L
Livechillâh
Kayıtsız
Misafir
Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da nefis bir Türk lokantası var.
E bizde de nefis olunca, para da olunca, üç gün boyunca sabah-öğle-akşam
o lokantada mükellef sofralar kurdurup önümüze ne geldiyse silip süpürdük.
Çorbalar, ön soğuklar, arka sıcaklar, salatalar, tatlılar, gazozlar, çaylar,
kahveler...
Yarım saat sırf siparişle uğraşıyorduk.
Sonra da bir müddet siparişlerimizi tashih ediyorduk.
Bir müddet diyorum ama aslında siparişler hiç bitmiyordu.
"Bu tas kebabı harika olmuş, bir tabak daha alayım", "Künefe kesmedi,
dondurma da yiyeceğim" falan filan.
Bize hep aynı garson bakıyordu.
İnce, zayıf bir Afrikalı.
Bir keresinde adamın bize hayretle baktığını hissettim.
Hatta acıyarak baktığını.
Belki tiksinerek bakmıştır da itiraf edemiyorumdur.
Bir gün Nijer'de beş-altı tane çocuğun mangal partisine şahit olmuştum.
Bir balık tutmuşlar, onu güle-oynaya pişirip afiyetle yediler.
Sonra da tozu dumana katarak oynamaya başladılar.
Yine bir gün Mali'de bir otele yerleşmiştik.
Yerleşir yerleşmez ilk işimiz "Yemek var mı?" diye sormak olmuştu.
"Var" dedi Afrikalı bir eleman.
Pirinç pilavı mıydı neydi, yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz, yanında da hiçbir şey
yok, onu gösterdi.
Beğenmedik tabii.
Gittik bakkaldan dünya kadar nevale aldık, iki saat onları pişirmekle
uğraştık, otel çalışanları neye uğradıklarını şaşırdılar.
Yine bir gün Gana'da Afrikalı devrimci ağabeyim Dhoruba Bin Wahad'ın
evine misafir olmuştum.
"Sana geleneksel Afrika mutfağının en güzide yemeğini ikram edeceğiz"
demişti gururla.
Gele gele lapa bir pirinç pilavı gelmişti, o da yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz,
yanında hiçbir şey olmadan.
Afrikalılar işte böyle az yiyor, öz yiyor, sade yiyor ve bununla yetiniyor.
Yemeyi abartmıyor, başlı başına bir uğraş haline getirmiyor.
Neyse işte; o çocukların balık sefasını, o oteldeki basit menüyü, Dhoruba Bin
Wahad'ın ikramını hatırlayınca, Addis Ababa'daki lokantada masamıza
bakan garsondan ve genel olarak Afrikalılardan acayip utandım.
Şöyle dedim kendi kendime:
"Afrikalılar mı aç, yoksa biz mi hayvan gibi yiyoruz?"
Dikkat buyurun:
Nijer'deki o beş altı çocuğun o balığı GÜLE OYNAYA pişirdiklerini ve yedikten
sonra TOZU DUMANA KATARAK oynadıklarını söyledim.
Bu "güle oynaya" ve "tozu dumana katarak" çok önemli.
"Niye beşimize-altımıza bir tek balık düşüyor? Niye birer tane balık
düşmüyor?" diye ağlayabilirlerdi, kadere demediklerini bırakmadan
pişirebilirlerdi o balığı, ama güle oynaya pişirdiler ve bu çok dinamik bir
şükür halidir.
Boğazlarından geçen şey mini minnacık bir şey olduğu halde, o yemeğe
yemek demek bizim modern dünya ölçülerimize göre bin şahit istediği halde,
yemekten sonra müthiş bir coşkuyla tozu dumana katarak oyun oynamaları,
hani "hayatın tadını çıkarmak" derler ya işte onu yapmaları da çok dinamik
bir şükür halidir.
Timbuktu'da bir kum tepesinden yuvarlanıp duran çocuklar görmüştüm;
giysileri yırtık-pırtıktı, bizim modern dünya ölçülerimize gör fakru zaruret
içinde kıvranıyorlardı, çocuklarımızın onlar gibi olmasını hiç istemezdik, çok
acınası bir haldeydiler, yazık yazık çok yazık, ama Sahra çölünü adeta
yeşerten o bereketli kahkahalar neydi peki?
"Ulan" dedim, "bu çocukların bir günlük neşesi herhalde benim çocuklarımın
bir ömürlük neşesine bedeldir. Nasıl gülüyorlar öyle? Ne güzel ve ne çok
gülüyorlar..."
Zaten Afrikalılar genellikle gülüyor.
Ben dünyada bu kadar güleryüzlü, bu kadar neşeli bir halk görmedim.
Hani şu "Günde 1 doların altında kazanan Afrikalı"nın dillere destan
yoksulluğu hikâyesi var ya...
Harbiden hikâye!
Yoksulluk görecedir ve bizim nazarımızda yoksul olan ortalama Afrikalı bizim
hiç olamadığımız ve belki de hiç olamayacağımız kadar mutludur, mesuttur.
Tamam, derme-çatma evlerde yaşarlar, hatta çadır gibi şeylerde yaşarlar,
üç-beş metrekarede 10-15 kişi yaşarlar, ama havalar hep güneşli olduğu için
zaten gün boyu dışarıdadırlar, hatta sıcak geceleri de açık havada geçirirler
ve dolayısıyla kâinat kadar geniştir aslında evleri.
