılık bulması gerekir. Çünkü Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara da diğer insanları sevmelerini, iyiliğin ve barışın öncüsü olmalarını emretmiştir.

Bediüzzaman, Müslümanlar ve Hıristiyanların temel konularda bir araya gelerek ihtilaflı meseleleri gündeme getirmeme teklifini getiren bir inanç adamıdır. O, 1946'da, İkinci Dünya Savaşının hemen ardından "Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyan'ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor."82 tespitinde bulunmuştur.

Said Nursî için insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun düşmanı, imansızlık, dinsizliktir. Müşterek bir düşmanla, "mütecaviz dinsizler"le yüzyüze gelen Müslümanlar, Said Nursî'ye göre, "değil yalnız kendi dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, ... ittifaka muhtaçtırlar."83

Müslümanlar ve Hıristiyanların küfr-ü mutlaka karşı yapılacak ittifak teklifi çok önemlidir. Kur'an bu bağlamda Müslümanlara şunu emreder: De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Sahit olun biz Müslümanlarız'84

Bir başka ayette de: İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur'85 diye buyrulmaktadır.

İslam tarihinde sözkonusu ittifak Hz. Peygamber ve ashabı tarafından oluşturulmuştur. Mekke'deki müşriklerin baskısı altında iken Habeşistan'a yani Etiyopya'ya Cafer b. Ebi Talip'in öncülüğünde bir grup Müslüman göç etmişlerdir. Ancak müşrikler karşı önlem olarak Amr bin As öncülüğünde bir heyeti Necaşi'ye gönderdiler. Müslümanlar ve müşrikler Necaşi'nin tahtı önünde davalarını savundular ve farklılıkları hususunda tartıştılar. Bunun üzerine Necaşi Müslümanlara Hz. İsa ve Hıristiyanlık konusundaki görüşlerini sordu. Bunun üzerine Cafer b. Ebi Talip, Meryem Suresi'nden, Hz. İsa'nın doğumunu anlatan bir bölüm okudu. Necaşi duygulanarak ağlamaya başladı. Kur'an'da bu hususta aşağıdaki ayetler yer almaktadır: İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar. Peygamber'e indirileni (Kur'an) dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz" derler. "Hem biz Rabbimizin bizi iyi kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak olarak bize gelen şeylere inanmayalım!86

Hazret-i Peygamber de Bir hadiste, "Gelecekte sizler Rumlar ve Romalılarla barış yapacaksınız. Bu size barış ve güvenliği sağlayacaktır. Ve sizler müşterek düşmanınıza karşı savaşacaksınız." buyurarak ittifak yoluna işaret etmektedir.87 Bu sebeple geçici olarak tartışmayı ve aramızdaki görüş ayrılıklarını bir kenara bırakıp, müşterek düşmanımız olan küfr-ü mutlaka karşı mücadele etmeliyiz.

Bediüzzaman, Hıristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koyarak 1950'de, Roma'ya, Papa XII. Pius'a, Risale-i Nur Külliyatı’nı göndermiş ve cevaben, 22 Şubat 1951'de, şahsî bir teşekkür mektubu almıştır. Bu olay, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm'ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulmuştur.88 Said Nursî, aynı şekilde, 1953'te, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul'da Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiştir.

Bediüzzaman, "Bir Müslüman bir Yahudi veya Hıristiyan'ı sevebilir mi?" sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. "Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin."89 Onun Hıristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hıristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır -ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir.

Bediüzzaman, Hz. Muhammed'in kıyametin vukuundan önce Hz. İsa'nın dönüşü ile ilgili hadis rivayetlerinin sıhhatini kabul eder. "Madem Kadîr-i Külli Şey va'detmiş, elbette yapacaktır," Hz. İsa'yı gönderecektir. Halihazırda, İsa aleyhisselam, İdris aleyhisselam gibi, "cism-i dünyevîsiyle beraber semavatta" bulunur. Fakat, ahir zamanda, Deccal'a karşı mücadele etmek ve onu öldürmek üzere yeryüzüne geri dönecektir.90 İlgili hadisin anlamı, Said Nursî'nin söylediği üzere, şahs-ı manevî kavramı muvacehesinde anlaşılmalıdır.

