Aynı sonuca ulaştıran iki farklı yol

Intruder

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Haziran 2023
Mesajlar
120
Tepkime puanı
23
Sizlere Allah'a ulaştıran iki farklı yoldan ve bu iki farklı yolun aslında bir birine ne kadar çok benzediğinden bahsedeceğim ve bunu yaparken de her şeyin özüne inecek ve okuyanların dikkatini çekecek bilgiler vereceğim.

(Size bunu anlatabilmem için yaratılışın başından başlamam gerekiyor.)

Hiç bir şey yaratılmadan önce sadece Allah'ın zâtı mutlak-ı vardı. Bu duruma Allah'ın tüm isim ve sıfatlarıyla Batîn (gizli) olma durumu denilir.

Allah c.c, isim ve sıfatlarıyla bilinmeyi murad etti ve kendisinden kendisine tecelli eyleyerek Hakikat-i Muhammediye'yi yarattı ve tüm her şeyi de bu nurdan yarattı. Bu duruma ise Allah'ın isim ve sıfatlarıyla bilinir olması yani Zâhir (açık) olma durumu denilir.

Allah c.c bu alemdeki her şeyi bir dualite (ikilik veya zıtlık) üzerine yaratmıştır. Böylece her şey zıttı ile bilinir olmuştur. (Gece olmasaydı gündüz bilinmeyecek, soğuk olmasaydı sıcak hissedilmeyecek, güzellik olmasaydı çirkinlik farkedilmeyecekti. Bu örnekleri var olan şeyler adedince çoğaltabilirsiniz.)

Her şey zıttı ile kâimdir. (Zıttı olmayan tek şey Allah'ın zâtıdır. Allah'ın varlığını anlayamamız da bu yüzdendir. Allah'ın yokluğu olmadığı için varlığını da o yüzden anlayamıyoruz.)

Her şey zıttı ile kaimdir sözünün bir kaç manası vardır.

1. Bir şey zıttı ile birlikte yer alır. (Zehir bulunan bir şeyde panzehirinin de bulunması gibi. İçi hasta eden bir şeyin dışının şifa vermesi gibi. Mesela limon. İçi şeker hastalığını artırırken kabuğunun şeker hastalığına iyi gelmesi gibi.)

2. Bir şey ancak o şeyin zıttının anlaşılması ile elde edilir. (Sonsuz bir hayat isteyen kişinin ölümü tatması, zengin olmak isteyen kişinin kanaat etmeyi bilmesi, iyileşmek isteyen kişinin hasta olduğunu kabul etmesi, uyanmak isteyen kişinin de uykuda olduğunu bilmesi gibi.)

3. Bir şeyin varlığı o şeyin zıttının bulunmasına bağlıdır. (İyilerin var olması kötülerin varlığına bağlıdır. Zenginlerin varlığı fakirlerin varlığına bağlıdır. Çalışkanların olması tembellerin olmasına bağlıdır. Herkesin çalışkan olduğu bir sınıfta çalışkanlıktan söz edilemez. Herkesin güzel olduğu bir yerde çirkinlikten bahsedilemez.)

Peygamber Efendimiz s.a.v "İki Ömer'den biri ile bu dini kuvvetlendir" şeklinde dua etmiş ve Hz. Ömer müslüman olmuştur. Hiç düşündünüz mü, Peygamber Efendimiz neden her ikisiyle kuvvetlendir şeklinde dua etmemiştir de biri ile şeklinde dua etmiştir. Çünkü hakkın karşısında batıl olmak zorundadır. Ancak zıttının varlığı sebebiyle o şey kâim olabilir.

Size tüm bu bilgileri anlatacağım şeyin temelini oluşturmasi için anlattım..

Allah'ın Batîn ve Zâhir esmalarından bahsetmiştik. Allah c.c, zâhir iken bile batînlığından bir şey kaybetmez. Çünkü Allah c.c zâtı itibariyle gizli, isim ve sıfatları ile zâhirdir.

İşte bu yüzden Allah'a ulaşmak isteyenlerin gideceği iki yol vardır. Ya Allah'ın batînına duyduğu sevgi ile O'nun zahirinin sevgisine ulaşır ya da Allah'ın zâhirinin sevgisi ile O'nun batînının sevgisine ulaşır.

Yani; Allah c.c Nur-u Muhammedi ile zâhir olmuştur ve O nura duyulan sevgi sizin Allah'ın zâtınının sevgisine ulaştırır. Allah'ın zâtına (yani batînına) duyduğunuz sevgi de sizi O'nun Nuru olan Peygamber Efendimizin sevgisine ulaştırır.

Hangi yolu seçerseniz seçin yolunuz mutlaka Peygamber Efendimizden geçmek zorundadır. Ya başında ya da sonunda..

O'nun sünnetini (sözlerini, davranışlarını ve hallerini) değersizleştiren kişiler ise bu yolda asla istediği şeye ulaşamaz. Çünkü Allah'a gidilebilecek başka bir yol asla yoktur..
 

Intruder

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Haziran 2023
Mesajlar
120
Tepkime puanı
23
Bu alemin dualite (ikilik, zıtlık) alemi olduğunu dile getirmiştik.

Bizden istenen bu dualitenin üzerine çıkabilmemizdir. Buna her iki zıttın müsavi (eşit) olma durumu denir. Yani başınıza gelen bir bela ile güzel bir şeyi eş değer şekilde görmüyorsanız kemal yönünden nakıssınızdır.

Bir üçgenin (△) üç köşesi vardır. Sağ köşesi Cemal'i, Sol köşesi ise Celal'i temsil eder. Her ikisinin orta üst noktası ise Kemal'ı temsil eder. (Yani her iki zıttı kendisinde birleştirebilen Kemal'e erer.)

Bizlerin bir celal, bir ikram (cemal) tecellisine maruz kalmamız bizlerin bu hakikate erişebilmemiz içindir. Bu hakikate eriştiğimizde artık celal ile cemal tecellisi arasında fark görmemeye başlarsınız. Hatta celal tecellisinden daha çok zevk almaya başlarsınız..

Yâ Zu'l-Celali ve'l-ikram esmasına bir biri ardınca maruz kalırız. Bu esmayı bilmeyen kişiler "bize filancanın nazarı değdi" şeklinde konuşurlar. Halbuki başımıza gelen her celal ve ikram tecellisi bu esma sebebiyledir.

Acıkmamız celal tecellisidir, yemek yememiz ikram (cemal) tecellisidir, yedikten sonra hela ihtiyacımızın gelmesi celal tecellisidir, def-i hacet etmemiz ikram (cemal) tecellisidir.

Gördüğünüz gibi celal ve cemal tecellileri bir biri ardınca gelir.. Biri gelmişse hemen akabinde diğeri gelecektir.. Bu yüzden hak dostları celal tecellisini isterlermiş ki hemen akabinde cemal tecellisi gelsin..

(Marifet ehline göre) Bu dünya alemi, Cennet hayatından üstündür. Çünkü Cennet'te sadece Allah'ın cemal tecellisine maruz kalırız. Bu dünya aleminde ise hem cemal hem de celal tecellisini temaşa ederiz.