Bu muhteşem sadeliğe ve basitliğe acayip özendim.
E bizde de nefis olunca, para da olunca, üç gün boyunca sabah-öğle-akşam
o lokantada mükellef sofralar kurdurup önümüze ne geldiyse silip süpürdük.
Çorbalar, ön soğuklar, arka sıcaklar, salatalar, tatlılar, gazozlar, çaylar,
kahveler...
Yarım saat sırf siparişle uğraşıyorduk.
Sonra da bir müddet siparişlerimizi tashih ediyorduk.
Bir müddet diyorum ama aslında siparişler hiç bitmiyordu.
"Bu tas kebabı harika olmuş, bir tabak daha alayım", "Künefe kesmedi,
dondurma da yiyeceğim" falan filan.
Bize hep aynı garson bakıyordu.
İnce, zayıf bir Afrikalı.
Bir keresinde adamın bize hayretle baktığını hissettim.
Hatta acıyarak baktığını.
Belki tiksinerek bakmıştır da itiraf edemiyorumdur.
Bir gün Nijer'de beş-altı tane çocuğun mangal partisine şahit olmuştum.
Bir balık tutmuşlar, onu güle-oynaya pişirip afiyetle yediler.
Sonra da tozu dumana katarak oynamaya başladılar.
Yine bir gün Mali'de bir otele yerleşmiştik.
Yerleşir yerleşmez ilk işimiz "Yemek var mı?" diye sormak olmuştu.
"Var" dedi Afrikalı bir eleman.
Pirinç pilavı mıydı neydi, yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz, yanında da hiçbir şey
yok, onu gösterdi.
Beğenmedik tabii.
Gittik bakkaldan dünya kadar nevale aldık, iki saat onları pişirmekle
uğraştık, otel çalışanları neye uğradıklarını şaşırdılar.
Yine bir gün Gana'da Afrikalı devrimci ağabeyim Dhoruba Bin Wahad'ın
evine misafir olmuştum.
"Sana geleneksel Afrika mutfağının en güzide yemeğini ikram edeceğiz"
demişti gururla.
Gele gele lapa bir pirinç pilavı gelmişti, o da yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz,
yanında hiçbir şey olmadan.
Afrikalılar işte böyle az yiyor, öz yiyor, sade yiyor ve bununla yetiniyor.
Yemeyi abartmıyor, başlı başına bir uğraş haline getirmiyor.
Neyse işte; o çocukların balık sefasını, o oteldeki basit menüyü, Dhoruba Bin
Wahad'ın ikramını hatırlayınca, Addis Ababa'daki lokantada masamıza
bakan garsondan ve genel olarak Afrikalılardan acayip utandım.
Şöyle dedim kendi kendime:
"Afrikalılar mı aç, yoksa biz mi hayvan gibi yiyoruz?"
Dikkat buyurun:
Nijer'deki o beş altı çocuğun o balığı GÜLE OYNAYA pişirdiklerini ve yedikten
sonra TOZU DUMANA KATARAK oynadıklarını söyledim.
Bu "güle oynaya" ve "tozu dumana katarak" çok önemli.
"Niye beşimize-altımıza bir tek balık düşüyor? Niye birer tane balık
düşmüyor?" diye ağlayabilirlerdi, kadere demediklerini bırakmadan
pişirebilirlerdi o balığı, ama güle oynaya pişirdiler ve bu çok dinamik bir
şükür halidir.
Boğazlarından geçen şey mini minnacık bir şey olduğu halde, o yemeğe
yemek demek bizim modern dünya ölçülerimize göre bin şahit istediği halde,
yemekten sonra müthiş bir coşkuyla tozu dumana katarak oyun oynamaları,
hani "hayatın tadını çıkarmak" derler ya işte onu yapmaları da çok dinamik
bir şükür halidir.
Timbuktu'da bir kum tepesinden yuvarlanıp duran çocuklar görmüştüm;
giysileri yırtık-pırtıktı, bizim modern dünya ölçülerimize gör fakru zaruret
içinde kıvranıyorlardı, çocuklarımızın onlar gibi olmasını hiç istemezdik, çok
acınası bir haldeydiler, yazık yazık çok yazık, ama Sahra çölünü adeta
yeşerten o bereketli kahkahalar neydi peki?
"Ulan" dedim, "bu çocukların bir günlük neşesi herhalde benim çocuklarımın
bir ömürlük neşesine bedeldir. Nasıl gülüyorlar öyle? Ne güzel ve ne çok
gülüyorlar..."
Zaten Afrikalılar genellikle gülüyor.
Ben dünyada bu kadar güleryüzlü, bu kadar neşeli bir halk görmedim.
Hani şu "Günde 1 doların altında kazanan Afrikalı"nın dillere destan
yoksulluğu hikâyesi var ya...
Harbiden hikâye!
Yoksulluk görecedir ve bizim nazarımızda yoksul olan ortalama Afrikalı bizim
hiç olamadığımız ve belki de hiç olamayacağımız kadar mutludur, mesuttur.
Tamam, derme-çatma evlerde yaşarlar, hatta çadır gibi şeylerde yaşarlar,
üç-beş metrekarede 10-15 kişi yaşarlar, ama havalar hep güneşli olduğu için
zaten gün boyu dışarıdadırlar, hatta sıcak geceleri de açık havada geçirirler
ve dolayısıyla kâinat kadar geniştir aslında evleri.
Bu muhteşem sadeliğe ve basitliğe acayip özendim.