Bu bakımdan, Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir."91 der.

Bediüzzaman, meşhur Hutbe-i Şâmiye'sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı dördüncü kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. "Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır."92 O, bunları söylerken, "Husumet ve adavetin vakti bitti" hükmüne ulaşmıştır.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Dipnotlar

1. Al-i İmran/85.

2. Araf/158.

3. Sebe/28.

4. Bakara/285.

5. Midraş Rabah, Bereşit Rabah, 34:8.

6. Asıl Adı Moşe ben Meymun'dur. İslâm dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir. XII. Yüzyılda Endülüs'te yetişmiş olan Maimonides, felsefe, kelam ve hukuk ilimlerinde otorite bir isimdir. Onun belirlemiş olduğu on üç maddelik iman esası Ortodoks Yahudiliğin iman esasları olarak bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Mora Nevukhim (Delâletü'l-Hâirîn) isimli kelam kitabı ile, Mişne Tora isimli hukuk kitabı Yahudi klasiklerinden sayılır.

7. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim 9:1.

8. Maimonides, Mişne Torah, Melakhim, 8:11

9. Alfred J. Kolatch, The second Jewish Book of Why, New York 1985, s. 99.

10. Philip Birnbaum, Encyclopedia of Jewish Concepts, New York 1991, s. 92.

11. The Judaism, Editör: Arthur Hertzberg, USA 1963, s. 14-15.

12. Eliyahu Rabah, (Tanna de be Eliyahu, İbranice'den İngilizceye Çev: William G. Braude-İsrael J. Kapstein, Philadelphia 1981, içinde) 9.

13. II. Samuel, 7:19.

14. İşaya, 26:2.

15. Mezmurlar, 118:20.

16. Hertzberg, s. 16.

17. Ordotodoks dua kitabında (siddur) bu konuda şöyle bir dua cümlesi yer almaktadır: "Hamd sana alemlerin kralı Rabbimiz Yehova, ki, bizi goy yaratmadın" (bkz. Siddur Sefaradî, İbranice-İngilizce, İngizce'ye Çev: Rabbi Nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990, s. 20).

18. Yosef Albo, Sefer Ha-İkkarim, İbranîce -İngilizce, Tahkikli İbranice Metni İngilizce Tercümesiyle Birlikte Neşreden: Isaac Husik, Philadelphia 1946 (IV cilt), I:25.

19. Tesniye, 23: 3-8.

20. Tesniye, 23: 3-4. Tevrat'taki bu hüküm, daha sonra Mişna bilgini Rabbiler tarafından iptal edilmiştir. Mişna'nın Yedayım bölümünde anlatıldığına göre, Yahudiliğe ihtida eden bir Ammonî cemaate katılmak istemiş, katı nasçı Rabban Gamaliel, Tevrat'taki hükmü delil getirerek, cemaate katılmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Orada bulunan Rabbi Yeşu ise katılabileceğini, çünkü Musa zamanındaki Ammonîlerle o günkü Ammonîlerin aynı olmadığını, milletler arasında nesil karışıklığının meydana geldiğini belirtmiştir. Tartışma neticesinde, Ammonî'nin cemaate katılmasına müsaade edilmiştir (bkz. Mişna, Yedayım, IV:4).

21. Tesniye, 7:1-4; 20:16-17.

22. Tesniye, 23:7-8.

23. Hans Joachim Schoeps, The Jewish-Christian Argument: A History of Theologies in Conflict, İngilizceye çeviren: David Green, Faber & Faber, London 1963, s. 12.