Allah'ın Cemal ve Celal tüm isimleri en mükemmel şekilde Peygamber Efendimizde s.a.v kemal bulmuştur. Burada Allah'ı Peygamber Efendimiz aracılığı ile tanımaktan yana kör olanlar, ahirette de bundan yana kör olacaktır.

İki şeyi veya iki zıt (gibi) olan şeyi birleştirmeye Tevhid denilir. Size tevhidi ayrıştırma unsuru olarak anlatanlar, sizi yanlış yola sevketmekten başka bir gayeleri yoktur. Zâhirde Batînı, Batînda ise Zâhiri göremiyorsanız, siz muvahhid olmaktan çok uzaksınızdır.. Bu Tevhid kelimesinin hakikatıdır. Yoksa sadece bir ilaha inanmak, şeriat katmanındaki Tevhid'in anlamıdır.. Katmanlar derinleştikçe o kelimenin ihtiva ettiği mana da genişler..

Sonuç olarak Güneşe bakmak isteyen kişi, bunu ancak Ay'a bakmak süretiyle gerçekleştirebilir.. Ay, güneşin nurunun yansımasıdır.. (Burada Güneş Hakkın, Ay ise Peygamber Efendimizin remzidir.)
 

Intruder

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Haziran 2023
Mesajlar
120
Tepkime puanı
23
Hak dostları bizleri Resulullah'a, Resullullah ise bizi Hakk'a ulaştırır.

Bunu tasavvufi olarak dile getirmek gerekirse, Fenafi'ş-Şeyh olmayan kimse Fenafi'r-Resül makamına erişemez.. Fenafi'r-Resül makamına erişemeyen kimse ise Fenafillah'a ulaşamaz.. Fenafillah'a erişemeyen kimse ise Bekabillah makamına erişemez.

İlkokulu okumayan kişi, ortaokula geçemez. Ortaokulu okumayan kimse, Liseyi okuyamaz. Liseyi okumayan kimse ise Üniversiteyi okuyamaz..

Dinin emirlerinden habersiz olan (yani şeriate dair bilgisi olmayan) kimseler tasavvuf konularını, tasavvuf konularını bilmeyen kimseler hakikat konularını, hakikat konularına bilmeyen kimse de marifet konularını bilemez ve anlayamaz..

Yani bir öğrencinin gideceği yol şöyledir.. İlkokul (Şeriat), Ortaokul (Tarikat), Lise (Hakikat) ve Üniversite (Marifet)

Nasıl ki bir dersin adı, tüm katmanlarda aynı olmasına rağmen onun içeriği katmanlara göre farklılık arzediyorsa, bunun gibi ibadetlerimiz de her bir katmanda farklılık arzeder. Şeriat katmanındaki bir kimsenin namazı ile, Hakikat veya Marifet katmanlarındaki birinin namazı ibadet yönünden aynıysa da mana yönünden aynı değildir. (Bu farklılığı ancak ehli bilir ve anlar.)

Okur-yazar olmak için ilkokul bilgi düzeyinde olmanız yeterlidir. Bundan daha ötesini istemiyorsanız, bu sizin için yeterlidir. Eğer ki okur-yazar olmaktan daha ötesini istiyorsanız, o zaman bu katman sizin ihtiyaçlarınızı karşılamada yetersiz kalır.

Bir resim 3 renk katmanından oluşur. (Red, Green, Blue) Ancak bu 3 renk katmanının birleşimi ile resmi tüm renkleriyle görebilirsiniz. İşte Şeriat, Tarikat ve Hakikat katmanlarını birleştirdiğinizde bu size Marifet katmanını verir..

Her bir katman bilgisi, altındakine göre fazlalık, üstündekine göre ise eksiklik ifade eder.. Tarikat bilgisi Şeriat bilgisine göre fazlalık ifade ederken, Hakikat bilgisine göre de eksiklik ifade eder..

Marifet ehlini Üniversite tahsilini görmüş biri olarak düşünürsek, bu kimse her bir katmandaki kimseye kendi bilgi katmanına göre eğitim verir. İlkokul (Şeriat) öğrencisine ilkokul bilgisi ile, Ortaokul (Tarikat) öğrencisine ortaokul bilgisi ile, Lise (Hakikat) öğrencisine ise lise bilgisi ile..

İşte, hakikat ehli bir kimsenin bir sözünü veya kitabını okuduğunuzda ilk sormanız gereken, bu zat bunu hangi makamdan ve hangi makam ehline hitap ederek konuşmuştur olmalıdır.

Bu sorunun cevabını bilebilmek için tüm katman bilgisine sahip olmanız gerekmektedir. Eğer bu katmanlara hakim değilseniz, bu sorunun cevabını veremezsiniz.

Bir öğretmenin, matematikte sadece sayılar kullanarak işlem yapabilirsiniz dediğini düşünün.. Eğer bunun ilkokul katmanı için olduğunu bilmez de onu ortaokul katmanından değerlendirmeye kalkışırsanız o zaman öğretmenin yanlış konuştuğunu veya o şey hakkındaki bilgisinin az olduğunu söylemeye başlarsınız.

İşte tüm fikir ayrılıklarının nedeni budur.. Herkes kendi makamından ve kendi makamının gerektirdiği şekilde konuşur.

Bir kimse evrende kaos görüyorsa, bu o kişinin hayatının bir kaos içerisinde olduğunu gösterir.. Eğer bir kimse evrende ahenk görüyorsa, bu o kişinin hayatının da bir düzen içerisinde gittiğini gösterir. Hem kaosu hem de ahengi görebiliyorsa işte o kişi diğer ikisine göre çok daha bilgilidir..

Bir operada, bir çok farklı enstrumanın olması bir kaos ortamı olarak ifade edilse de hepsinin birleşerek bir ahenk oluşturması buna bir örnektir.. (Bağırsaklarımız tek başına düşünüldüğünde, içerisinde pislik barındıran bir yerdir.. Ama vücud açısından düşünürsek, önemli bir şeyi ifa ettiğini anlarsınız.. Yani tek başına kötü olarak adlandırdığımız şeyler aslında bir bütünde önemlilik arzeder. Şeytanın varlığı tek başına kötü bir şey gibi olsa da, genel anlamda kişinin cenneti kazanmasını sağlaması yönünden önemli bir rolü üstlenir.)

Birbirinden alakasız sözler söyledimse de aslında hepsi yukarıda bahsettiğim şeyleri daha iyi anlayabilmeniz içindir.

(Sözlerimi birleştirmek gerekirse) Hakikat ehli kimseler kimi zaman Allah'a itaat etmekten, kimi zaman ise Peygamber Efendimize s.a.v ittiba' etmekten bahsetmişlerdir. Tevhid ehli kimseler bilir ki bu ikisi aslında birbirinden farklı şeyler değildir. Bu yüzden Kuran'da çoğu kez Allah ve Resülü şeklinde geçer.. Birini diğerinden ayıran kimse, bu hakikatlere karşı kör olan kimselerdir. Bu hakikatlere burada kör olan kimse, cennete girse bile bu körlükten asla kurtulamaz.

"Kim burada (dünyada) kör ise, ahirette de kördür" İsra 72

İster Allah'ın sevgisinden Resulullah'ın sevgisine ulaşın, ister Resulullah'ın sevgisinden Allah'ın sevgisine ulaşın.. Her ikisi de aynı şeydir.. Ama unutulmaması gereken bir hadisi kutsi vardır..

