Veren elin üstünlüğü

Elifgül

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
7,320
Tepkime puanı
117
Veren elin üstünlüğü





“YETER” sözünün telâffuzunu güçleştiren asıl neden, bizim almaya programlanmış olmamızdır.

Tüketim uygarlığı, insanı, sürekli olarak almaya, yutmaya, öğütmeye, tüketmeye teşvik eder ve bunları bir hayat amacı olarak önümüze koyar. Bu uygarlığın temelinde yatan felsefe, ne pahasına olursa olsun büyümektir. Büyüdükçe büyümeyi amaçlayan insanlar, kurumlar veya topluluklar ise, “Yeter” diyebilme şanslarını daha işin başında kaybetmişlerdir. Onların bir yeterlilik ve doyum hissini yakalayabilmek için tek bir çareleri vardır: hayatlarını bu çürük zeminden kurtarıp daha başka ve sağlam bir zemin üzerinde yeni baştan kurmak. Yoksa, “almaya” programlanmış bir hayat tarzının şurasını veya burasını yamayıp rötuşlayarak onu verimli ve tatmin edici bir hâle getirmek mümkün değildir.

Aslında insanın manevî yapısı, almaya değil, vermeye göre düzenlenmiştir. Vermeyi esas alan bir hayat tarzını benimsediğinizde, bütün taşlar yerine oturmaya başlar. Bunun apaçık kanıtlarını, her iki taraftaki sayısız örneklerinde gözleyebilirsiniz. Taraflardan birinde sürekli açlık, huzursuzluk ve çevreyle uyumsuzluk, diğerinde ise doyum, haz ve çevreyle uyum vardır. Sade hayat gönüllülerinden Janice L. Krouskop, babasının kendisine şu şekilde öğüt verdiğini anlatır: “Bu dünyada bir alanlar, bir de verenler vardır. Alanlar belki daha çok yiyebilir; fakat verenler daha rahat uyur.”


Bilimsel araştırmalar, verenlerin sadece rahat uyumakla kalmayıp, aynı zamanda daha da uzun yaşadıklarına dair ipuçları vermektedir. Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesinden psikolog Stephanie L. Brown ve arkadaşlarının 1987’den itibaren beş yıl süreyle 423 yaşlı çift üzerinde yürüttüğü araştırma, açık bir farkla yardımseverler lehinde sonuç vermiştir. Bu araştırma sırasında yaşlılardan 134’ü ölmüş; ölenler arasındaki yardımseverlerin sayısının, başkalarına hiç yardım etmeyenlerin yarısını ancak bulduğu gözlenmiştir.1 Araştırma, henüz ortaya çok net birşeyler koymasa bile, en azından, sağlık ve mutluluğun, insanın manevî yapısıyla çok yakından ilgili olduğunu gösteriyor.

Bizim manevî yapımız, sadece karnımızın doymasına ve fiziksel ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlı olmayan pek çok unsuru içermekte, oldukça zengin bir duygular âlemini barındırmaktadır. şefkat, merhamet, muhabbet gibi kavramlar bu manevî âlemin temelinde yer alırlar. Bu duyguların sınırsız bir doyum kapasitesi vardır; çünkü maddenin sınırlamaları bu âlemde sözkonusu değildir. Gözümüz ne kadar aç olsa midemizin kapasitesini aşamayız; ancak kalp ve ruhun kapasiteleri, doydukça genişleyen ve genişledikçe hazzı artan bir özelliğe sahiptir. Bu hazzı yakalayan, yine doymak bilmez; fakat bu bir tatminsizlik değil, tekrar tekrar yaşanan ve kolayca tanımlanamayan bir tatmindir. Cömertliğiyle ünlü iş adamlarımızdan Osman Alptekin, “Vermeye doyamıyorum” derken, doyumsuzluğunu değil, doyumdaki sınırsızlığını ilân ediyordu. Ancak bu manevî tatmin sofrasından nasip alabilmek için, insanın herşeyden önce iştahını ve manevî sindirim sistemlerini buna göre ayarlaması ve eğitmesi gerekir. ınsanın manevî gelişimini esas alan terbiye sistemlerinin, özellikle dinlerin “vermek” üzerinde bu kadar önemle durmalarının nedeni budur.