24. Bkz. Ester, 8:17. Burada, "Yahudi oldular anlamında", "mityahdim" kelimesi kullanılmaktadır.

25. Talmud Bavlî (TB), İbranice-İngilizce, İngilizce çevirinin editörü Yehezkel (İzidor) Epstein, Soncino Press, London 1984-1990, Pesahim 87b; İbn Habib, Yaakov, En Yaakov, İbranice-İngilizce, İngilizce'ye Çev: S.H. Glick, New York 5682 (V cilt), Pesahim 87b.

26. Mişna yorumcusu Amoraim'in dördüncü neslinden olup Filistin ekolündendir. Bkz. Hermann L. Strack, Introduction to the Talmud and Midrash, New York 1983, s. 128.

27. Bkz. Schoeps, s. 12.

28. TB, Yevamot 47a; En Yaakov, Yevamot 47a.

29. TB, Yevamot, 47a-47b; En Yaakov, Yevamot, 47a-47b.

30. Bkz. Hertzberg, s. 16-17.

31. Albo, I: 25.

32. Albo, I: 26.

33. Alman Yahudilerinden Moses Mendelssohn (1729-1786), Reformist Yahudilik hareketinin öncüsüdür.

34. David Rudasky, Modern Jewish Religious Movements, A History of Emancipation and Adjustment, New York 1967, s. 61-62. Modern Yahudiliğin bu konudaki anlayışı hakkında ayrıca bkz. Michael Wyschogrod, s. 35-37.

35. Leo Trepp, A History of the Jewish Experience, New York 1973, s. 284.

36. 1983'de 103 yaşında ölen Mordecai Menahem Kaplan, Muhafazakar Yahudilik akademisi "The Jewish Theological Seminary of America"da uzun süre görev yapmış ve daha sonra bu hareketten ayrılarak kendi fikirleri çerçevesinde,1968'de, Yeniden yapılanmacı (Reconstruction) adını verdiği hareketi kurmuştur. Yeniden yapılanmacı Hareket, benimsediği ilkeler itibariyle, yelpazede Muhafazakar Yahudiliğin solunda, Reformistliğin sağında yer almıştır.

37. Dynamic Judaism: The Essential Writings of Mordechai Menahem Kaplan, derleyen: Emanuel S. Goldsmith-Mel Scutt, New York 1985, s. 241.

38. Kaplan, Judaism As A Civilization, The Jewish Publication Society of America And The Reconstructionist Press, USA 1981, s. 414.

39. Kaplan'ın bu görüşü, Yenidenyapılanmacı Mezhebin dua kitabı Siddur'da, temel prensip olarak yeralmıştır (bkz. Rudasky, s. 360).

40. Kaplan, The Future of American Jew, New York 1949, 382. Kaplan'ın bu görüşlerini damadı Ira Einstein da aynı şekilde savunmuştur (bkz. Einstein, Judaism Under Freedom, New York 1956, s. 70).

41. Rosenberg, sf. 84; Newmann-Sivan, s. 203.

42. Tsefanya, 3:9.

43. Wyschogrod, s. 41

44. Rosenberg, s. 84.

45. J. Neusner, Judaism in the Secular Age, London 1970, s. 71.

46. Rosenberg, s. 84.

47. Trepp, 136-137.

48. Hıristiyan sansüründen geçen nüshalarda bu kısım yoktur. Sanhedrin 107b'nin sansürlü basılı metinlerinde gösterilmeyen kısmında Nasıralı İsa'nın büyü yaptığı ve İsraili saptırdığı yer almaktadır (Bkz. TB, Sanhedrin 107, C2.diprot)

49. TB, Sanhedrin, 43a.

50. TB, Sanhedrin, 43a

51. TB, Şabat, 116a. Minim kelimesiyle Hıristiyanların da kasdedildiği hakkında (bkz. Schoeps, s. 14).

52. "Gillayon", İbranicede, sahife, kopya, levha ve vahiy gibi anlamlara gelmektedir (bkz. Milon İvrî Angli/Angli-İvrî, Hazırlayan: Dov ben Abba, New York 1977, s. 35).