"Kim Beni sever ama Resülümü sevmezse onu Cehennemime koyarım. Kim Beni sevmez ama Resülümü severse, onu da Cennetime koyarım."

Resülünü sevip, Allah'ı sevmeyeni daha görmedim.. Ama Allah'ı sevip, Resülünü sevmeyeni çok gördüm.. Bunu sözlü ifade edemeseler de, kalplerindekini gizleyemedikleri aşikar.

"Sen olmasaydın, sen olmasaydın eflakı yaratmazdım." Hadisi kutsisini kabullenemiyorsa, Peygamberimize "Efendimiz" bile diyemiyorsa, O'nu hem bu dünyanın hem de ahiretin efendisi olarak görmüyorsa, O bize Kuran'ı tebliğ etti ve gitti diyorsa, O'nun bizden ne üstünlüğü vardı diyebiliyorsa.. o kişi Allah'ı sevse dahi bile cehenneme gidecektir. Çünkü hadisi kutside bunu bizzat Allah c.c söylüyor..

Kimse kendisine ve kendi aklına güvenmesin. Nice akıllı kimseler bu dünyadan imansız gitti.. İbni Sina buna en güzel örnektir. Onun imansız gitmesine yol açan neydi biliyor musunuz ? Kitaplarında söylediği ilimleri kendisine mâl etmesiydi. Halbuki O'na tüm ilimler Peygamber Efendimiz aracılığı ile gelmekteydi.. O ise bunu kendisine mâl etti ve ölürken imansız gitti.. (Bu kadar basit şeyden bile imansız gidilebiliyorsa, peki Resulullah böyle demedi diyenlerin halini siz düşünün.)

"Her kim, söylemediğim şeyleri bana isnâd ederse Cehennem'deki yerine hazırlansın!" Hadisi Şerif

Bu hadisi "söylemediğim şeyleri bana isnâd ederse" ibaresini "söylediğim şeyleri inkar ederse" şeklinde de anlayabilirsiniz.

Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır ayetini Her kolaylıkla beraber bir zorluk vardır şeklinde de anlayabilirsiniz. Bir şeyi kolay mı elde ettiniz.. Bilin ki onun arkasında mutlaka bir zorluk gelecektir.. Zorlukla elde ettiğiniz bir şeyler mi var bilin ki onun arkasından bir kolaylık gelir.. Bu bilgileri bakış açınızı genişletmek için veriyorum.

Mesela çince konuşmak istiyorsunuz ve bunu çok hızlı bir şekilde yaptınız.. (Çince dilbilgisel olarak en kolay öğrenilebilen dillerdendir.) Bir iki ayda seler sular gibi çince konuşmaya başladınız.. Ama o konuştuğunuzu okumaya ve yazmaya gelince büyük bir zorluk çekersiniz. Çünkü kolay başlanan işin sonrasında mutlaka bir zorluk vardır..

Arapça en zor dilbilgisine sahip dildir.. Bu zorluğa rağmen çok hızlı bir şekilde Arapça okuyup, yazabilir ve hatta konuşabilirsiniz..

Hatta daha iyi anlayabilmeniz için, her çıkışı olan yokuşun bir inişi, her inişi olan yokuşun da bir çıkışı vardır. Konuyu gereksiz yere uzatmak olmasaydı size bunun hakkında daha çok örnek verirdim..

Âlemin Hakk'ın tecellisinden meydana geldiğini söyledik.. Peygamber Efendimiz s.a.v Hakk'ın aynasıdır.. O aynada gözüken Hakk'ın kendisinden başkası değildir.

Zatıma mir'at (ayna) edindim zatını, adım ile yazdım adını.. Vesiletü'n-Necat - Süleyman Çelebi Hz.leri

Siz ister aynadaki görüntüye aşık olun, isterse aynadaki görüntünün sahibine.. Ama bilin ki Hakk'ı sadece ayna aracılığı ile görebilirsiniz, bu ise ancak Resulullah ile olur..

Mü'min, mü'minin aynasıdır. Hadisi şerifinde bu dile getirilmiştir. Bu hadisin bir çok manası vardır. Bizim konumuz ile alakalı olan kısmı şudur. Hadisteki ilk mü'min Peygamber Efendimiz, ikinci mü'min ise Allah'tır..
 

Intruder

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Haziran 2023
Mesajlar
120
Tepkime puanı
23
Sözlerimin yanlış anlaşılmaması için ilave yapma ihtiyacı duydum. Her ne kadar aynada gözüken görüntü, aynanın karşısındaki ise de onun zatı değildir.. Çünkü aynada gözüken görüntü, o görüntünün sahibi değildir sadece onun yansımasıdır.

Buna başka bir örnek vermek gerekirse, eliniz sizdendir ama elinize siz denilemez.. Yani eliniz size aittir ama size ait olan bir şey için bu sizsiniz denilemez.. Buna sizden gayrısıdır da denilemez.

İşte bu örnek, islam alimlerinin quantum fiziğini bu zamandan ne kadar önce bildiklerini gösteriyor..

Bir şeyin var olmasına 1 dersek, yok olmasına da 0 denilir.. Bir şeyin hem var, hem yok olmasına da 1 ve 0'ın aynı anda olması denir ki biz buna bugün quantum fiziği diyoruz..

Bizler vücudu var gibi gözüken yoklarız yani birer eğretiyiz.. Allah ise yok gibi gözüken yegane var olandır.

Hayat bir hac yolculuğu gibidir. Kimileri gittiği yoldan gerisin geri döner, kimileri yanlış yollara sapar ve doğru gidenleri de kendi gibi saptırır, kimileri dağ dere tepe aşar, kimileri düz yolda şaşar, kimileri ise bu yolda bir rehber (mürşid) edinerek Kabe'ye sağ selamet varır..

Bu yolda ne tehlikeler vardır.. Nice eşkiyalar bu yol üzerinde sizi beklemektedir.. En kötüsü ise doğru yolda gittiğinizi zannedersiniz ama her adımınızla Kabe'den biraz daha uzaklaşırsınız.. Kendiniz gibi başkalarını da saptırırsınız.
 

VOYAGER

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
8 Şubat 2024
Mesajlar
35
Tepkime puanı
3
Ama Allah'ı sevip, Resülünü sevmeyeni çok gördüm
Bu ifade garip bir ifadedir, çünkü son peygamber Hz. Muhammet'in (S.A.V.) hayatını okuyan bir kişi ona karşı bir tazim, hürmet ve muhabbet duymalıdır. O halde bir kişinin ona muhabbet duymaması mümkün olabilir mi veya onu sevmeyen bir kişi zaten müslüman olabilir mi? Sizin bahsettiğiniz kişiler hem müslüman olup hem de "Resulü" sevmemezlik edebilirler mi? Bu nasıl mümkün olabilir? İlk defa böyle bir iddia ile karşılaştım.

O'nun bizden ne üstünlüğü vardı diyebiliyorsa..