Burada, tüketim uygarlığının değer sistemiyle bütün bağları koparmak zorunda bulunduğumuzu görmeliyiz. Çünkü, “vermek” kavramıyla açılan kapıda, daha ilk adımda bizi karşılayan şefkat, merhamet, muhabbet gibi duyguları geliştirmek ve tatmin etmek bir yana dursun, onlara hayat hakkı tanımak bile bu uygarlığın tahammül edebileceği birşey değildir. O felsefede birbirinin yardımına koşan, başkalarının iyiliği için kendisini zarara sokan insanlar için yer yoktur. Eğer yardıma muhtaç bir insan varsa, orada yolunacak bir kaz var demektir. Faiz sistemi bu yamyamlığın bir tercümesidir. Sıkıntıya düşen insana, tüketim uygarlığı yardım elini uzatacak yerde para satar ve onun sırtından yeni bir kazanç sağlar. Amaç, mümkün olduğu kadar çok kişiyi borç tuzağına düşürmek; alacağını tahsil ederken de mümkün olduğu kadar çok para toplamaktır. O yüzden, aldığınız bir krediyi vaktinden önce ödemeye kalkarsanız ceza yersiniz! Ödemeyi geciktirirseniz, bu defa da birkaç ay geçmeden borcunuz inanılmaz rakamlara yükselir. Böyle bir kredi kartı mağduru, bankasına başvurduğunda kendisine “Bir tefeciden para alıp borcunuzu kapatın” şeklinde akıl verildiğini anlatıyor.2 Vasatî bir Amerikan vatandaşı, 2000 yılı itibarıyla cebinde dokuz kredi kartı taşıyor ve bunlardan birinin borcunu diğeriyle kapatarak durumu idare etmeye çalışıyordu. Aynı yıl, bankalar Amerikan vatandaşlarının adreslerine 3 milyar 300 milyon kredi kartı teklifi içeren reklam malzemesi daha gönderdiler! Hane başına 30 kart teklifi anlamına gelen bu kampanya, herbir Amerikan hane halkını 30 bin dolar borca sokma amacını taşıyordu.3 Ülkemiz de aynı yolda, 2002 yılı itibarıyla 15 milyonu aşan kredi kartı ve bir milyon kart mağduru sayısıyla, kendi çapında, pek de mütevazi sayılmayacak adımlarla ilerliyor.4 Bu çizgiyi on, yirmi, otuz, elli, yüz sene sonralarına doğru uzattığınız zaman, tüketim toplumunun nasıl bir kompozisyon arz edeceğini tasavvur edebilen var mı?

Faziletin başladığı yer


Kredi kartları, borç ve faiz konuları bir bütün içinde ayrıntı gibi görünse de, bir sistemi ve bir zihniyeti bütün açıklığıyla ortaya koyan, tüketim uygarlığının insana hangi gözle baktığı konusunda kimsede en küçük bir şüphe bırakmayan nirengi noktalarıdır. Buna karşılık, faziletleri parlatan ve insanî değerleri ortaya çıkaran sistem ve zihniyetler de aynı referans noktalarında değerini açığa vurur. Vermek ve almak kavramları, böylece, iki uygarlık arasında geniş bir savaş alanı oluşturur ki, burada bir taraf vahşetini, diğer taraf faziletini bütün netliğiyle ortaya koyar. ışte, Batılı uygar insanın hemen cebine birkaç kredi kartı sokuşturuvereceği kimselere karşı çeşitli kutsal kaynakların öğütlediği davranışlara birkaç örnek:

Borçlu sıkıntıda ise, kolaylığa ulaşıncaya kadar ona süre tanıyın. O borcu bağışlamak ise, bir bilseniz, sizin için daha da hayırlıdır. — Kur’ân, 2:280.


Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe hayra erişmiş olmazsınız. — Kur’ân, 3:92.


Sizden birine ölüm gelip de “Rabbim, ne olurdu ecelimi yakın bir zamana tehir etseydin de sadaka verip salihlerden olaydım,” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden hayırda harcayın.

— Kur’ân, 63:10.


Cimrilik ve iman, bir kulun kalbinde bir araya gelmez.

— Hadis-i şerif.


Hiçbir gün yoktur ki yeryüzüne iki melek inip de onlardan biri: “Yâ Rab, infak edene halef ver (bağışlayana, bağışladığı şeyin yerine yenisini ver)” diye, diğeri de: “Yâ Rab, imsak edene (bağışlamayıp elinde tutana) telef ver” diye dua etmesin.

— Hadis-i şerif.


Eğer bir Hıristiyan kendisini geçindirecek paraya sahip olur, ama kardeşini ihtiyaçta görüp de ona yardım etmezse, onda Tanrının sevgisi nasıl yerleşebilir? —Yuhanna’nın Birinci Mektubu, 3:17.


Gizlice veren kimse Mûsâ’dan büyüktür. — Talmud.


Tek bir mumla binlerce mum yakılır; yine de mumun ömrü kısalmaz.— Buda.