53. TB, Şabat 116a. Daha sonra Yahudiler tarafından Hıristiyan İncilleri için kötü, şeytanî, günah kaynağı anlamlarına gelen "aven" ile "gillayon" kelimeleri birleştirilerek "Aven-Gillayon" denmiştir (bkz. James Parker, The Conflict of the Church and the Synogugue, USA ?, s. 109).

54. TB, Şabat 116a. Talmud'un aynı yerinde, Hıristiyanlarla Mecusiler mukayese edilir; bir rabbinin bir Be-Abadan'a (Mecusi mabedi) giremeyeceği , özellikle bir Be-Nizrefe'ye (Hıristiyan mabedi) hiç girmemesi gerektiği, bunun karşılığında sıradan bir Yahudinin bir Be-Nizrefe'ye giremiyeceği, fakat bir Be-Abadan'a girebileceği hükmü verilir (TB, Şabat, 116a). Burada, Hıristiyanların Mecusilerden daha tehlikeli olduğu vurgulanmaktadır.

55. Kolatch, s. 72.

56. Ezekiel 18:3-17

57. Yahudiler bu anlayışlarını Mika'daki şu cümleye dayandırırlar: "Çünkü bütün kavimlerin her biri kendi ilahının ismiyle yürüyor; fakat biz daima ve ebediyyen Allahımız Rabbin ismi ile yürürüz" (Mika, 4:5).

58. Trepp, s 133-135.

59. Schoeps, s. 15.

60. Wyschogrod, s. 39.

61. Kolatch, 92.

62. Tekvin, 17, 21.bâblar.

63. Sifre on Deuteronomy, Giriş ve Notlarla İbranice'den Çev: Reuven Hammer, USA 1986, Piska 343.

64. Zohar, Şemot, II: 17a.

65. Zohar, Şemot, II: 17a

66. Bernard M Casper, An introduction to the Jewish Bible, Gr Britain 1960, s. 36. Bu konuda ayrıca bkz. S.D.Goitein, Jews and Arabs: Their Contacts Through the Ages, New York 1955, s. 62-63.

67. TB. Şabat, 11a.

68. Mercury, tanrıların elçisi ve ölülerin ruhlarının rehberi olan bir Roma tanrısıdır. O, aynı zamanda seyyahların da koruyucusudur. Bu yüzden, onun mabetleri yol güzergâhlarında bulunurdu. Yolcular bu mabetlere taşlar atarak Mercury'ye bağlılıklarını bildirirlerdi. Obadiah'ın hocası, Müslümanların Mekke'de şeytan taşlama ritüelini bu Roma tanrısına yapılan ritüel ile aynı görmüş ve bu yüzden Müslümanları putperest olarak telakki etmiştir.

69. Süleyman'ın Meselleri, 26:5.

70. Mezmurlar, 144:8.

71. Tsefanya, 3:13.

72. Rosenberg, s. 83.

73. Şalom, yıl 47, sayı, 2346. 24 Ağustos 1994.

74. Kasas Suresi, 56.

75. Bakara Suresi, 256.

76. Bakara Suresi, 62.

77. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 223.

78. Frend, 289; Hamidullah, İslam Peygamberi, II. 920; Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 55.

79. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 193.

80. İlhan Bardakçı, "Biz Hiç Irk Olmamışız", Tercüman, 7 Mayıs 1983.

81. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 216.

82. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I/202.

83. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 146; Sincerity and Brotherhood, İstanbul, 1991, s. 13.

84. Al-i İmran, 64.

85. Ankebut,46.

86. Maide, 82-84.

87. İbnu Mace, 4089; Ebu Davud, cihad 156; Melahim, 2,

88. Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, s. 344.

89. Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarat, s. 26-27.

90. Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, s. 6.

91. Bediüzzaman Said Nursi, İşâratü'l-İ'caz, İstanbul, 1978, s. 55-56.

92. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1996, s. 49.

 
Üst Alt