Allah katında üstünlük takva ile ölçüldüğüne göre ve Peygamber Efendimizin de takva bakımından diğer insanlara göre önde olduğu zaten Peygamber olması sebebiyle beklenen ve akla uygun bir sonuç iken, bu garip ifade ile bahsedilen bir müslüman hiç var olabilir mi acaba? Bir müslüman böyle bir ifadeyi hiç kullanabilir mi acaba? İlk defa böyle bir iddia ile karşılaştım.

Hadisteki ilk mü'min Peygamber Efendimiz, ikinci mü'min ise Allah'tır..
Mümin kelimesinin anlamı, inanan yâni inançlı kişi demektir ve insanlar için kullanılır. Allah'ın varlığına ve gönderdiği İslam dinine inanan kişi anlamına da gelir. Elbette Hz. Muhamet (S.A.V.) bir mümindir. Allah'ın mümin olması ise "El-müm'in esma-ül hüsnası" sebebiyledir ve "emniyet veren" anlamını taşır, yâni inanan kişi anlamında değildir. Siz bu ifadeyi
Peygamber Efendimiz s.a.v Hakk'ın aynasıdır.. O aynada gözüken Hakk'ın kendisinden başkası değildir.

şeklinde yorumlamaktasınız ama maalesef bu yorum, önemli bir yanlış anlaşılmaya sebep olabilir. Şöyle ki, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet (S.A.V.) için adeta Cenab-ı Allah Zül-Celal Vel İkram Hazretlerinin -hâşâ- bu âlemdeki gölgesidir anlamını çıkartanlar olmuştur. (Belki "gölgesi gibidir" ifadesi daha uygun olabilirdi.)

Fakat bu görüş "hulûl" sonucuna yol açabilir ki, Yaratan ile kulların kesinlikle ayrı olması gerektiği ilkesine aykırıdır.

Sonuç olarak Hatem'ül Enbiya Efendimiz Hz. Muhammet (S.A.V.) ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim ve sahih hadislerin dışında kalan ve sahih olduğu tartışmalı veya şüpheli olan bazı kaynaklara dayanarak yanlış anlamalara sebebiyet verecek böyle görüşleri ifade etmekten kaçınmak gereklidir. Şu iki hadisi hatırlatmak isterim:

(1) Huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan kişiye, Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten, Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)

(2) Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhive sellem- insanların kendisi hakkında aşırılığa kaçmasına müsâade etmezdi:
“Bana «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyiniz!” buyururlardı. (Buhârî, Enbiyâ, 48)

Hürmetler.
 

Intruder

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Haziran 2023
Mesajlar
120
Tepkime puanı
23
Bu ifade garip bir ifadedir, çünkü son peygamber Hz. Muhammet'in (S.A.V.) hayatını okuyan bir kişi ona karşı bir tazim, hürmet ve muhabbet duymalıdır. O halde bir kişinin ona muhabbet duymaması mümkün olabilir mi veya onu sevmeyen bir kişi zaten müslüman olabilir mi? Sizin bahsettiğiniz kişiler hem müslüman olup hem de "Resulü" sevmemezlik edebilirler mi? Bu nasıl mümkün olabilir? İlk defa böyle bir iddia ile karşılaştım.
Biz de aynı şeyden bahsediyoruz zaten. Sözlerimi dikkatli seçiyorum ve yerli yerinde kullanmaya çalışıyorum.

Şu an Peygamber Efendimiz s.a.v gelse, O'nun sözlerine muhalefet edecek milyonlarca müslüman (!) olacaktır. Belki Peygamber Efendimiz tekrar gelmeyecektir ama O'nun halifesi makamında olan Mehdi a.s gelecektir. Hadislerde O'na uyan bana uymuştur, O'nu reddeden beni reddetmiştir şeklinde geçmektedir ve yine Mehdi a.s'a karşı Kuran ayetleriyle savaşılacağı söylenmiştir. (Mehdi a.s bir şey söylediğinde; Sen bizim dinimizi yıkmaya çalışıyorsun senin dediğin şey Kuran'ın şu ayetine aykırıdır denilerek kendisi inkar edilecektir.)

Sizin bir şeyi ilk defa duymanız o şeyin olmadığını göstermez.
"Kim Beni sever ama Resülümü sevmezse onu Cehennemime koyarım. Kim Beni sevmez ama Resülümü severse, onu da Cennetime koyarım."
Bu hadisi kutsiyi ilk okuduğumda (20 sene önce) ben de sizin gibi şaşırmıştım. Bu nasıl olabilir diyordum. Şimdi onun olduğunu bizzat kendi gözlerimle görüyorum. Bize Kuran yeter diyenlerin hepsi Hz. Peygamberi saf dışı bırakan kişilerdir.
Şöyle ki, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet (S.A.V.) için adeta Cenab-ı Allah Zül-Celal Vel İkram Hazretlerinin -hâşâ- bu âlemdeki gölgesidir anlamını çıkartanlar olmuştur. (Belki "gölgesi gibidir" ifadesi daha uygun olabilirdi.)
Gölge kelimesinden ne anlamaktasınız ? Gölgenin özelliklerini saydığınızda Peygamber Efendimizin Allah'ın gölgesi olup olmadığını da anlamış olursunuz. Gölgenin kendisine ait bir vücudu yoktur. Yani gölgenin sahibi her ne yapıyorsa, gölge de onu yapar. Gölge, sahibinin aksine hiç bir şeyi yapamaz.

Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Enfal 17

Her ne kadar aynada gözüken görüntü, aynanın karşısındaki ise de onun zatı değildir.. Çünkü aynada gözüken görüntü, o görüntünün sahibi değildir sadece onun yansımasıdır.
Bu uyarıyı tekrar yapıyorum. (Çünkü yazdıklarım dikkate alınmıyor herkes kendi almak istediği şeyi alıyor. Yazdıklarım onlarca hakikat ehli zatın kitaplarında okuduğum şeylerin harmanlanmış halidir.)
Fakat bu görüş "hulûl" sonucuna yol açabilir ki, Yaratan ile kulların kesinlikle ayrı olması gerektiği ilkesine aykırıdır.
Hulûl ve İttihadın olabilmesi için ikinci bir vücudun olması gerekmektedir. Biz diyoruz ki Vacibul Vücud olan yegane varlık sahibi Allah'tır. O'ndan başkası yok ki hulûl veya ittihad olabilsin.

Allah, gökleri ve yeri Hakk ile yarattı. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden yücedir. Nahl 3

Allah c.c bu alemi Kendisinden Kendisine tecelli etmek suretiyle yaratmıştır. Ayette Hakk ile yarattı sözü bunu ifade etmektedir. Sizinle birlikte biz de bu ayeti kıyamete kadar okumuş olsaydık asla böyle bir mana veremezdik. (Çünkü bu söz bize ait değildir. Bu, Hakikat ehli zatlardan okuduğumuz veya işittiğimiz hakikatlerdir.)
Huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan kişiye, Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten, Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)
Bu Peygamber Efendimizin s.a.v kemalinin bir göstergesidir. Bir evliyanın tevazu yaptığını az çok anlarsınız değil mi ? O zât bu sözüyle tevazu ediyor dersiniz. Kendisinde her şey kemal bulmuş birinin tevazusunu anlamak o kadar kolay bir şey değildir. Peygamber Efendimizin bazı sözlerinle tevazu ettiğini anlamayan kimseler, bak gördün mü Peygamber bunu böyle söylüyor şeklinde O'nun derecesini düşürmek istiyor.