Bunlar gibi, sayfalarca uzayacak, hattâ kitaplar doldurabilecek öğütlerden hiçbirini tüketim uygarlığının kaynaklarında bulamazsınız. Eğer bulmak mümkün olsaydı, dünya, bugünkü kan ve sömürü dünyasından çok farklı bir dünya olur; birbirlerinin kötülüğünden korunmak, insanların bu dünyadaki başlıca gailesi hâline gelmezdi. Bereket versin, tüketim uygarlığı, herşeyi kendisine benzetmeyi de başaramamıştır. Başarsaydı, bu dünya pek çok şeyden yoksun hâle gelirdi. Meselâ şiirsiz veya müziksiz bir dünyaya razı olur muydunuz? Tüketim uygarlığını bir hayat tarzı olarak benimsiyorsanız, buna katlanmak zorundasınız demektir. Çünkü insanları sanat eseri vücuda getirmeye ve var olan eserleri takdir etmeye sevk eden yetenekler, tüketim toprağında neşvünema bulamaz. Bunun tersi de aynı ölçüde geçerlidir. ınsanî değerlerin inkişafına elverişli zeminlerde de hırs, cimrilik, bencillik gibi duygular teneffüs etmekte zorlanırlar ve, bir süre sonra, insanın manevî gelişiminin önünde bir engel olmaktan çıkarlar. Ne kadar dolaşırsak dolaşalım, sonunda herşeyin, insanın ağzından çıkacak bir kelimeye bağlı olduğu noktaya geliyoruz: “Yeter.” Ve bu söz de, insanın bakışının, almaya değil, vermeye odaklandığı oranda kolaylıkla söylenebiliyor.

Zekâtın ruhu


Bütünüyle vermeye odaklanmış bir bakış açısı, semavî dinlerin terbiyesi altında kazanılabilecek çok yüksek bir mertebeyi ifade etmektedir ki, Kur’ân, Mü’minûn Sûresinde, kurtuluşa erenlerin özelliklerini sayarken buna bilhassa dikkat çekmiş ve “Onlar ancak zekât için çalışırlar” (23:4) tanımını getirmiştir. Burada, atlanmaması gereken bir vurgu vardır. ınsan bir yandan zekât verecek yeterliliğe yükselmek için teşvik edilirken, bir yandan da, çalışmasının asıl amacı olarak, ona, yığıp biriktirmek, yiyip şişmek, yutup büyümek değil, kazandıklarını başkalarının hizmetine sunmak gibi bir hedef gösterilmektedir. Bu, aynı zamanda, insan için asıl doyumun böyle bir hayat amacında bulunduğuna da bir işarettir. Burada, zekât kavramı üzerine biraz eğilmemiz gerekiyor.


Zekât, çoğumuzun zihninde, malın kırkta birini yoksula vermek şeklindeki bir ibadet türü olarak canlanır. Bu tanım yanlış değilse de bir hayli ek------. Zekâtı yılda bir defa malın fazlasından yapılacak bir bağıştan ibaret görürsek, birçok şeyi kaçırmış oluruz. Oysa zekât ve bu anlamı destekleyen diğer kelimeler, Kur’ân’ın düzinelerce âyetinde iman ve namazla beraber sayılan ve dine rengini veren bir anlayışı, bir yaşama biçimini ifade etmektedir. Bu yaşama biçimi, sahip olduğu herşeyi Allah’tan bilen, sonra da, Allah’tan gelmiş olan her türlü nimetin bir kısmını Allah’ın kullarına aktarmayı görev telâkki eden bir imana dayanır. Din, yapısının gereği, bu konuda sadece bir alt sınır koyarak daha ötesini insanın kendisine bırakmış ve böylece onun önüne bir gelişme yolu açmış, bu yolda da insanları birbiriyle yarışmaya teşvik etmiştir.

Burada bir yarış söz konusu olmakla birlikte, bu, amaç ve istikametinden başka, sonuç itibarıyla da, tüketim uygarlığının yarışlarından çok farklı bir yarıştır. Tüketim toplumunda en iyi insan, en çok malı olan ve en çok tüketen insandır. Bu dünyada böyle bir tanıma uyan iki kişi bulunmaz; bir mahalle çapında bile ele alınacak olsa, bu yarışın sadece bir galibi olacak, diğerleri onun karşısında parmak ısırmaktan öteye pek birşey yapamayacaklardır. Yine de, insanlar, kazanamayacaklarını bile bile, komşularından ve sosyal çevrelerinden geri kalmamak için bu yarışta nefes tüketir dururlar. Onun için, The Color of Money (Paranın Rengi) kitabının yazarı Fast Eddy, servet yarışını, aynen silâh yarışı gibi akîm ve tahripçi bir yarış olarak nitelemektedir.