Halbuki meşhur bir söz vardır.

Âlim söylediğinin üzerindedir, cahil ise söylediğinin aşağısındadır.

Âlim kimsenin derecesi, (tevazusu sebebiyle) kendisi hakkında söylediği şeylerin çok üzerindedir. Cahil ise (kibirli olması sebebiyle) kendisini gördüğü derecesinden çok aşağıdadır.

Herkes Peygamber Efendimizi imanı derecesiyle tanır, bilir ve sever.
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhive sellem- insanların kendisi hakkında aşırılığa kaçmasına müsâade etmezdi:
“Bana «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyiniz!” buyururlardı. (Buhârî, Enbiyâ, 48)
İşte tasavvuf kişiye edebi öğretir. İllâ Edep İllâ Edep dedikleri şey budur.. Bu yüzden dergahların girişine Edep Yâ Hû yazılmıştır.

Herkesin bildiği meşhur bir söz vardır.

El-emru fevka'l-edep (Emir, edepten üstündür)

Mekke'nin fethinde Peygamber Efendimiz s.a.v, Hz. Bilal'e ezan okuması için Kabe'nin üzerine çıkmasını emir buyurur. Hz. Bilal hiç bir tereddüt etmeden Kabe'nin üzerine çıkmış ve ezanını okumuştur. Bunda ne var diyebilirsiniz. Kâbe gibi kutsal bir yerin üzerine çıkmaya edep duyan biri iseniz, bu emir edebinizin üzerinde bir şeydir.

Bu söz, Peygamber Efendimiz söz konusu olduğunda geçerli değildir. Peygamber Efendimiz emir buyursa bile O'na karşı edebinizi takınmanız gerekmektedir.

Peygamber Efendimiz s.a.v vefatına yakın (hasta yatar bir durumda iken) namazı kıldırması için Hz. Ebubekir'e emir buyurur. Peygamber Efendimiz namaz esnasında zor da olsa gelir. Bunu gören Hz. Ebubekir namazı Peygamber Efendimize vermek için geri çekilir. Bunu gören Efendimiz ise namaza devam etmesini işaret buyurur. Hz. Ebubekir r.a ise bu emre edeben uymayarak yerini Efendimize verir ve namazı Efendimiz kıldırır.

İşte Peygamber Efendimizin, ben de sizin gibi bir beşerim sözüne göre hareket eder de O'nun bizden ne farkı vardı derseniz, O'na karşı büyük bir edepsizlik yapmış olursunuz. O'nun yanında sesini yükseltmek bile yasaklanmışken..

Bu zamanın insanı Peygamber Efendimizin değerini pek bilmiyor.. Peygamberi karşısında görseler O'nunla hâşâ askerlik arkadaşı gibi konuşmaya başlarlar. İşte tasavvuf size bu edebi öğretir.

Bazıları derler ya, şeyhin önünde el pençe divan duruyorlar diye. Bu edebe bir şeyhin terbiyesinde kavuşamayanlar, Peygamberin huzurunda O'na karşı edepsizlik yapmaktan kaçınamazlar.

Gör ümmetinin halini ne haldeyiz !

Ümmetinin bu halini görseydi, ümmeti için çok ağlardı !

Peygamber gelseydi ona ümmetinin durumunu şikayet ederdim
diyenler bu edepsizlere bir örnektir.

Zaten bu halimizi gördüğü için sabahlara kadar ağlamıyor muydu ? Daha dünyadayken Ümmetinin bu halinden habersiz miydi de ?

Bana geçmiş ve gelecek her şey gösterildi

Bana öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri öğretildi.

Bana ümmetimin (tüm) günahları gösterildi.


diyen birinin bu zamandan habersiz olduğunu söylemek en basit tabiriyle cahilliktir.

Peygamber Efendimizin yer yüzünde halifesi (gölgesi) sayılan zâtlara da edepsizlik yapmak aynen Peygamber Efendimize yapılan edepsizlik gibidir.

Cüz'i inkar külli inkar gibidir kaidesine göre gölgeyi inkar da o gölgenin sahibini inkar etmeyi gerektirir.

Keşke ne demek istediğimi (benim anlatmaya çalıştığım gibi) anlayabilseydin.. Ama ne dersem deyim, anlattığım şey karşı tarafın anladığı kadarıyladır.. Selametle..
 

omer_ömer

Başarılı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Mart 2024
Mesajlar
74
Tepkime puanı
3
Her şey zıttı ile kâimdir. (Zıttı olmayan tek şey Allah'ın zâtıdır. Allah'ın varlığını anlayamamız da bu yüzdendir. Allah'ın yokluğu olmadığı için varlığını da o yüzden anlayamıyoruz.)

Allah'ın Batîn ve Zâhir esmalarından bahsetmiştik. Allah c.c, zâhir iken bile batînlığından bir şey kaybetmez. Çünkü Allah c.c zâtı itibariyle gizli, isim ve sıfatları ile zâhirdir.
Bakmayım dedim ama, konu içeriğine bir göz atayım dedim, duramadım. Ve maalesef yine absürt ifadeler..

Zıddı olmayan tek varlık, Hz. Allah 'tır evet.

Ancak, Hz. Allah 'ın varlığını anlayamadığınız halde, Batın (görünmeyen) ve Zahir (görünen, açık) esmalarından nasıl bahsede biliyorsunuz.?

Bilmediğiniz bir şeyi nasıl anlatabiliyorsunuz.?

Vücudu ile mevcut,
Sıfatı ile muhit,
Esması ile zahir,
Ef'ali ile malum
olan Hz. Allah, bilinmekliğimi diledim, murad ettim buyuruyor. Fakat siz, varlığını anlayamadığınız Allah 'ın isim ve sıfatlarından bahsediyorsunuz.! Bu nasıl bir çelişki.? Allah bilinemez mi.?

İsim ve sıfatları ile Zahir olan bir Allah c.c anlaşılamaz mı.?

Eşhedüenlalilahe illallah 'ile lisanen şahitliği ifade edip, gerçek manada şahidi olmadığınız bir Allah 'tan mı bahsediyorsunuz.? Zahir sıfatından, Zahir olandan bahsedip, anlayamamaktan bahsediyor olmanız gerçekten düşündürücü.! Ama satırlarınıza yansıyan bu yanınız olmasaydı, yazdıklarınız Hakikat yönünden eleştirilebilir olmazdı.

Eleştiriliyorsa da, bu sizin açınızdan önemli. Çünkü düzeltmeniz gereken yanlarınızı ortaya koyuyorsunuz. Sözlükte ;

Batın = Bir şeyin içi, ortası, bilinmeyen yüzü, içyüzü.
Zahir = Görünürde olan, görünen, belli, açık.

Vah Intruder Vah..! Demek oluyor ki, diğer açmış olduğun konulara da baksak, neler çıkacak neler..
 

VOYAGER

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
8 Şubat 2024
Mesajlar
35
Tepkime puanı
3
(1)
Hz. Allah, bilinmekliğimi diledim, murad ettim buyuruyor.

Faruk Beşer hoca 11.12.2020 tarihli "Tasavvuf ve Hadis" başlıklı makalesinde şu görüşleri belirtmiştir: "Dün rast gele bir tasavvuf kanalına bakarken sohbet yapan hoca “dersimizin konusu ‘Küntü kenzen mahfiyyen.’ kudsi hadisi olacaktır” diye söze başladı ve bu söze binaen yapılmış edebiyata dalıp gitti. Oysa bu söz için hadis alimleri ‘uydurmadır/mevzudur, aslı yoktur’ hükmünü vermişlerdir. Manası bilindiği gibi şudur: ‘Allah buyurmuştur ki, ben saklı bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım ki, beni bilsinler’.

Meselenin ciddiyeti şundandır: Konu bir akıl ve içtihat konusu değil bir iman konusudur. O halde bu sözün aslı varsa ne diyorsa öyle inanırız, yoksa inanmayız. Ve biz biliyoruz ki, bir meseleye iman konusu olarak bakabilmemiz için onu bize nakleden nassın sahih olması bile yetmez, en azından manevi tevatürle gelmiş olması gerekir. O halde böyle bir söz üzerine bir akide kurmaya çalışmak ilme ve sahih imana aykırıdır.

İkinci olarak var kabul edenler, sahih olmadığı için bunu destekleyecek ayet ya da hadisler aramak zorunda kalırlar. Nitekim diyenler olmuş ki, efendim bu söz sahih olmasa da şu ayetin manasına uygundur: ‘Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım’. Oysa ikisi arasında büyük bir anlam farkının olması bir yana, neden sırf bizim tasavvuf felsefemizi okşuyor diye aslı olmayan bir söze bir ayeti kerimeyi destek yapmaya çalışalım? Bu ayete karşı bir su-i edep olmaz mı? Ayeti kerimenin dediği bize yetmiyor mu? Nitekim belki de ayetin bu sözü desteklediği var sayılınca ayetteki ‘sırf bana ibadet etsinler’ anlamındaki ‘li-ya’budûn’ kelimesi, ‘li-ya’rifûn’ yani ‘beni tanısınlar’ diye tefsir edilmiş, böylece de anlamı o sözün anlamına yaklaştırılmıştır. Oysa ayet kendi içinde çok manidardır. Şöyle ki: ‘Sırf bana ibadet etsinler’ ifadesi iki türlü anlaşılabilir: Başkasına değil sadece bana ibadet etsinler. Ya da başka hiçbir şey yapmasınlar, sırf bana ibadet etsinler. Elbette açık olan birinci manadır, ama ikincinin de şöyle bir izahı olabilir: Kul her işini doğru ve iyi bir niyetle yaparsa uykusu, yemesi ve içmesi dâhil bütün fiillerini ibadete dönüştürebilir. Kulun nihai hedefi bu olursa, ne kadarını yapabilirse o kadarını ibadete dönüştürmüş olur.

Bu örnekle geldiğimiz nokta şurasıdır. Tasavvufun afetlerinden birisi de bazılarının gönüllerini okşayan her sözü, eğer daha önce buna hadis diyen birisi varsa, aslının bulunup bulunmadığına bakmadan hadis diye kabul etmeleridir. İnsani yönüyle çok değerli sufi bir hadis hocası arkadaşımıza bir gün, sizin okuduğunuz bu hadis için muhaddisler mevzudur/uydurmadır diyor, siz bir hadis hocası olarak buna nasıl hadis diyorsunuz diye sorduğumda beni hayrete düşüren şu cevabı vermişti. "Bir sözün bizim sâdatımızın kitaplarında hadis diye geçiyor olması bizim onu hadis saymamız için yeterlidir". Bir başkası da "Ben usul musul tanımam, bizimkiler ona hadis demişse biz onu sahih biliriz" demişti. Sâdat dedikleri hadis alimleri değil, meşayihtir. Hadis denen ama hadis olmayan sözlere tutunma meselesi tasavvufun çok büyük bir açığıdır.


Şimdi belirleyici soruyu soralım: Bu dinin temel kaynağı Kur'an-ı Kerim ve onu açıklayan Sünnet ise, Kuran’ın bize ulaşmasında şüphe olmadığına göre, Sünnetin yazılı halde ifade edilen şekli olan hadislerin sahihini sakiminden ayıracak mıyız ayırmayacak mıyız?

(2)
Allah bilinemez mi?

İbrahim Hakkı Aydın hoca "Kenz-i Mahfi" başlıklı ansiklopedi maddesinin en başında bu söz için "Hakk’ın zâtının mutlak bilinmezliğini ifade eden bir tasavvuf terimi" ifadesini kullanmıştır ve "(...) mutlak anlamda gizli (gayb, sır) olan Hüviyete ve Zâta Kenz-i Mahfî denilmesi, Onun hiçbir zaman bilinemeyeceğini ifade etmek içindir. (...)" ifadesini eklemiştir.

Daha sonrsında ise "Âlemi yaratınca artık O mâruf (bilinen ve tanınan) olmuştur. Fakat bu bilinme sıfat ve isimlerinin zuhur etmesi şeklindedir ve O sadece bu yönden bilinir hale gelmiş, mutlak gayb olan hüviyeti ve zâtı itibariyle yine gizli bir hazine olarak kalmıştır. Allah, kâinat var olmadan evvel ne kadar gizli ise var olduktan sonra da o kadar gizlidir. Bu sebeple mutasavvıflar hadiste geçen, “Gizli bir hazine idim” ifadesini, “Gizli bir hazineyim” şeklinde anlamak gerektiğini, buradaki “idim” kelimesinin zamanı ifade etmediğini önemle belirtmişlerdir. Bu söz, Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla ezelden beri zuhur ve tecelli ettiği, böylece zâtı itibariyle bilinemezken zuhur ve tecellileriyle bilinmekte olduğu, yani bilinirliğinin zât mertebesinde değil isim ve sıfat mertebesinde olduğu anlamına gelir." açıklamasını eklemiştir.

(3) Naçizâne şahsi görüşüm, Kelime-i Şehadet olarak bilinen veciz ifade içinde bulunan "şehadet" fiilinin baş gözü ile yapılan sıradan bir görme fiili olmadığı ve zaten de olamayacağı, bu yüzden de, mecburen imânı yâni inanmayı belirten mecaz anlamda bir şehadet olduğudur, çünkü baş gözü ile görülen ne varsa mahlûktur (yaratılmıştır). Halbuki Allah, hâliktir (Yaratılmamışır, Yaratandır.) Dolayısıyla Onun varlığı ve birliğine şehadet etme baş gözü ile olamaz, mecazen kâlp ile olabilir ki, Allah'a imân diye bilinir. Allah'a imân ile Allah'ı bilmek aynı şey değildir. Zâtını ancak yine Zâtı hakkı ile bilebilir. Kullar ise Onu, Onun Kendi Zâtını bildiği gibi bilemeyeceği için veya bir mahlûku bileceği gibi bilemeyeceği için, Onun varlığı ve birliğine ancak imân edebilirler. (Yanlış ifade ediyorsam eğer, buyrun düzeltin, size müteşekkir olurum.)