Fazilet yarışında ise bütün dünya ahalisine yetecek kadar çeşitlilik içinde zenginlikler vardır. Birisinin belli bir yüksekliğe erişmesi, başkalarının önünü tıkamaz. Her an herkes her seviyede bir kazancı beraberce yaşayabilir. Burada yarış, sınırlı bir ömür içinde, önündeki fırsatları en verimli bir şekilde değerlendirerek mümkün olan en yüksek gelişim düzeyine erişme anlamını taşımaktadır. Her dakika sayılır, her kuruş kazanç hanesine yazılır. Zekât, bu sınırlı sermayeyi en yüksek verimle kullanarak nemalandırmayı amaçlayan ve sonuçta insanı sürekli iyilik üreten bir hayır makinesi haline getiren bir sistemdir. Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, senesini doldurmuş olan malın kırkta birini bağışlamaya dair kuralın bir emniyet süpabı olarak konduğunu, varlık sahibi bir Müslümanın ise bundan çok önce zaten vermeye başlamış olacağını söylemektedir:


ıslâm tarihinde zekât veremeyen zenginler ortaya çıkmıştır. Mallarını devamlı dağıttıkları için, malın üzerinden bir sene geçmesi söz konusu olmuyor; sürekli infak hâlindeler. Öyle sanıyorum ki, zekât bir emniyet süpabıdır. ınfak etmeyen insanlar, sonunda zekât vermekle yükümlü tutuluyorlar. [ınfak edenlere gelince] infak ettiği için sürekli mal dönüyor; zekât vermenin şartı olan, “üzerinden bir yıl geçmesi” tahakkuk etmiyor. Eğer tahakkuk ederse onlar zekât vereceklerdir. ınsanlar sürekli olarak mal biriktirecek, bir sene sonra zekât verecek—öyle bir hedefin olduğunu sanmıyorum ben. Ama yine bütün bunlara rağmen yine birikim varsa, onların zekâtını vereceksin.5


Son asrın önemli din bilginlerinden Mahir ız, zekât konusuna getirdiği yorum ve uygulama ile pek çok insana örnek olmuştur. Bir memur maaşına talim eden ve belki de hayatı boyunca zekât vermeyi aklından bile geçirmeyecek olan nice kişiler onun yol göstermesiyle zekât vermenin hazzını ve doyumunu yakalamış, bereketini yaşamıştır. Merhum Mahir ız, öğrencilerine, memuriyete başlar başlamaz maaşlarının yüzde 2,5’unu zekâta ayırmalarını tembih eder, “Memleketimizde pek çok muhtaç insan var; onların, siz zekât verecek duruma gelinceye kadar beklemeye tahammülü yoktur. Üstelik siz memur adamsınız; nisap sahibi olmayı beklerseniz, hayatınız boyunca zekât veremezsiniz” derdi. Bu öğütü tutanlar, maaşları ne kadar yetersiz de olsa, kırkta bir gibi bir miktarı ayırmakta fazla zorlanmazlar, bu arada vermenin haz ve doyumunu da yaşamış, hattâ bu hazza tiryaki olmuş bulunurlardı. Mahir Hocanın kendisi ise, öğretmenlik (daha sonra emeklilik) aylığını alır almaz mutemetten başlayıp odacıya, çaycıya, öğrencilerine maaşının yüzde 2,5’unu dağıttıktan başka, mahallenin bekçisini, çöpçüsünü, postacısını da sürekli kollar, ayrıca gazetelerde haberini okuduğu muhtaç insanlara havale ile birşeyler gönderirdi. Hocanın yakınında bulunup da onun lütuf ve ikramlarına mazhar olmamış kimse yoktu.


Bir emekli maaşı ve birkaç kitap ile makalenin telif ücretinden ibaret bir gelirle bu kadar insana hayır dağıttıktan sonra kalan para ile zengin gibi yaşamanın nasıl mümkün olabileceğini anlayabilmek için hesap makinesine sarılıyor veya ekonomi kitaplarını karıştırıyorsanız, cevabı yanlış yerde arıyorsunuz demektir. Bu, zekâtın kuyumcu dükkânı içinde gerçekleşen ve “malını altına çevirip fakire vermekten, sonra onu bozdurmak için fakiri tekrar kuyumcuya göndermekten” ibaret bir operasyon olduğunu zanneden kafalarla anlaşılacak bir iş değildir. Konuya bu açılardan yaklaşmak, yanlış anahtarla kapı açmaya çabalamak olur. Bu durumu anlayabilmek için, önce, insanın vermek için yaratılmış olduğunu ve hayatının ancak bu sayede bir anlam kazanacağını dikkate almak gerekir. Hayatın bu en önemli sırrını yakalayan ve yeteneklerini bu hedefe doğru seferber edenler, bu topraklar üzerinde, sadaka taşları ve kuş sarayları gibi o kadar çok eser bırakmışlardır ki, sadece bu eserlere bakmak bile, insan denen aziz varlığın niçin yaratıldığını ve niçin bu kadar çok çeşitli yeteneklere ve ruh zenginliğine sahip kılındığını açıklamak için fazlasıyla yeter.