(4) Hatasız kul olmaz. İtiraz ettiğiniz üyenin bazı hatalı ifadeleri belki olabilir ama kendisinin yapıcı eleştiriye açık olduğunu ümit ediyorum. Hürmetler.
 

omer_ömer

Başarılı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Mart 2024
Mesajlar
74
Tepkime puanı
3
(1) Faruk Beşer hoca 11.12.2020 tarihli "Tasavvuf ve Hadis" başlıklı makalesinde şu görüşleri belirtmiştir: "Dün rast gele bir tasavvuf kanalına bakarken sohbet yapan hoca “dersimizin konusu ‘Küntü kenzen mahfiyyen.’ kudsi hadisi olacaktır” diye söze başladı ve bu söze binaen yapılmış edebiyata dalıp gitti. Oysa bu söz için hadis alimleri ‘uydurmadır/mevzudur, aslı yoktur’ hükmünü vermişlerdir. Manası bilindiği gibi şudur: ‘Allah buyurmuştur ki, ben saklı bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım ki, beni bilsinler’.
Ezel-i ervahtan hep konuşulur, hep bahsedilir. Ancak bunun neler içerdiğinden kimsenin bir bilgisi yoktur. Bilinse de, Kuran 'da bahsedildiği kadar, hatta daha da az.! Hz. Allah, bütünüyle mevcudatı yaratmasa idi, buna mahlukat ve insanoğlunu da dahil edersek, Allah 'ın varlığı, birliği, eşi ve benzeri olmadığı, her bir zerrenin tek ve gerçek sahibi olduğu, tamamı ile, güç, kuvvet, kudretin tek sahibi olduğu, ne ifade ederdi.?

Hz. Allah 'ın zatı var, başkaca hiç bir yaratılmış yok. Ol deyip oldurduğu hiç bir zerre yok. Hz. Allah 'ın varlığının (haşa) zatı için önemi nedir.? ''Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murad ettim'' sözünün, bu manada uydurma olması mümkün müdür.? Bunu ancak sadır ilmi ehlinden, Evliyaullah 'tan duyabilirsiniz, satır ilmi erbabı bundan hiç bir şey anlamaz.

Hz. Allah Kuranda, Mü'min suresi 11. ayette buyuruyor ki;

Dediler ki: "Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi (ateşten) çıkmak için bir yol var mı.?"

Acaba paylaşmış olduğunuz yazı hakkında hiç tefekkür ettiniz mi.? Hz. Allah insanı ezel-i ervah 'ta var etmiş, öldürmüş ve ezeli unutturmuş olarak, iki ayrı kişiyi (anne ve babayı) vesile kılarak, dünyaya göndermiş, (var etmiş) verilen bu canı da alıp, öldürüp, ahiret yurduna tekrar götürecek ve bu can, kıyamette tekrar dirilecek.!

Yoktan var edildiniz, öldürüldünüz, dünyaya gönderildiniz, öldürülüp kıyamette tekrar dirileceksiniz.! Üç kez var oluş, iki kez ölüm..! Hiç düşündünüz mü.?

Şimdi düşünelim, Hz. Allah 'ın bilinmekliğini ne için dilemiş olabileceğini.! Bunca merhalelerden geçen biz insanlığın, elimizdeki verilmiş olan donelere bakma ihtiyacı hissetmeden, kendimizce doğrulardan bahsediyor olmamız, gerçekten de düşündürücü.
Meselenin ciddiyeti şundandır: Konu bir akıl ve içtihat konusu değil bir iman konusudur. O halde bu sözün aslı varsa ne diyorsa öyle inanırız, yoksa inanmayız. Ve biz biliyoruz ki, bir meseleye iman konusu olarak bakabilmemiz için onu bize nakleden nassın sahih olması bile yetmez, en azından manevi tevatürle gelmiş olması gerekir. O halde böyle bir söz üzerine bir akide kurmaya çalışmak ilme ve sahih imana aykırıdır.

İkinci olarak var kabul edenler, sahih olmadığı için bunu destekleyecek ayet ya da hadisler aramak zorunda kalırlar. Nitekim diyenler olmuş ki, efendim bu söz sahih olmasa da şu ayetin manasına uygundur: ‘Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım’. Oysa ikisi arasında büyük bir anlam farkının olması bir yana, neden sırf bizim tasavvuf felsefemizi okşuyor diye aslı olmayan bir söze bir ayeti kerimeyi destek yapmaya çalışalım? Bu ayete karşı bir su-i edep olmaz mı? Ayeti kerimenin dediği bize yetmiyor mu?
İlim erbabı diye ortalarda gezen bir çok kişi, Tasavvuf ile hiç bir ilgi ve alakası olmadığı halde, Tasavvufu, Evliya 'yı, konularında dolgu malzemesi olarak kullanıyor. Hiç bir Evliya 'ya tabii olmadıkları halde, Tasavvuftan ve Evliyaullah 'tan bahsederken, maalesef bir çoğu Tarikat karşıtıdır.

Şeriatsız, Tarikatsız, Tasavvuf 'suz Hakikat, Mağrifet, dolayısı ile Din yaşanmaz..
Nitekim belki de ayetin bu sözü desteklediği var sayılınca ayetteki ‘sırf bana ibadet etsinler’ anlamındaki ‘li-ya’budûn’ kelimesi, ‘li-ya’rifûn’ yani ‘beni tanısınlar’ diye tefsir edilmiş, böylece de anlamı o sözün anlamına yaklaştırılmıştır. Oysa ayet kendi içinde çok manidardır. Şöyle ki: ‘Sırf bana ibadet etsinler’ ifadesi iki türlü anlaşılabilir: Başkasına değil sadece bana ibadet etsinler. Ya da başka hiçbir şey yapmasınlar, sırf bana ibadet etsinler. Elbette açık olan birinci manadır, ama ikincinin de şöyle bir izahı olabilir: Kul her işini doğru ve iyi bir niyetle yaparsa uykusu, yemesi ve içmesi dâhil bütün fiillerini ibadete dönüştürebilir. Kulun nihai hedefi bu olursa, ne kadarını yapabilirse o kadarını ibadete dönüştürmüş olur.

Bu örnekle geldiğimiz nokta şurasıdır. Tasavvufun afetlerinden birisi de bazılarının gönüllerini okşayan her sözü, eğer daha önce buna hadis diyen birisi varsa, aslının bulunup bulunmadığına bakmadan hadis diye kabul etmeleridir. İnsani yönüyle çok değerli sufi bir hadis hocası arkadaşımıza bir gün, sizin okuduğunuz bu hadis için muhaddisler mevzudur/uydurmadır diyor, siz bir hadis hocası olarak buna nasıl hadis diyorsunuz diye sorduğumda beni hayrete düşüren şu cevabı vermişti. "Bir sözün bizim sâdatımızın kitaplarında hadis diye geçiyor olması bizim onu hadis saymamız için yeterlidir". Bir başkası da "Ben usul musul tanımam, bizimkiler ona hadis demişse biz onu sahih biliriz" demişti. Sâdat dedikleri hadis alimleri değil, meşayihtir. Hadis denen ama hadis olmayan sözlere tutunma meselesi tasavvufun çok büyük bir açığıdır.
Dedik ya, Tasavvufa, Tarikata karşılar. Evliya 'ya karşılar. Çünkü, Evliya 'yı işaret etseler, kendi açıkları ortaya çıkacak. Evliya olmadığında, ilim ehli, ilim erbabı, danışılacak, müracaat edilecek merci, kendileri.! Hatta Nahl suresi 43. ayet bu zihniyeti açıkça ortaya koyuyor. Hz. Allah ayette buyuruyor ki;

''Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Sorun, Zikir ehline; eğer bilmiyorsanız.

Fakat tefsirci, mealci, araştırmacı yazar geçinen Tasavvuf ve Tarikat karşıtlarının, Diyanet de dahil ayete verdikleri mana ;

Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.

Senden önce, adamlardan/iki ayak üzerinde yürüyenlerden başkasını elçi olarak göndermedik; onlara vahyettik. Bilmiyorsanız uzmanlara sorun.

Andolsun ki senden önce de gönderdiğimiz ve kendilerine vahyettiğimiz kimseler, insandı. Sorun bilmiyorsanız bilenlere.

Ve devam edip gidiyor. Hak ve Hakikat zannettiğimiz doğruların, bizlere ulaşıncaya kadar ne merhalelerden geçtiğini hiç bir iman sahibi insan bilmediği gibi, bu yönde Ayetler hakkında, Allah Kelamı içerisinde yazılmış, yorumlu manaları da, maalesef ki Hakikat zannediyor..
Şimdi belirleyici soruyu soralım: Bu dinin temel kaynağı Kur'an-ı Kerim ve onu açıklayan Sünnet ise, Kuran’ın bize ulaşmasında şüphe olmadığına göre, Sünnetin yazılı halde ifade edilen şekli olan hadislerin sahihini sakiminden ayıracak mıyız ayırmayacak mıyız?
Ayetlerden bahsediyoruz. Manalandırmadan, ayet içerisindeki yorumlu ifadelerden bahsediyoruz. Hadislere girdiğimizde pek çıkabileceğimizi sanmıyorum.
(2) İbrahim Hakkı Aydın hoca "Kenz-i Mahfi" başlıklı ansiklopedi maddesinin en başında bu söz için "Hakk’ın zâtının mutlak bilinmezliğini ifade eden bir tasavvuf terimi" ifadesini kullanmıştır ve "(...) mutlak anlamda gizli (gayb, sır) olan Hüviyete ve Zâta Kenz-i Mahfî denilmesi, Onun hiçbir zaman bilinemeyeceğini ifade etmek içindir. (...)" ifadesini eklemiştir.

Daha sonrsında ise "Âlemi yaratınca artık O mâruf (bilinen ve tanınan) olmuştur. Fakat bu bilinme sıfat ve isimlerinin zuhur etmesi şeklindedir ve O sadece bu yönden bilinir hale gelmiş, mutlak gayb olan hüviyeti ve zâtı itibariyle yine gizli bir hazine olarak kalmıştır. Allah, kâinat var olmadan evvel ne kadar gizli ise var olduktan sonra da o kadar gizlidir. Bu sebeple mutasavvıflar hadiste geçen, “Gizli bir hazine idim” ifadesini, “Gizli bir hazineyim” şeklinde anlamak gerektiğini, buradaki “idim” kelimesinin zamanı ifade etmediğini önemle belirtmişlerdir. Bu söz, Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla ezelden beri zuhur ve tecelli ettiği, böylece zâtı itibariyle bilinemezken zuhur ve tecellileriyle bilinmekte olduğu, yani bilinirliğinin zât mertebesinde değil isim ve sıfat mertebesinde olduğu anlamına gelir." açıklamasını eklemiştir.
Eyvallah..! Hz. Allah Zatı olarak bilinemez, görülemez. Ancak İsim ve Sıfatları ile müşahede edilebilir. Bunun açıklaması neden yok.? Sıfatları ile bilmek.! Bir kul Yaratanını İsim ve sıfatları ile nasıl bilebilir.? İşte bunun cevabı Tasavvufta gizlidir. İlmi satır erbabı bunu ne bilir, ne anlar. Sadece, evvelki yazılmış olanları derler ve kendisinden de bir kaç kelime ilave ederek, bu ifadeleri sahiplenir. Bunu görmek ve yaşamak, Evliya terbiyesinde yetişen, ehli Zikre, Ehli Tasavvufa nasiptir.
(3) Naçizâne şahsi görüşüm, Kelime-i Şehadet olarak bilinen veciz ifade içinde bulunan "şehadet" fiilinin baş gözü ile yapılan sıradan bir görme fiili olmadığı ve zaten de olamayacağı, bu yüzden de, mecburen imânı yâni inanmayı belirten mecaz anlamda bir şehadet olduğudur, çünkü baş gözü ile görülen ne varsa mahlûktur (yaratılmıştır). Halbuki Allah, hâliktir (Yaratılmamışır, Yaratandır.) Dolayısıyla Onun varlığı ve birliğine şehadet etme baş gözü ile olamaz, mecazen kâlp ile olabilir ki, Allah'a imân diye bilinir. Allah'a imân ile Allah'ı bilmek aynı şey değildir. Zâtını ancak yine Zâtı hakkı ile bilebilir. Kullar ise Onu, Onun Kendi Zâtını bildiği gibi bilemeyeceği için veya bir mahlûku bileceği gibi bilemeyeceği için, Onun varlığı ve birliğine ancak imân edebilirler. (Yanlış ifade ediyorsam eğer, buyrun düzeltin, size müteşekkir olurum.)
Ağrı görülmez amma, hissedilir. Tat da aynı şekilde. Görmek, bilmektir, işitmek, bilmektir, hissetmek, bilmektir. İşte bu manada Hz. Allah 'ın İsim ve Sıfatlarını müşahede edebiliyor olmak da Allah 'ı bilmektir. Baş gözü ile görmek değil, İsim ve Sıfatlarını bütün alemde mevcudatını hissetmek de Allah 'ı bilmektir.

Laf kalabalığı etmeden, Allah 'ın İsim ve Sıfatlarını müşahede ettikten sonra, gerçek manada, Kelime-i şehadette olduğu gibi, ''Şahitlik ederim ki Allah 'tan başka ilah yoktur, yine şahitlik ederim ki, Muhammed (Mustafa s.a.v) Allah 'ın kulu ve Resulüdür''.. Diyebiliyor olmak sadece kelimeden ibaret değil, varlığının şahidi olarak şahitlik etmektir..

Allah vardır, Lailahe illallah diyen kişi Müslüman 'dır. (Bu ifade Allah 'ı bilmek manasında değil, Varlığını kabul etmektir)

Amentünün altı şartına, acabasız inanan kişi Mü'min 'dir.

İmandan sonra, Allah 'ın emir ve yasaklarına uyan, ibadet ve taatları ile iştigal eden kişi, Müttakiy 'dir, İttika sahibidir..
(4) Hatasız kul olmaz. İtiraz ettiğiniz üyenin bazı hatalı ifadeleri belki olabilir ama kendisinin yapıcı eleştiriye açık olduğunu ümit ediyorum. Hürmetler.
Allah adına ise, İslam adına ise, Hakikat adına ise, bu kusur kusurun da ötesindedir. Kişi, bildiğinin alimi, bilmediğinin cahilidir. Her ne kadar kimse bu çerçeveyi kullanmasa da.. Bizden de hürmetlerle..
 
Üst Alt