ıki uygarlığın meyveleri


Bu zenginlikler, “sade hayat” adını verdiğimiz olguya tüketim uygarlığı tarafından değil de, bizim asırlardır sahip olduğumuz ve geliştirdiğimiz değerler açısından bakıldığında görülebilen cephede yer almaktadır. Çünkü, daha önce de değindiğimiz gibi, sade hayatın bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır; dış yüzündeki sadeliğin amacı, iç taraftaki bu muhteşem zenginliği yakalamaktan başka birşey değildir. Bu zenginlik yakalandıktan sonra, insanın hayır için üreteceği formüllerin ardı, arkası kesilmez ki, zekât gibi emirler ve semavî dinlerin teşvikleri, böyle bir üretimi tetiklemek amacını güderler. Tanımadığı mahallelerin bakkallarını dolaşıp tanımadığı fakirlerin borçlarını sildirmekten tutun, göçmen kuşlar için vakıf kurmaya kadar, hayalin varabileceği en ücra köşelere kadar uzanan hayır icadları, bu tetiklemenin sonucunda vücut bulmuştur ve insanların nazarının almaya değil, vermeye odaklandığı zaman bir toplumu ne hâle çevirebileceğini gösteren gerçek hayat hikâyeleri olarak bu ülkede yaşanmıştır. Eğer tüketim ekonomisinin dâhilerinden birine saçını başını yoldurmak istiyorsanız, saydıklarımızın arasından herhangi birini, meselâ sadaka taşlarını önüne koyun ve şu problemi madde madde çözmesini isteyin:

1. ınsanlar, kimden geldiği belli olmayacak şekilde, âkıbetinden de kendisinin asla haberdar olmayacağı bir biçimde, “en değerli varlıkları” olan paralarını bir taş içine nasıl bırakıp giderler?

2. Bir kısım insanların akıllarını peynir ekmekle yediklerini kabul etsek bile, onların bıraktıkları para, gerçekten muhtaç olan insanın eline geçinceye kadar o taşın üstünde nasıl kalır?

3. Fakir, o paradan ihtiyaç miktarını alıp geri kalanını başka muhtaçlar için taş üzerinde terk ederken onun elini kim tutar da fazlasını almaktan men eder?

4. Böyle bir âdet, zengini ve fakiriyle bütün bir topluma mal olacak bir şekilde yaygınlaşma fırsatını nasıl bulur?

Ağaçları gösteren, meyveleridir. Her iki uygarlığın da verdiği meyveleri karşılaştırdığımızda, bunlardan birinin fakiri, diğerinin zengininden daha zengin gibi görünüyor. Yirmi beş saatlik bir elektrik kesintisinin, New York’ta yağmalanmadık dükkân bırakmadığını hatırlayalım. Bir gecelik karanlığı bile toplumsal bir yağmalama eylemi için fırsata dönüştüren bir uygarlığın, fakirini bir yana bırakın, zengini bile bir gece vakti bir sadaka taşıyla başbaşa kaldığında, orada başkaları için de birşeyler bırakmayı aklından geçirir miydi dersiniz?

ışte o medeniyetin fakiri, işte bu medeniyetin zengini.

Siz hangisinin yerinde olmak isterdiniz?


1 “ıyilik Yap, Çok Yaşa,” Özgür ve Bilge, Mart 2003. Science News, vol. 164, no. 4, July 26, 2003

2 “Bir Kredi Kartının Hikâyesi: Tefeciyi Aratanlar Varmış!” Özgür ve Bilge, Mart 2002.

3 “Digging Your Way out of Debt,” US News and World Report, 19 March 2001.

4 “Bir Milyon Kredi Kartı Mağduru Var,” Özgür ve Bilge, Ocak 2003.

5 Kenan Demirtaş, “Müslümanın Malı Zekâtı Beklemez,” Özgür ve Bilge, Aralık 2002

Ümit şimşek
 
Üst Alt